Türkiye Cumhuriyeti'nin önce laik, sonra sosyal devlet yapısıyla oynanmak istendi.
Görülüyor ki şimdi de hukuk devleti yapısıyla oynanmak isteniyor.
Bunun için de hukuksal belirsizlik ortamı yaratılmaya çalışılıyor.
* * *
Süreç aynen şöyle gelişti:
TBMM, 6 Mart 2008 günü nüfusu 2000'in altında olan belediyelerin kapatılmasını öngören yasayı kabul etmişti. Bunun üzerine CHP Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuştu.
31 Ekim günü Anayasa Mahkemesi kapatılacak belediyelerin 60 gün içinde dava açabilecekleri hükmüyle davayı karara bağladı. Örneğin, Giresun'un Kovanlık Belediyesince dava açıldı.
23 Aralık 2008 günü Danıştay, Danıştay'a dava açan belediyelerinin yerel seçime girebileceği kararını açıkladı.
Bu açıklamanın ardından Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Danıştay kararına dayanarak söz konusu belediyelerin seçime girmelerine onay verdi.
24 Aralık 2008 saat 14.00'te Başbakan Erdoğan, YSK'nın, Danıştay kararına dayanarak 862 belediyeye, yerel seçime girebilmeleri konusunda yeşil ışık yakması üzerine şu sert yanıtı verdi: "...Danıştay ve Yüksek Seçim Kurulu ikinci bir Anayasa Mahkemesi mi?.."
Aynı gün saat 19.00'da Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, tıpkı Başbakan gibi Danıştay ve YSK'yı hedef alan bir konuşma yaptı. "Bu karar Anayasa Mahkemesi'nin ulaştığı sonucu yansıtmıyor. Mahkeme kararının bağlayıcılığı ihlal ediliyor" dedi.
Bir saat sonra, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt, "Benim açıklamadan az önce haberim oldu. Bu görüş Kılıç'ın kendi görüşü, katılmıyorum. YSK tek yetkili.
Sayın başkan, YSK'yi Anayasa ihlali ile suçlamış. Bu ağır bir ifade. Benim için sürpriz oldu" şeklinde bir açıklama yaptı.
25 Aralık 2008 saat 10.00'da Paksüt'ün açıklamasına cevap olarak Haşim Kılıç bir açıklama daha yaptı. "YSK Anayasa'yı ihlal etti" açıklaması konusunda "Çoğunlukta olan 6 arkadaşın arzusu, onayı ve isteği doğrultusunda o açıklama yapıldı. Çatlak, kurumlar arasında böyle bir kavga, öfke, kin asla olmaz" dedi.
Aynı gün saat 10.30'da Anayasa Mahkemesi'nin Başkanvekili ve 7 üyesi, Haşim Kılıç'ın yaptığı açıklama üzerine "Yapılan açıklama Anayasa Mahkemesi'nin görüşünü yansıtmıyor. Haberdar olmadığımız bu açıklamaya katılmıyoruz" şeklinde bir açıklamada daha bulundular.
Bu açıklamalardan sonra, aynı gün saat 19.00'da Danıştay olağanüstü toplandı. Danıştay üyeleri hem Başbakan'a hem de Kılıç'a yönelik şu yanıtı verdiler: "Başbakan'ın, Anayasal görev ve yetkilerini kullanan Danıştay'ı yetkilerini aşan bir yargı kurumu gibi göstermesi hukuk devletiyle bağdaşmaz.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Kılıç, Anayasal görev, yetki ve sorumluluğunu aşan talihsiz bir beyanda bulundu."
Ve 26 Aralık 2008 saat 19.35'te YSK tartışmalara son noktayı koydu. YSK Başkanvekili Ahmet Başpınar: "Anayasa Mahkemesi Başkanınca kurulumuz kararına yönelik olarak yapılan açıklamanın kişisel görüşü yansıttığının anlaşılmış olması nedeniyle bu hususta bir açıklama yapmaya bir ihtiyaç duyulmamıştır. Kurulumuz, belediyelerle ilgili kararını vermiş ve seçim takvimini de göz önünde tutarak bu kararını uygulamaya koymuştur" dedi.
* * *
Değerli okurlarım, hatırlarsınız daha önce de Danıştay'ın aldığı bir karar hakkında Başbakan "Ulemaya sorulmalıdır" şeklinde konuşmuştu. Hukuk devleti konusundaki anlayışı böylelikle netlikle ortaya çıkmıştı.
Şimdi de Başbakan, Danıştay'ı ve YSK'yı, aldıkları kararların işine gelmemesi nedeniyle, yetkilerini aşan yargı kurumları gibi gösteriyor.
Ve ne yazık ki Anayasa Mahkemesi gibi yüce bir mahkemenin başında bulunan ama hukukçu olmayan Haşim Kılıç da, bu hukuksal karmaşa ortamının inşasında başbakana yardımcı oluyor.
Yaşanan olay bize göstermiştir ki tüm yüksek yargı organlarında hukukçuların görevlendirilmeleri, yargı organlarının görev yetki ve sorumluluklarını bilerek kararlar almalarını sağlamakta ve böylelikle hukuk devlet yapısını güçlendirmektedir.
Değerli okurlarım, CHP, yeni programında bu gerçeğe parmak basmıştır.
Programda "Birden fazla yargıçlı İdare Mahkemeleri Başkanları, Bölge İdare Mahkemeleri ile Danıştay ve Yargıtay Daire Başkanları ile Danıştay ve Anayasa Mahkemesi Başkanları mutlaka hukuk eğitimi almış alacaktır" denilmektedir.
Ayrıca programda "Hiçbir organ, makam, merci ve kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere emir ve talimat veremeyeceği ileri bir hukuk devleti anlayışı ülkede etkin kılınacaktır" ifadesine yer verilmiştir.
Programın iki maddesinde yapılan saptamaların ve açıklanan hedeflerin Türkiye için ne denli önemli olduğu şimdiden ortaya çıkmıştır.
* * *
Değerli okurlarım, bugün Haşim Kılıç dışındaki Anayasa Mahkemesi üyeleri; Danıştay ve YSK, görev, yetki ve sorumlulukları çerçevesinde almış oldukları kararlarla Türkiye Cumhuriyeti'nin hukuk devlet yapısını korumuşlardır.
Türlü engellemelere rağmen...
Ancak cumhuriyetin hukuk devleti yapısının kuvvetlendirilmesi için yeni önlemlere ihtiyaç vardır.
Bu önlemler konusunda CHP'nin yeni parti programının önemli noktalara işaret ettiği kanısındayım.
(Haber Ekspres, 30 Aralık 2008)
30 Aralık 2008
23 Aralık 2008
KONUŞMA-DİNLEME KÜLTÜRÜ VE MELİH GÖKÇEK...- ZAFER YAPICI
Sokrat kendisinden ders almak isteyen bir öğrenciden, ders ücreti olarak yüksek bir meblağ talep etmiş. Öğrenci "Ben bu ücretle iki-üç tane hoca tutabilirim" deyince, Sokrat bu kez "İyi ama evladım ben bu paraya, sadece konuşmasını değil dinlemesini de öğreteceğim" demiş.
Goethe "Konuşmak bir gereksinim, dinlemek ise bir sanattır" demiş.
Değerli okurlarım dinleme; algılama, duyumsama ve özümleme süreçlerini içerir.
Dinleme, sevginin artmasında, dostluğun geliştirilmesinde ve yeni fikir üretilmesinde önemli rol oynar.
* * *
Cumhuriyet Halk Partisi, "Halkımızı ezdirtmeyeceğiz, ülkemizi soydurtmayacağız, milletimizi böldürtmeyeceğiz" sözünü vermişti.
Önce insan diyen CHP; ülkesini ve milletini yolsuzluğa, yoksulluğa, yandaşlığa ve yasaklara karşı korumak adına dürüst yönetim, temiz siyaset anlayışını ortaya koyuyor.
Şaban Dişli vakası ile başlayan, Deniz Feneri, Dengir Mir Mehmet Fırat ve Aytaç Durak tartışmalarıyla gelişen temiz siyaseti kurumsallaştırma süreci, CHP'nin önderliğinde Melih Gökçek tartışmasıyla devam ediyor.
Bu tartışma politik olduğu kadar psikolojik boyutuyla da oldukça ilgi çekici...
* * *
Değerli okurlarım, 17 Aralık 2008 Çarşamba günü saat 19'da usta gazeteci Uğur Dündar'ın yönetiminde, CHP Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu, "doğalgaz ve sayaçları ile ilgili Ankaralıların zarara uğratıldığı iddiasını" belgelerle açıklamak için Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'le karşı karşıya geldi.
Doksan iki dakika süren bu karşılaşmada Melih Gökçek 45 dakika 46 saniye, Kemal Kılıçdaroğlu 23 dakika 1 saniye ve Uğur Dündar da 23 dakika 13 saniye konuştu. Bu konuşmaları tüm Türkiye izledi. Kemal Kılıçdaroğlu'nun sorduğu sorular karşısında terleyen Melih Gökçek konuyu saptırarak ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun 53 kez sözünü keserek zamanı törpülemek istedi.
Melih Gökçek, hem sergilediği tavır hem de kullandığı üslupla usta gazeteci Uğur Dündar'ı ve ekran karşısındaki milyonları hayretler içinde bıraktı. Gökçek'in bu tutumu karşısında kendine son derece güvenen bir devlet adamı kimliğiyle nerede ne şekilde konuşacağını ve dinleyeceğini bilen Kılıçdaroğlu, ortaya koyduğu belgelerle milyonların takdirini kazandı.
Kemal Kılıçdaroğlu bu yaklaşımı ile
* Melih Gökçek'i konuşamaz hale getirdi.
* Konuşma ve dinleme kültürünü hiçe sayan Melih Gökçek'e Türkiye'nin gözü önünde konuşma ve dinleme kültürü dersi verdi.
* Böyle önemli makamlarda oturan kimselerin düşünme, konuşma, dinleme kültürüne sahip olması ve halkı için çalışması gerektiğini gözler önüne serdi.
* Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti olan Ankara'nın Büyükşehir Belediye Başkanı olan Melih Gökçek'in gerçek yüzünü Türkiye'ye göstererek bu tavır ve davranışlarda olan bir kimsenin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olamayacağını bir kez daha kanıtlanmış oldu.
* Temiz siyaset ve dürüst yönetim kavramlarını her defasında dile getiren CHP'nin, bu kavramların ne kadar arkasında olduğunu bir kez daha gösterdi.
* Hak arama kültürünü kurumsallaştırma yönünde önemli bir psikolojik eşiğin aşılmasını sağladı.
Değerli okurlarım, bu karşılaşma bizlere aynı zamanda konuşma ve dinleme kültürünün ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Konuşma ve dinleme kültürüne sahip olan Kılıçdaroğlu ile konuşma ve dinleme kültürüne sahip olmayan Melih Gökçek'in tartışması güven olgusunu gündeme getirmiştir.
Sonuç olarak Melih Gökçek'in güvenilecek bir insan olmadığı ortaya çıkmıştır...
* * *
Dengir Mir Mehmet Fırat bu karşılaşma ile ilgili bakın nasıl bir konuşma kültürü örneği ortaya koyuyor: "-Vallahi Melih daha şıllıktır. Kemal Kılıçdaroğlu Melih'le baş edemez..."
Biri Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, diğeri Kemal Kılıçdaroğlu'nun koltuğundan ettiği AKP Genel Başkan Yardımcısı...
E daha fazla ne söylenebilir ki!...
Algılama, duyumsama, özümleme süreçlerini içeren dinleme kültürüne sahip olmayan Melih Gökçek, Kemal Kılıçdaroğlu karşısında ve yetmiş milyonunun gözleri önünde balon yerine kendisini ve AKP'nin siyaset anlayışını patlatmıştır...
Olan, tam anlamıyla budur!
Goethe "Konuşmak bir gereksinim, dinlemek ise bir sanattır" demiş.
Değerli okurlarım dinleme; algılama, duyumsama ve özümleme süreçlerini içerir.
Dinleme, sevginin artmasında, dostluğun geliştirilmesinde ve yeni fikir üretilmesinde önemli rol oynar.
* * *
Cumhuriyet Halk Partisi, "Halkımızı ezdirtmeyeceğiz, ülkemizi soydurtmayacağız, milletimizi böldürtmeyeceğiz" sözünü vermişti.
Önce insan diyen CHP; ülkesini ve milletini yolsuzluğa, yoksulluğa, yandaşlığa ve yasaklara karşı korumak adına dürüst yönetim, temiz siyaset anlayışını ortaya koyuyor.
Şaban Dişli vakası ile başlayan, Deniz Feneri, Dengir Mir Mehmet Fırat ve Aytaç Durak tartışmalarıyla gelişen temiz siyaseti kurumsallaştırma süreci, CHP'nin önderliğinde Melih Gökçek tartışmasıyla devam ediyor.
Bu tartışma politik olduğu kadar psikolojik boyutuyla da oldukça ilgi çekici...
* * *
Değerli okurlarım, 17 Aralık 2008 Çarşamba günü saat 19'da usta gazeteci Uğur Dündar'ın yönetiminde, CHP Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu, "doğalgaz ve sayaçları ile ilgili Ankaralıların zarara uğratıldığı iddiasını" belgelerle açıklamak için Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'le karşı karşıya geldi.
Doksan iki dakika süren bu karşılaşmada Melih Gökçek 45 dakika 46 saniye, Kemal Kılıçdaroğlu 23 dakika 1 saniye ve Uğur Dündar da 23 dakika 13 saniye konuştu. Bu konuşmaları tüm Türkiye izledi. Kemal Kılıçdaroğlu'nun sorduğu sorular karşısında terleyen Melih Gökçek konuyu saptırarak ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun 53 kez sözünü keserek zamanı törpülemek istedi.
Melih Gökçek, hem sergilediği tavır hem de kullandığı üslupla usta gazeteci Uğur Dündar'ı ve ekran karşısındaki milyonları hayretler içinde bıraktı. Gökçek'in bu tutumu karşısında kendine son derece güvenen bir devlet adamı kimliğiyle nerede ne şekilde konuşacağını ve dinleyeceğini bilen Kılıçdaroğlu, ortaya koyduğu belgelerle milyonların takdirini kazandı.
Kemal Kılıçdaroğlu bu yaklaşımı ile
* Melih Gökçek'i konuşamaz hale getirdi.
* Konuşma ve dinleme kültürünü hiçe sayan Melih Gökçek'e Türkiye'nin gözü önünde konuşma ve dinleme kültürü dersi verdi.
* Böyle önemli makamlarda oturan kimselerin düşünme, konuşma, dinleme kültürüne sahip olması ve halkı için çalışması gerektiğini gözler önüne serdi.
* Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti olan Ankara'nın Büyükşehir Belediye Başkanı olan Melih Gökçek'in gerçek yüzünü Türkiye'ye göstererek bu tavır ve davranışlarda olan bir kimsenin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olamayacağını bir kez daha kanıtlanmış oldu.
* Temiz siyaset ve dürüst yönetim kavramlarını her defasında dile getiren CHP'nin, bu kavramların ne kadar arkasında olduğunu bir kez daha gösterdi.
* Hak arama kültürünü kurumsallaştırma yönünde önemli bir psikolojik eşiğin aşılmasını sağladı.
Değerli okurlarım, bu karşılaşma bizlere aynı zamanda konuşma ve dinleme kültürünün ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Konuşma ve dinleme kültürüne sahip olan Kılıçdaroğlu ile konuşma ve dinleme kültürüne sahip olmayan Melih Gökçek'in tartışması güven olgusunu gündeme getirmiştir.
Sonuç olarak Melih Gökçek'in güvenilecek bir insan olmadığı ortaya çıkmıştır...
* * *
Dengir Mir Mehmet Fırat bu karşılaşma ile ilgili bakın nasıl bir konuşma kültürü örneği ortaya koyuyor: "-Vallahi Melih daha şıllıktır. Kemal Kılıçdaroğlu Melih'le baş edemez..."
Biri Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, diğeri Kemal Kılıçdaroğlu'nun koltuğundan ettiği AKP Genel Başkan Yardımcısı...
E daha fazla ne söylenebilir ki!...
Algılama, duyumsama, özümleme süreçlerini içeren dinleme kültürüne sahip olmayan Melih Gökçek, Kemal Kılıçdaroğlu karşısında ve yetmiş milyonunun gözleri önünde balon yerine kendisini ve AKP'nin siyaset anlayışını patlatmıştır...
Olan, tam anlamıyla budur!
16 Aralık 2008
MEHMETÇİK, TÜRK ULUSUNUN ORTAK DEĞERİDİR - ZAFER YAPICI
Her dönem olduğu gibi bu dönem de askere gidecek olan gençlerimiz; aileleriyle, yakınlarıyla, yurdun dört bir yanında duygulu anlar yaşıyorlar.
Anne ve babalar, büyük özveri ile yirmili yaşlara getirdikleri oğullarını, Cumhuriyet ordularına katılmak üzere kıtalarına davullarla zurnalarla, gurur ve sevinçle yolluyorlar.
Dünyada hiçbir millet yoktur ki, çocuklarını, vatan savunmasında şehit olma ihtimalini bile bile davulla zurnayla askere göndersin.
Hele terörün kol gezdiği ve şehit haberleriyle yüreğimizin dağlandığı bir sırada her Türk anne ve babası gözünü kırpmadan, vatanın bölünmez bütünlüğünü tüm dünyaya haykırırcasına canından aziz bildiği evlatlarını Mehmetçik olsun diye ordusuna teslim etmekteler...
Çünkü biliyorlar evlatlarının görevlerinin kutsallığı ve önemini. "Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde, milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim!" sözünün ardından Mehmetçik rütbesinin alınacağını...
Ve biliyorlar ki bu andın teminatının şeref, bedelinin gerektiğinde uğruna ölmek olduğunu...
...Evlatlarının Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu ve Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Cumhuriyet ordularının bir mensubu olduğunu...
İşte Türk anne ve babalarının bu bilinç içerisinde olması bizi, hepimizi; kısacası Türk milletini bir arada tutan şey değil mi?
...Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye cumhuriyetinin ulus, laik ve üniter yapısına gösterilen duyarlılık ve hassasiyet değil mi bizi güçlü kılan?
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve devrimlerinin sonsuza kadar yaşatılması kararlılığı değil mi, ya da?
* * *
Tüm Mehmetçiklerimizle ve Mehmetçik adaylarımızla tıpkı anne, baba ve yakınları gibi Türk milletinin fertleri olarak bizler de onur ve gurur duyuyoruz...
Mehmetçik, Türk ulusunun birlik ve beraberliğini pekiştiren ortak sevincimiz, üzüntümüz, gururumuz ve onurumuzdur...
...Biliyoruz ki, "Cumhuriyet orduları; Cumhuriyeti ve kutsal topraklarını güvenle koruma ve savunma kudretindedir ve hazırdır".
Gazi Mustafa Kemal'in söylediği gibi...
(Haber Ekspres, 16 Aralık 2008)
Anne ve babalar, büyük özveri ile yirmili yaşlara getirdikleri oğullarını, Cumhuriyet ordularına katılmak üzere kıtalarına davullarla zurnalarla, gurur ve sevinçle yolluyorlar.
Dünyada hiçbir millet yoktur ki, çocuklarını, vatan savunmasında şehit olma ihtimalini bile bile davulla zurnayla askere göndersin.
Hele terörün kol gezdiği ve şehit haberleriyle yüreğimizin dağlandığı bir sırada her Türk anne ve babası gözünü kırpmadan, vatanın bölünmez bütünlüğünü tüm dünyaya haykırırcasına canından aziz bildiği evlatlarını Mehmetçik olsun diye ordusuna teslim etmekteler...
Çünkü biliyorlar evlatlarının görevlerinin kutsallığı ve önemini. "Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde, milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim!" sözünün ardından Mehmetçik rütbesinin alınacağını...
Ve biliyorlar ki bu andın teminatının şeref, bedelinin gerektiğinde uğruna ölmek olduğunu...
...Evlatlarının Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu ve Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Cumhuriyet ordularının bir mensubu olduğunu...
İşte Türk anne ve babalarının bu bilinç içerisinde olması bizi, hepimizi; kısacası Türk milletini bir arada tutan şey değil mi?
...Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye cumhuriyetinin ulus, laik ve üniter yapısına gösterilen duyarlılık ve hassasiyet değil mi bizi güçlü kılan?
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve devrimlerinin sonsuza kadar yaşatılması kararlılığı değil mi, ya da?
* * *
Tüm Mehmetçiklerimizle ve Mehmetçik adaylarımızla tıpkı anne, baba ve yakınları gibi Türk milletinin fertleri olarak bizler de onur ve gurur duyuyoruz...
Mehmetçik, Türk ulusunun birlik ve beraberliğini pekiştiren ortak sevincimiz, üzüntümüz, gururumuz ve onurumuzdur...
...Biliyoruz ki, "Cumhuriyet orduları; Cumhuriyeti ve kutsal topraklarını güvenle koruma ve savunma kudretindedir ve hazırdır".
Gazi Mustafa Kemal'in söylediği gibi...
(Haber Ekspres, 16 Aralık 2008)
08 Aralık 2008
AYDIN OLMAK...-ZAFER YAPICI
Aydın olmak güzel şey kardeşim.
O kadar saygınlık verir ki insana, sormayın gitsin! Siz hiçbir şeyin farkında olmasanız da “bir bilen” olursunuz kısa zamanda.
Acayip karizma yaparsınız!
Bir de o kadar kolaydır ki Türkiye’de aydın olmak…
Öyle başkalarının sizi aydın olarak nitelemesine gerek yok. Aydınlanmayı özümseyip özümsememekle desen, uzaktan yakından ilişkisi yok!
Hatta Aydınlanma karşıtlığı bir önkoşuludur Türkiye’de aydın olmanın…
Bir sabah uyandığınızda geçersiniz aynanın karşısına. Sıralarsınız ezberlediğiniz sihirli sözcükleri ardı ardına: “-AB’ye üye, ABD’ye ortak olmalıyız. Ermenilerden özür dilemeliyiz. Velev ki siyasi simge; türbana üniversitede özgürlük gerekir. Kürtlere özerklik tartışılabilir. Kemalizm çağdışıdır. Kıbrıs’ta yanlış yaptık adayı Rumlara vermeyerek…”
Sonra internete girersiniz. İmza kampanyalarına isminizi yazdırırsınız.
Bitti…
A… Bir bakmışsınız. Devrin kazananlarının görünmeyen elleri sırtınızı sıvazlamış. Siz de aydın olmuşsunuz…
Sizi dünyada bir soran olmasa da, dünya sizden sorulmaya başlamış…
* * *
Bilimsel yetersizlikleriyle tanınan akademisyenler. İktidarın bir yerinden henüz tutamayan politikacılar. Televizyonların tartışma programlarında “bir bilen” koltuğunu garanti etmek isteyen profesyonel tartışmacılar. Kitapları satmayan araştırmacılar. Nobel bekleyenler ancak alamayan edebiyatçılar. Sesi kötü şarkıcılar…
Sözüm sizlere.
Fırsatı kaçırmadınız.
Asıl bayramınız bayramdan sonra…
Bayramdan sonra, internet ortamında, “aydın” olmak için bir fırsatınız daha olacak!
Bir “tık” kadar yakın olacak “aydın” olmak!
Sadece ilan edilecek internet sitesine gireceksiniz. İlanı duymamanız imkansız. Dört koldan bağıracaklar. “1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” yazılı metnin altındaki kutucuğu onaylayacaksınız. İsminizi ekleyeceksiniz.
İşte bu kadar…
Ondan sonra “aydınlığınızın” keyfini çıkarabilirsiniz!
* * *
Bunu yapmazsanız eğer…
Bir de ezber bozma kavramı kullanılarak yapılan yeni ezberleri sorgularsanız…
…Ne yazık ki, aydın olamazsınız.
Ermenistan’ı ABD-AB çizgisine çekmek için kimler nasıl kullanılıyor gibi sorular sorarsanız, adınız komplo teorisyenine çıkar.
Bırakınız aydın olma şansınızı, işinizi, özgürlüğünüzü ve hatta yaşamınızı bile kaybedebilirsiniz.
İyisi mi siz de düşünmeyin. Ezberleyin. “Aydın” olun kardeşim. Kafanız rahat, cebiniz dolu, yükselmeniz garanti, iktidar arkanızda olsun.
Her gününüz bayram olsun.
Yok, “adam” olayım diyorsanız…
…O başka…
(Haber Ekspres, 9 Aralık 2008)
O kadar saygınlık verir ki insana, sormayın gitsin! Siz hiçbir şeyin farkında olmasanız da “bir bilen” olursunuz kısa zamanda.
Acayip karizma yaparsınız!
Bir de o kadar kolaydır ki Türkiye’de aydın olmak…
Öyle başkalarının sizi aydın olarak nitelemesine gerek yok. Aydınlanmayı özümseyip özümsememekle desen, uzaktan yakından ilişkisi yok!
Hatta Aydınlanma karşıtlığı bir önkoşuludur Türkiye’de aydın olmanın…
Bir sabah uyandığınızda geçersiniz aynanın karşısına. Sıralarsınız ezberlediğiniz sihirli sözcükleri ardı ardına: “-AB’ye üye, ABD’ye ortak olmalıyız. Ermenilerden özür dilemeliyiz. Velev ki siyasi simge; türbana üniversitede özgürlük gerekir. Kürtlere özerklik tartışılabilir. Kemalizm çağdışıdır. Kıbrıs’ta yanlış yaptık adayı Rumlara vermeyerek…”
Sonra internete girersiniz. İmza kampanyalarına isminizi yazdırırsınız.
Bitti…
A… Bir bakmışsınız. Devrin kazananlarının görünmeyen elleri sırtınızı sıvazlamış. Siz de aydın olmuşsunuz…
Sizi dünyada bir soran olmasa da, dünya sizden sorulmaya başlamış…
* * *
Bilimsel yetersizlikleriyle tanınan akademisyenler. İktidarın bir yerinden henüz tutamayan politikacılar. Televizyonların tartışma programlarında “bir bilen” koltuğunu garanti etmek isteyen profesyonel tartışmacılar. Kitapları satmayan araştırmacılar. Nobel bekleyenler ancak alamayan edebiyatçılar. Sesi kötü şarkıcılar…
Sözüm sizlere.
Fırsatı kaçırmadınız.
Asıl bayramınız bayramdan sonra…
Bayramdan sonra, internet ortamında, “aydın” olmak için bir fırsatınız daha olacak!
Bir “tık” kadar yakın olacak “aydın” olmak!
Sadece ilan edilecek internet sitesine gireceksiniz. İlanı duymamanız imkansız. Dört koldan bağıracaklar. “1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” yazılı metnin altındaki kutucuğu onaylayacaksınız. İsminizi ekleyeceksiniz.
İşte bu kadar…
Ondan sonra “aydınlığınızın” keyfini çıkarabilirsiniz!
* * *
Bunu yapmazsanız eğer…
Bir de ezber bozma kavramı kullanılarak yapılan yeni ezberleri sorgularsanız…
…Ne yazık ki, aydın olamazsınız.
Ermenistan’ı ABD-AB çizgisine çekmek için kimler nasıl kullanılıyor gibi sorular sorarsanız, adınız komplo teorisyenine çıkar.
Bırakınız aydın olma şansınızı, işinizi, özgürlüğünüzü ve hatta yaşamınızı bile kaybedebilirsiniz.
İyisi mi siz de düşünmeyin. Ezberleyin. “Aydın” olun kardeşim. Kafanız rahat, cebiniz dolu, yükselmeniz garanti, iktidar arkanızda olsun.
Her gününüz bayram olsun.
Yok, “adam” olayım diyorsanız…
…O başka…
(Haber Ekspres, 9 Aralık 2008)
3 ARALIK GÜNÜNÜ YAŞAMAK... - ZAFER YAPICI
1992 yılında Birleşmiş Milletler, aldığı bir kararla, 3 Aralık gününü "Uluslararası Engelliler Günü" olarak ilan etti. BM İnsan Hakları Komisyonu bu karara dayanarak 5 Mart 1993 tarihli ve 1993/29 sayılı bildirisi ile üye ülkelerce 3 Aralık gününün "engellilerin topluma kazandırılması ve insan haklarının tam ve eşit ölçüde sağlanması" amacıyla tanınmasını istedi.
O günden beri, 3 Aralık "Engelliler Günü" olarak bilinmektedir.
Dünyada engelli nüfus 500 yüz milyonu aşarken, Türkiye'de nüfusun yüzde 12.29'unu oluşturan 8.5 milyon engelli yaşamaktadır. Toplam nüfusumuzun yüzde 1.25'ini ortopedik, binde 60'ını görme, binde 37'sini işitme, binde 48'ini zihinsel ve yüzde 9.70'ini diğer engelliler oluşturuyor. Bu veriler 2002 yılının verileridir.
Şimdi ise, Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı - Türkiye İstatistik Kurumu işbirliğiyle 2009 yılında II. Türkiye Özürlüler Araştırması yapılacak. Bu araştırmada Türkiye'de ne kadar engelli vatandaş bulunduğunun yanı sıra engellilerin coğrafi dağılımları, eğitim durumları, sağlık alanındaki ihtiyaçları, engel gruplarına göre dağılımları belirlenecek.
* * *
Değerli okurlarım, Türkiye'ye gelen bir yabancıya "8.5 milyon engellimiz var" dediğimizde inanmayacaktır. Hatta kendi insanımız bile inanmayacaktır. Çünkü sokaklarda ve caddelerde ne çok engelli görebilirsiniz ne de onların rahatça gezip dolaşacağı, hayatını devam ettireceği çevresel olanakları.
Engelli kardeşimizin büyük bir kısmı evlerinden dışarıya çıkamıyorlar. İşte bu yüzden engellilerimizin yaşadığı sorunlar toplumun gözünden kaçıyor.
Bazen de, bakıp da görmüyoruz. Sıkıntılara şahit olduğumuz zamanlar da, çözüm bulmaya çalışmak yerine, birkaç saniyelik bir duygu yoğunluğunun ardından dönüyoruz gündelik yaşamlarımıza.
Sonra da unutuyoruz.
Değerli okurlarım bakıp da görmemek olmamalı yaşantımız. Yurttaşlar olarak, yönetimler olarak, medya ve sivil toplum örgütleri olarak bakmalıyız, görmeliyiz ve gerekli önlemleri almalıyız. Eğer bakıp da görmezsek, o zaman bizler de yaşayan birer engel bizler oluruz.
Açıkça söylüyorum. Engellilerin önlerindeki engelleri kaldırmayı düşünmeyen, o davranışı sergilemeyen zihniyetteki herkes, yaşayan "canlı birer engeldir".
Eğer yaşayan birer engel olmak istemiyorsanız, 3 Aralığı Engelliler Gününde;
Bir tekerlikli sandalyeye binip sokaklarda dolaşmayı, top oynamayı, okula gitmeyi, hatta merdiven çıkmayı deneyin mesela.
Ya da gözlerinizi bağlayıp okula, işyerine, sinemaya gitmeyi, televizyon seyretmeyi, kitap okumayı, yazı yazmayı deneyin...
İki kolunuzu veya iki ayağınızı bağlayıp hiç kimseden yardım almadan günlük ihtiyaçlarınızı karşılamayı deneyin...
Konuşamadığınızı düşünerek; derdinizi anlatabilmeyi deneyin bir kez.
Kulaklarınızı tıkayıp söylenenleri duymayı deneyin...
Zihninizi yitirdiğinizi düşünerek; ne yaptığınızı bilmeden bilinçsizce hareket etmeyi deneyin...
Hayal edin en azından...
Ve sonra, 364 gün...
..."Ya ben de" sözcükleriyle başlayan soruyu kendinize sorun.
* * *
Yılın 365 günü engelsiz bir yaşam dileğimle, engelli kardeşlerimin 3 Aralık Engelliler Günü'nü kutluyorum.
(Haber Ekspres, 3 Aralık 2008)
O günden beri, 3 Aralık "Engelliler Günü" olarak bilinmektedir.
Dünyada engelli nüfus 500 yüz milyonu aşarken, Türkiye'de nüfusun yüzde 12.29'unu oluşturan 8.5 milyon engelli yaşamaktadır. Toplam nüfusumuzun yüzde 1.25'ini ortopedik, binde 60'ını görme, binde 37'sini işitme, binde 48'ini zihinsel ve yüzde 9.70'ini diğer engelliler oluşturuyor. Bu veriler 2002 yılının verileridir.
Şimdi ise, Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı - Türkiye İstatistik Kurumu işbirliğiyle 2009 yılında II. Türkiye Özürlüler Araştırması yapılacak. Bu araştırmada Türkiye'de ne kadar engelli vatandaş bulunduğunun yanı sıra engellilerin coğrafi dağılımları, eğitim durumları, sağlık alanındaki ihtiyaçları, engel gruplarına göre dağılımları belirlenecek.
* * *
Değerli okurlarım, Türkiye'ye gelen bir yabancıya "8.5 milyon engellimiz var" dediğimizde inanmayacaktır. Hatta kendi insanımız bile inanmayacaktır. Çünkü sokaklarda ve caddelerde ne çok engelli görebilirsiniz ne de onların rahatça gezip dolaşacağı, hayatını devam ettireceği çevresel olanakları.
Engelli kardeşimizin büyük bir kısmı evlerinden dışarıya çıkamıyorlar. İşte bu yüzden engellilerimizin yaşadığı sorunlar toplumun gözünden kaçıyor.
Bazen de, bakıp da görmüyoruz. Sıkıntılara şahit olduğumuz zamanlar da, çözüm bulmaya çalışmak yerine, birkaç saniyelik bir duygu yoğunluğunun ardından dönüyoruz gündelik yaşamlarımıza.
Sonra da unutuyoruz.
Değerli okurlarım bakıp da görmemek olmamalı yaşantımız. Yurttaşlar olarak, yönetimler olarak, medya ve sivil toplum örgütleri olarak bakmalıyız, görmeliyiz ve gerekli önlemleri almalıyız. Eğer bakıp da görmezsek, o zaman bizler de yaşayan birer engel bizler oluruz.
Açıkça söylüyorum. Engellilerin önlerindeki engelleri kaldırmayı düşünmeyen, o davranışı sergilemeyen zihniyetteki herkes, yaşayan "canlı birer engeldir".
Eğer yaşayan birer engel olmak istemiyorsanız, 3 Aralığı Engelliler Gününde;
Bir tekerlikli sandalyeye binip sokaklarda dolaşmayı, top oynamayı, okula gitmeyi, hatta merdiven çıkmayı deneyin mesela.
Ya da gözlerinizi bağlayıp okula, işyerine, sinemaya gitmeyi, televizyon seyretmeyi, kitap okumayı, yazı yazmayı deneyin...
İki kolunuzu veya iki ayağınızı bağlayıp hiç kimseden yardım almadan günlük ihtiyaçlarınızı karşılamayı deneyin...
Konuşamadığınızı düşünerek; derdinizi anlatabilmeyi deneyin bir kez.
Kulaklarınızı tıkayıp söylenenleri duymayı deneyin...
Zihninizi yitirdiğinizi düşünerek; ne yaptığınızı bilmeden bilinçsizce hareket etmeyi deneyin...
Hayal edin en azından...
Ve sonra, 364 gün...
..."Ya ben de" sözcükleriyle başlayan soruyu kendinize sorun.
* * *
Yılın 365 günü engelsiz bir yaşam dileğimle, engelli kardeşlerimin 3 Aralık Engelliler Günü'nü kutluyorum.
(Haber Ekspres, 3 Aralık 2008)
02 Aralık 2008
AÇ KARINLARINI SEVGİYLE DOYURAN ANNELER...-ZAFER YAPICI
Geçtiğimiz günlerde saygıdeğer emekli öğretmenlerimizle, Türkiye'nin gerçekleri üzerine sohbet ediyorduk. Öğretmenlerin bulunduğu bir ortamda eğitimden bahsetmemek olur mu? Söz döndü dolaştı eğitimle ekonomi arasındaki ilişkiye geldi.
Öğretmen dostlarımızdan biri, emekliye ayrılmadan önce başından geçen ve hepimizi düşündüren şu olayı anlatmaya başladı:
"Öğrencilerime bir gün, 'Neden annenizi seviyorsunuz?...' sorusunu yönelttim. Bu soruya öğrencilerimin verdiği cevaplar hemen hemen aynı idi. Fakat bir öğrenci öyle bir cevap verdi ki; işte o zaman yoksulluğun görünmeyen yüzü ortaya çıkıverdi..."
Değerli okurlarım bu noktada bir parantez açalım. Söz konusu öğrenci, kırsal bir bölgede değil, ailesiyle birlikte kentte yaşıyor ve kent içinde bir okula gidiyor...
İşte öğrencinin öğretmenine verdiği yanıt: "Annemi çok ama çok seviyorum. Çünkü annem sabah kahvaltısında iki kardeşime ve bana son kalan üç zeytini ve üç dilim ekmeği paylaştırdı. Ama o aç kaldı. Babam da iş arıyor ama iş yok. Paramız kalmadı.
Annemin aç kalmasına çok üzülüyorum. Annemin bizi doyurmak için yaptığı bu fedakârlığı hiç mi hiç unutmayacağım. İşte öğretmenim, onun için annemi çok ama çok seviyorum..."
* * *
Değerli okurlarım, yeni emekli olan saygıdeğer öğretmenimizin anlattığı bu olay, yokluklar içinde, çocuklarını doyurmak için kendisi aç kalan bir anne örneğini gözler önüne seriyor.
Karnını hiçbir şeyle değil ama sevgiyle doyuran bir anne örneğini...
* * *
Bir tarafta yoksulluk içinde doymaya ve okumaya çalışan çocuklarımız ve onların sevgileriyle beslenen anne ve babaları yaşam savaşı verirken...
Diğer tarafta "oy" için; "çıkar" için yiyecek, içecek ve yakacak dağıtılıyor.
İhtiyacı olana da olmayana da...
Üstelik kimi iktidar yandaşı, torbasından, çuvalından zengin ediliyor sizin vergilerinizle dağıtılan yardımların. Kimi yandaş unundan, yumurtasından...
AKP vatandaştan aldığını yandaşa ya da yandaşlaştırmak istediğine veriyor anlayacağınız.
Kimsesizlerin kimsesi olan sosyal devlet çökertildiği ve onu yüceltecek siyasi anlayış iktidarda olmadığı için gerçek yoksullar yerine "oy" vereceklere sahip çıkılıp yardım yapılıyor...
...Ve rüşvet karşılığı alınacak oylarla, bu kez annelerin ve çocukların bir zeytinine, bir dilim ekmeğine göz dikecek politikalara zemin hazırlanıyor.
* * *
Demokratik, laik sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin istisnasız her yurttaşı eşit haklara sahiptir diyoruz biz.
Oysa AKP, devletin olanaklarını ve 70 milyon vatandaşımızın hakkını, kendi çıkarları için, kendi yandaşlarına ya da yandaşlaştırmak istediklerine "oy" karşılığında dağıtıyor...
Olan yine, onuru ile yaşam mücadelesi veren; çocuklarını doyurup kendisi aç kalan ama çocuklarının sevgisiyle doymaya çalışan cefakar, fedakar annelere oluyor.
* * *
Kasım 2008 rakamlarına göre ülkemizde açlık sınırı 738.07, yoksulluk sınırı 2.404.14 YTL.
Kasım 2008. Üç adet zeytin, üç dilim ekmek, üç çocuk. Ve sevgiyle doyan bir anne...
Binlerce yeni işsiz...
Yoksulluğun erişemediği sevgiyle karınlarını doyurmaya aday anne ve babalar...
* * *
Bir ayağımız uzay çağında ya da değil. Diğer ayağımızın ham çarık, kıl çorapta
olduğu açık seçik ortada.
Anneler aç kalmasın, çocuklar üzülmesin...
...Anneler ve babalar çocuklarıyla birlikte güzel günler görsünler istiyoruz.
Tam da bu nedenle, AKP zihniyetinin birbirini üreten yoksulluk, yolsuzluk ve yandaşlık ekonomisine karşı sosyal devlet anlayışını savunuyoruz.
(2 Aralık 2008, Haber Ekspres
Öğretmen dostlarımızdan biri, emekliye ayrılmadan önce başından geçen ve hepimizi düşündüren şu olayı anlatmaya başladı:
"Öğrencilerime bir gün, 'Neden annenizi seviyorsunuz?...' sorusunu yönelttim. Bu soruya öğrencilerimin verdiği cevaplar hemen hemen aynı idi. Fakat bir öğrenci öyle bir cevap verdi ki; işte o zaman yoksulluğun görünmeyen yüzü ortaya çıkıverdi..."
Değerli okurlarım bu noktada bir parantez açalım. Söz konusu öğrenci, kırsal bir bölgede değil, ailesiyle birlikte kentte yaşıyor ve kent içinde bir okula gidiyor...
İşte öğrencinin öğretmenine verdiği yanıt: "Annemi çok ama çok seviyorum. Çünkü annem sabah kahvaltısında iki kardeşime ve bana son kalan üç zeytini ve üç dilim ekmeği paylaştırdı. Ama o aç kaldı. Babam da iş arıyor ama iş yok. Paramız kalmadı.
Annemin aç kalmasına çok üzülüyorum. Annemin bizi doyurmak için yaptığı bu fedakârlığı hiç mi hiç unutmayacağım. İşte öğretmenim, onun için annemi çok ama çok seviyorum..."
* * *
Değerli okurlarım, yeni emekli olan saygıdeğer öğretmenimizin anlattığı bu olay, yokluklar içinde, çocuklarını doyurmak için kendisi aç kalan bir anne örneğini gözler önüne seriyor.
Karnını hiçbir şeyle değil ama sevgiyle doyuran bir anne örneğini...
* * *
Bir tarafta yoksulluk içinde doymaya ve okumaya çalışan çocuklarımız ve onların sevgileriyle beslenen anne ve babaları yaşam savaşı verirken...
Diğer tarafta "oy" için; "çıkar" için yiyecek, içecek ve yakacak dağıtılıyor.
İhtiyacı olana da olmayana da...
Üstelik kimi iktidar yandaşı, torbasından, çuvalından zengin ediliyor sizin vergilerinizle dağıtılan yardımların. Kimi yandaş unundan, yumurtasından...
AKP vatandaştan aldığını yandaşa ya da yandaşlaştırmak istediğine veriyor anlayacağınız.
Kimsesizlerin kimsesi olan sosyal devlet çökertildiği ve onu yüceltecek siyasi anlayış iktidarda olmadığı için gerçek yoksullar yerine "oy" vereceklere sahip çıkılıp yardım yapılıyor...
...Ve rüşvet karşılığı alınacak oylarla, bu kez annelerin ve çocukların bir zeytinine, bir dilim ekmeğine göz dikecek politikalara zemin hazırlanıyor.
* * *
Demokratik, laik sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin istisnasız her yurttaşı eşit haklara sahiptir diyoruz biz.
Oysa AKP, devletin olanaklarını ve 70 milyon vatandaşımızın hakkını, kendi çıkarları için, kendi yandaşlarına ya da yandaşlaştırmak istediklerine "oy" karşılığında dağıtıyor...
Olan yine, onuru ile yaşam mücadelesi veren; çocuklarını doyurup kendisi aç kalan ama çocuklarının sevgisiyle doymaya çalışan cefakar, fedakar annelere oluyor.
* * *
Kasım 2008 rakamlarına göre ülkemizde açlık sınırı 738.07, yoksulluk sınırı 2.404.14 YTL.
Kasım 2008. Üç adet zeytin, üç dilim ekmek, üç çocuk. Ve sevgiyle doyan bir anne...
Binlerce yeni işsiz...
Yoksulluğun erişemediği sevgiyle karınlarını doyurmaya aday anne ve babalar...
* * *
Bir ayağımız uzay çağında ya da değil. Diğer ayağımızın ham çarık, kıl çorapta
olduğu açık seçik ortada.
Anneler aç kalmasın, çocuklar üzülmesin...
...Anneler ve babalar çocuklarıyla birlikte güzel günler görsünler istiyoruz.
Tam da bu nedenle, AKP zihniyetinin birbirini üreten yoksulluk, yolsuzluk ve yandaşlık ekonomisine karşı sosyal devlet anlayışını savunuyoruz.
(2 Aralık 2008, Haber Ekspres
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)