30 Ekim 2011
DEPREMİN ARDINDAN GERİCİ SARSINTILAR…- ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, henüz depremin artçı sarsıntıları sürerken gericiler toplumsal sarsıntılar yaratmaya ve kendilerine bu acı içinde bile taraftar bulmaya gayret ediyorlar.
Van Depremi’nin meydana getirdiği yıkım ve gözyaşının üzerine şimdi bir de bazı kendini bilmez kişilerin yarattığı yıkım eklendi.
Van’ın Erçiş ilçesinde cüppeli ve sarıklı bazı tarikat üyeleri, depremin yarattığı yıkım sonrası ne yapacağını şaşırmış çaresiz vatandaşlarımıza “Bu şehre öğrenciler geldi. Bu şehrin kaderi değişti. Bu şehirde fuhuş yaşandı ve Allah belamızı verdi” diyerek oradaki acı içindeki vatandaşları etkilemeye ve öğrencilere karşı isyan ettirmeye çalıştılar.
Ancak depremzedelerin konuşmalara pirim vermediğini gören gericiler oradan uzaklaşıp gittiler.
Şimdi sormamız gerekmez mi?
Neden yurdun dört bir yanından gelen öğrenciler bu gericiler tarafından hedef seçildi?
Onları rahatsız eden neydi?...
Sahi bunlar kim? Bu cüreti, bu yetkiyi kimden ve nasıl alıp da öğrenciler hakkında ahlaksızca sözler söylüyorlar? Depremi onların varlığıyla nasıl izah edebiliyorlar?
26 Aralık 1939 Erzincan Depremi’nde 32.962 kişi, 1 Şubat 1944 Bolu/Gerede’de 3.959 kişi, 19 Ağustos 1966 Varto’da 2.394 kişi, 6 Eylül 1975 Lice’de 2.385 kişi, 17 Ağustos 1999 Marmara’da 17.480 kişi depremde yıkım altında kalarak öldüler. Bunların sorumlusu da öğrenciler mi?
Yoksa helali haramı ayırt edemeyen, malzemeden çalıp müteahhitlik yapmaya çalışan ancak Müslümanlıkta mangalda kül bırakmayan, teknolojiden anlamayan, sadece kendisini ve kendisini kollayanları düşünen, cebini doldururken zekatını vermeyi de ihmal etmeyen, sırtını sağlam yere(!) yaslayanlar mı asıl sorumlu olanlar?…
Ya da onlara bu fırsatı, bu olanağı tanıyan; onları kollayan ve koruyan güçler mi?...
Bu sorunun cevabını sosyologlar araştırıp bulmalıdırlar. Bu sorunun cevabını Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı bulmalıdır. Bu sorunu cevabını Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bulmalıdır. Bu sorunun cevabını Türkiye Büyük Millet Meclisi bulmalıdır. Bu sorunun cevabını Cumhuriyet Savcıları bulmalıdır. Bu sorunun cevabını muhalefet partileri, demokratik kitle örgütleri, tarafsız basın organları, aydınlar, yurtseverler bulmalıdır.
Bu sorunun cevabı hemen bulunmalı. Çünkü bu sorunun cevabı bulunmazsa ortada bir cumhuriyet kalmayacak, ortada insanlık kalmayacak.
Kısacası görülüyor ki ülkemize musallat olan bu gerici zihniyet, Atatürk Türkiyesini ve onun değerlerini tüm acıların kaynağı olarak sunacak. Halkı rejime karşı kışkırtmaya devam edecek. Soyguncuları, hilekarları, dolandırıcıları aklayacak.
Değerli okurlarım, bir yanda Pasinler depreminde (1924) Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın üzüldüğünü gören bir depremzede yurttaşın “Esef etmeyiniz paşam. Hükümet-i Cumhuriyet var olsun. Hiçbir şey istemeyiz. Onların (cumhuriyetin) sayesinde biz bu köyleri altından yaparız” diyen Kemalist söylemleri.
Diğer yanda Van depreminin oluş nedenini genç öğrencilerin varlığına bağlayan gerici zihniyetlerin söylemleri.
Bir yanda ölüm döşeğinde bile cumhuriyet kutlamalarını iptal ettirmeyen Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk.
Diğer yanda depremi bahane ederek Atatürk Cumhuriyetinin 88’inci yıl kutlamalarını genelge yayınlayarak iptal eden Başbakan Recep Tayip Erdoğan.
Değerli okurlarım, Cumhuriyet yasta da kutlanılır sevinçte de. Çünkü Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir.
İşte gerçek Atatürk Cumhuriyeti’nin farkı. İşte gerçek lider Mustafa Kemal Atatürk’ün farkı.
(Haber Ekspres Gazetesi-31.10.2011)
24 Ekim 2011
SINIRI AŞMAK- ZAFER YAPICI
19 Ekim tarihinde Hakkari Çukurca’da gerçekleştirilen yirmi dört canımızı yitirdiğimiz hain terör saldırısının 20 Ekim tarihli Zaman Gazetesi’nde yer alış biçimi oldukça can sıkıcıydı.
Zaman Gazetesi bu terör eylemini “Sınırı Aştılar” başlığıyla verdi.
Ne demek sınırı aşmak?
MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın “bir noktaya kadar tolere edebiliyoruz” dediği sınır bu muydu? Günlük, haftalık, aylık “tolere edilebilir” (!) şehit sayımız mı vardı? Bu sayılar aşılınca mı teröre karşı önlem alınacaktı?
Yirmi dört can yitirilince mi terör örgütü sınırı aşmış oldu? On sekiz şehit olsaydı aşılmayacak mıydı bu sınır? Ya da her gün birkaç şehidimiz olduğunda, haftalık on beşin altında kaldığında bu sayı, tolere edilebilir bir durum mu oluşacaktı? Sınır aşılmamış mı olacaktı?
* * *
Değerli okurlarım, böyle saçma sapan bir mantıkla terörle mücadele edilebilir mi? Terör sorunu yaşayan herhangi bir ülkede, bu başlık atabilecek kadar şehitliği hafife alan bir gazete görme olasılığınız var mıdır?
* * *
Terörle mücadele kararlılığı gösteren bir ülke yönetiminden beklenen, terörizmi bir noktaya kadar hoş karşılayan gazeteleri uyarmasıdır.
Oysa başbakan Erdoğan, “seçtiği” medya yöneticileriyle toplantısında, terör şehitlerimizin acılarının paylaşılmasını teröre dolaylı destek olarak tanımladı. Erdoğan şöyle dedi: “Medyaya bir müdahale arzusunda değiliz. Bu demokratik bir durum da olmaz. Ancak otokontrol mekanizmasının daha iyi çalıştırılmasını bekliyoruz. Şehidinin başındaki annenin görüntüsünü tekrar tekrar anlatmak PKK’dan başka kimsenin işine yaramaz. Çatışma dili savaş dili ülkenin birliğine hizmet etmez. Bu ve benzeri konuları toplantıda etraflıca ele aldık.”
İyi. Medya organları şehitlerin adlarını saymakla yetinsinler, bu konudaki toplumsal tepkiyi yansıtmasınlar. Hatta saymasınlar da. “Bugün tolere edilebilir miktarda şehidimiz var” desinler. “Sınırı aşmadan”, olayı “tolere edilebilir” bir boyutta tutsunlar!
Nazilli Beğerli köyünde açlık ve yoksulluk içinde yaşayan şehit Mehmet Çetin’in ailesinden kimsenin haberi olmasın.
Sakaryalı Jandarma Çavuş Birol Elmas’ın, annesi ve kardeşlerinin yaşadığı evin borcundan dolayı kesik olan elektriğini devletin değil, Sakarya Elektrik Dağıtım Şirketi çalışanlarının aralarında para toplayarak açtırdığını kimse bilmesin.
Ispartalı Süleyman Kalkan’ın, Artvinli Soner Ateşsaçan’ın, Hataylı Mesut Cengiz’in, Erzurumlu Murat Kazanç’ın, Ağrılı Ramazan Akın’ın, Sinoplu Halil Özdoğru’nun… şehitlerimizin bir zamanlar yaşıyor olduklarını bile kimse duymasın.
Somali için (başbakanın gözüne girebilmek için) çırpınanların, Başbakan’ın annesi vefat edince gazetelere ilan verme kuyruğuna giren özel ve tüzel kişilerin, şirket, sendika ve spor kulübü patronlarının şehit yakınlarına destek için kılını kıpırdatmadığını kimse görmesin.
Aklımıza, gönlümüze de mi kilit vuralım?...
(hABER eKSPRES gAZETESİ- 24 EKİM 2011)
17 Ekim 2011
DOĞALGAZ VE ENERJİ BAĞIMLILIĞIMIZ- ZAFER YAPICI
Geçtiğimiz günlerde Enerji Bakanı Taner Yıldız, basın ve yayın kuruluşlarının yeterince üzerinde durmadığı ancak enerji konusunda Türkiye’nin geleceğini yakından ilgilendiren önemli bir açıklama yaptı. Yıldız’ın belirttiğine göre Türkiye, Karadeniz’in kuzeyinden Rus doğal gazını Türkiye’ye bağlayan Batı Boru Hattı konusunda Rusya Federasyonu ile anlaşmazlık içindeydi.
Anlaşmazlığın nedeni, Rusya Federasyonu’nun yeni doğalgaz sözleşmesi için doğalgaz fiyatlarına zam istemesiydi.
Taner Yıldız aynı açıklamasında bulduğu çözümü (!) de açıkladı. Zam nedeniyle sözleşmenin yenilenmesinin söz konusu olamayacağını, ancak özel şirketlerin bu boru hattını kullanmalarının mümkün olacağını belirtti.
Bunun üzerine Rus enerji şirketi Gazprom’un Başkan Yardımcısı Alexander Medvedev, “Söz konusu gaz hacmini Türkiye piyasasındaki nihai tüketicilere ulaştırılmak üzere, mevcut ve yeni alıcılara, özel sektör de dahil olmak üzere, tedarik etmeye hazırız” dedi.
* * *
Taner Yıldız’ın açıklamaları, özel sektör ile Rusya Federasyonu devleti ve boru hattı konsorsiyumu arasında yapılacak yeni sözleşmeler aracılığıyla Batı Hattı’ndan gelecek doğalgazın dağıtımının da özel sektör tarafından yapılacağını gösteriyor.
Türkiye’nin diğer doğalgaz boru hatlarından Batı Hattı’na, bu hatta yaşanacak herhangi bir kesinti durumunda aktarım yapacak iletim hatlarının bulunmaması da söz konusu. Bu zaafın iki sonucu var. Birincisi, Batı hattında doğalgaz kesildiğinde başta Marmara’nın sanayi bölgeleri olmak üzere Batı Anadolu’nun birçok kenti doğalgazsız ve hatta bu bölgelerde elektrik üretimi de doğalgaza bağımlı olduğundan elektriksiz kalabilecek. İkincisi, fiyat belirleme konusunda özel sektör bir tekel konumuna taşınacak.
Elbette kar etme amacı taşıyan özel sektör firmaları, Rusya Federasyonu’ndan zaten yüksek fiyattan alacakları doğalgazı daha yüksek fiyattan halka satacaklar. Bu nedenle büyük zamlar söz konusu olacak. Devlet de zamların sorumluluğunu “serbest piyasa” düzenine atacak. “E, ne yapalım” denecek…
* * *
Tehlike burada bitmiyor. Rusya Federasyonu’nun enerji stratejisi sadece enerji tedarikçisi olmakla sınırlı değil. Rusya Federasyonu enerji tedarik ettiği ülkelerde, enerji iletim hatlarının ve enerji dağıtım şirketlerinin yönetimlerini ele geçirme ve böylelikle hedef devletlerle enerji konusunda bağımlılık ilişkisini büyütme stratejisini de yürütüyor.
Bu durum, Rus enerji şirketlerinin büyük ihtimalle öncelikle Türk ortaklarla, Batı Hattı’ndan gelecek doğalgaz konusunda ihaleye katılmaları anlamına gelecek. Bu durumda Rus devleti, fiyatları kırabilir. Büyük zamlardan endişe eden hükümet de durumu kabullenebilir. Böylelikle bu hattın enerji dağıtım şebekesi de Rusya Federasyonu’nun kontrolüne geçebilir. Ki böyle bir durum, enerji konusunda ülkemize orta vadede büyük zamlardan daha büyük zarar verir.
Nereden bakarsanız bakın enerji konusunda tehlikeli bir sürecin içindeyiz. Bu sürecin sorumlusu AKP’dir. Yaşadığımız sorunlar, Türkiye’nin kaynaklarının Türkiye’nin doğalgaz bağımlısı bir ülke haline getirilmesi için kullanılmasının doğal bir sonucudur.
Değerli okurlarım, geç kalınmakla birlikte vakit geçirmeden yapılması gereken, Türkiye’nin enerji konusunda dışa bağımlılığını azaltacak çevreye dost yenilenebilir enerji kaynaklarının üretiminin bir devlet politikası haline getirilmesi; böylelikle enerji çeşitliliğinin sağlanmasıdır.
(Haber Ekspres Gazetesi- 17 Ekim 2011)
10 Ekim 2011
NEDEN ÇOCUKLUKLUĞUMUZUN VE GENÇLİGİMİZİN BAKIŞ AÇISINI OKUYAMIYORUZ?...- ZAFER YAPICI
Bazen çocukluk ve gençliğimizi yaşamımızın önemsiz bir ayrıntısı gibi görürüz. Erişkinliğe ulaşma sürecinde zorunlu ve geçici bir evre olarak tanımlarız.
Haklıyızdır ilk bakışta.
Çünkü “yetişkin mantığımız” şunları söyler: Hangi devleti ya da en basitinden bir şirketi, bir çocuk, bir genç yönetmiş ki? Ya da hangi savaşı bir çocuk, bir genç çıkartmış? Çocukların seçimlerde oy kullandıkları nerede görülmüş?...
Çocukları ve gençleri erişkin değerlerimize dayanarak önemsizleştirmeye hazırdır bilincimiz kısacası…
* * *
Bazen onları da kategorilere ayırırız. Ataerkil bir yapıda yetişmişsek özellikle…
Çocuk bir anda önemlileşir sürpriz bir biçimde. Ancak sadece erkek olduğunda!
Erkek çocuk, çocuk olduğundan değil, geleceğin otorite kaynağı olacağından dolayı değer kazanır.
Erkek çocuğun temel kimliği; çocukluğu elinden alınır. Kimliksizleşir.
Kız çocuğa zaten yoksunluk kalmıştır.
* * *
Hani çocuktur der, önemsemeyiz ya…
Bu sözü söylerken aslında hem çocuklarımıza hem de çocukluk ve gençlik günlerimize; yani kendimize ve “bir zamanlar” taşıdığımız değerlere haksızlık yapmış oluruz.
Oysa çocuklar ve gençler dünyanın en saf varlıklarıdır. Üstelik en büyük psikologları…
Ayırımsız her çocuk ve genç doğaldır. Cesurdur. Olduğu gibi görünür göründüğü gibi olur. Sözünü esirgemez; açık sözlüdür. Çıkarı, hileyi, yalanı-dolanı, takiyeyi bilmez.
İnsana hiç olmazmış gibi geliyor ama bugün ülkemizi yönetenler de bir zamanlar çocuktular, gençtiler. Onların da tertemiz duyguları, düşünceleri, davranışları ve bakış açıları vardı.
O çocuk ve gençler bugün hakim oldular, savcı oldular. Cumhurbaşkanı oldular, başbakan oldular. Bakan oldular, milletvekili oldular. Vali oldular, kaymakam oldular...
Devleti yönetir oldular…
Yönetir oldular da ne oldu? Çocukluklarının ve gençliklerinin o tertemiz duygu, düşünce, davranış ve bakış açılarını görev aldıkları devlet yönetimlerine taşıyıp, ülkeyi geliştirip güzelleştirdiler mi?
Dürüstlüğe bağlı kaldılar mı? Yolsuzluğu, yoksulluğu, işsizliği ve krizleri çözdüler mi?...
Emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalığa ve eşitsizliğe baş kaldırabildiler mi?...
Ya da bu sorunları çözmeyi gerçekten istediler mi?
Rüşveti, adam kayırmayı, üçkağıtçılığı üretmediler mi?
Doğallık yerini yapaylığa, cesurluk yerini korkaklığa bıraktı. Olduğu gibi görünen göründüğü gibi olanlar, oldukları gibi görünmemeye göründükleri gibi olmamaya başladılar. Sözünü esirgememe, susmaya dönüştü. Çıkarı, hileyi, yalanı, dolanı, takiyeyi benimseyen bir anlayış ortaya çıktı…
Neden insanlar büyürken, çocukluklarının ve gençliklerinin o tertemiz duygularını, düşüncelerini, davranışlarını, bakış açısını ve ideallerini kendileriyle beraber büyütüp her gittikleri yere onları da taşımayı düşünmüyorlar? Neden?...
Eğer ülkeyi yönetenler, çocukluklarının ve gençliklerinin o tertemiz değerlerini kendileriyle beraber büyütüp devlet yönetimine yansıtmış olsalar idi, bugün ne terörden bahsedilirdi, ne yolsuzluklardan, ne yoksulluklardan, ne etnik ne de dinsel çatışmalardan. Ne anayasa değişikliğinden, ne iç-dış siyasetteki olumsuzluklardan…
İşte o zaman Türk milleti milli egemenlik, milli bağımsızlık, milli birlik ve beraberlik, yurtta sulh cihanda sulh, çağdaşlaşma, bilimselcilik ve akılcılık, insan ve insan sevgisini şiar edinmiş olarak mutlu geleceğe emin adımlarla yürüyor olacaktı.
Tıpkı, Mustafa Kemal Atatürk’ün döneminde olduğu gibi.
Mustafa Kemal Atatürk; kurtuluşu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini, ilkelerini ve devrimlerini, kendisiyle beraber büyüttüğü çocukluk ve gençlik değerleri üzerine inşa etti.
Onun için Mustafa Kemal Atatürk, Bursa Söylevi’nde ve Gençliğe Hitabesi’nde Türkiye Cumhuriyetini; doğal, cesur, olduğu gibi görünen göründüğü gibi olan, sözünü esirgemeyen, açık sözlü, çıkarı, hileyi, yalanı dolanı, takiyeyi bilmeyen, vatanını ve milletini seven çocukluk ve gençlik değerlerini yitirmemiş yurtsever genç beyinlere emanet etti.
Onun için, dünyanın hiçbir yerinde benzeri olmayan bir bayramı “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı çocuklara, “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı”nı da gençlere hediye etti.
Bugünün yönetenlerinin çocuklarına ve gençlerine bakıyoruz. İş dünyasında “durmak yok yola devam” diyorlar. Küçük yaşlarda şirketler yönetip, ortaklıklara girişiyorlar. Babalarının teşvikleri, destekleri, çabalarıyla, neredeyse çocukken çocukluk değerlerini yitiriyorlar.
* * *
Değerli okurlarım bugün Türk milleti olarak neden Mustafa Kemal Atatürk’ün emanetine sahip çıkmıyoruz? Yoksa yurttaşlar olarak biz de mi tıpkı bizi yönetenler gibi çocukluk ve gençlik değerlerimizi yitirip başkalaştık?
Mustafa Kemal Atatürk’ten öğreneceğimiz çok dersler var; çok…
Halk olarak çocukluğumuzda ve gençliğimizde sahip olduğumuz ve şimdi de çocuklarımızda ve gençlerimizde varlığına şahit olduğumuz o tertemiz değerlerden alacağımız çok dersler var…
…En çok da AKP iktidarının ve zihniyetinin alacağı dersler var…
(Hber Ekspres Gazetesi- 10 Ekim 2011)
03 Ekim 2011
TÜRKÇE TÜRK ULUSUNUN SES BAYRAĞIDIR- ZAFER YAPICI
26 Eylül 1932 tarihinde İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda Birinci Türk Dil Kurultayı toplandı…
Aradan geçen 79 yılın ardından kurultaylar unutuldu, işlevsizleştirildi. Türkçedeki bozulma ve yabancılaşmanın araştırılması ve Türkçenin korunması ve etkin kullanımı için alınması gereken önlemler, Meclis araştırma komisyonlarının göstermelik toplantılarına terk edildi.
Eğitim sistemimiz, düşünce kodlarımız, ekonomimiz, dış politikamız, yönetim anlayışımız kuşatma altında. Bunlarla bağlantılı olarak; belki de bunların görüntüsü olarak dilimiz de… Bazı yabancı diller ile Türkçe’nin karışımından oluşan adlar (cümbüsh, dönerchi, eskidji, simitland, börek center…) tabelalara çoktan yerleşti. Radyo ve televizyon programlarında geçen Türkçe için anlamsız sözcükler (maytaba almak, cızlamı çekmek, oha falan olmak, okey, bye…) özellikle gençlerin dağarcıklarına sızmakta. Internet kullanımı yeni ve çarpık bir dil yaratıyor. Birçok üniversitemizde; hatta orta öğretim kurumlarımızda eğitim dili Türkçe değil! Tüm bu yabancılaşma örneklerinin bir “moda oyunu”nun gereği olarak sunulduğu “popüler kültür” açmazıyla karşı karşıyayız. Yabancılaşmanın getirdiği siyasal edilgenliğin Batı çıkarlarına karşı ılımlı muhafazakar(!) iktidarın işine gelmesi açmazımızı daha da büyütüyor…
Değerli okurlarım, bugünkü eğitim sistemimiz ezberciliğe, kültürsüzlüğe, araştırmanın ve düşünmenin reddine olanak tanımaktadır. Bunun sonucunda bilinçli olarak sunulan “yeni dili” konuşan toplum modelleri yaratılmak istenmektedir. Geleneklere, kültüre ve dile aykırı davranışların; nezaketsizliklerin artması bu modellerin kabul görmesiyle ortaya çıkmaktadır. Atatürk: “Milli Eğitim’in ne olduğunu bilmekte hiçbir tereddüt kalmamalıdır. Bizde Milli Eğitim esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti münakaşa edilemez” demekle Milli Eğitim’in ne kadar önemli olduğunu bizlere anlatarak gereğini yapmamızı istemiyor muydu?
Örneğin relaks olmak, cv, okey, spontane, full-time, koordinasyon, absürt, partner, okeylemek, misyon, vizyon, departman, security, imitasyon, adisyon, dizayn, bye bye gibi sözcükler günlük kullanım diline sızmış durumda. Bu gibi sözcüklerin bilinçli yahut bilinçsiz bir biçimde kullanımını dilimizi unutturmaya yönelik girişimler olarak tanımlanamaz mı?
Değerli okurlarım, dilimizin yabancılaştırılmasını yani dil faciasını önlemek, Türkçe’nin etkin kullanımını ve korunmasını gerektirmektedir.
Son dönemde dildeki yabancılaşma karşısında bir girişim TBMM’den geldi. 13.02.2007 tarihinde 106 milletvekili tarafından “Türkçe’deki Bozulma ve Yabancılaşmanın Araştırılması, Türkçe’nin Korunması ve Etkin Kullanımı için Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Araştırma Komisyonu” uzmanların da görüşlerini alarak görevini üç ay sonra bitirdi. Komisyonun araştırmaları sonucunda ne verilere ulaşıldı? Hangi önlemler meclis gündemine taşındı dersiniz?...
Somut bir önlem yok. Somut araştırma sonuçları yok, somut uygulamalar yok.
Dileğimiz Ekim ayında TBMM çatısı altında çalışmalara başlayacak milletvekillerinin ilk işlerinin “Türkçe’deki Bozulma ve Yabancılaşmanın Araştırılması, Türkçe’nin Korunması ve Etkin Kullanımı için Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla” yeni bir komisyonu kurmak olmasıdır. Bu da yetmez komisyon raporları halka duyurulmalı, gereken tedbirler yasama ve yürütme organları tarafından alınmalıdır.
İşte o zaman, “Artistlik yapma lan. El kol hareketi çekme. Ananı da al git. Onları hoplatacağım. Densiz…Şuursuz…Nasipsiz. Kes ulan sesini. Otur ulan oturduğun yerde, her şeye burnunu sokma…”, “Babalar gibi özelleştirme yapacağız. Vergileri tiko toplayacağız. Bana yamuk yapanları oyarım…” gibi üsluplar kullanılmaz…
Türk milleti olarak bu ve buna benzer üslupları anlamakta güçlük çekiyoruz. Aktarılan nezaketsiz laflar ne birer atasözü, ne deyim, ne de kalıplaşmış sözdürler. Bu tür konuşmalarını “halkın içinden geldik, bu halk lisanıdır” deyip kullanarak, hem halkı hafife alıyorlar, hem de halka saygısızlık yapıyorlar.
Kısacası onların kullandıkları dil halk dili değildir. Halk bu değildir!
Rıfat Ilgaz ne güzel söylemiş:
Bak, devrim ne güzel!
Barış ne güzel!
Dayanışma, özgürlük,
Hele bağımsızlık…
En güzeli sevgi.
Sev Türkçeni çocuğum.
Dilini sevenleri sev…
Değerli okurlarım, bugünkü yazımı Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleriyle bitirmek istiyorum: “Türk demek Türkçe demektir”, “Milli his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli olması, milli hissin gelişmesinde başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkelerin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır”, “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, alakalı olmasını isteriz.”
Atatürk’ün vasiyetini yerine getirmek için ulusça ikinci bayrağımız olan ses bayrağımızı; Türkçemizi koruyup etkin kullanmalıyız.
Ülkemizin ve dilimizin kuşatılmasına asla izin vermemeliyiz…
(Haber Ekspres Gazetesi-03 Ekim 2011)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)