26 Mart 2012
REKLAM VE KİMLİK- ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde karşılaştığım bir gazete haberi, hem Türkiye’de kapitalizmin işleyişi hem de Türk siyasi hayatının geldiği nokta konusunda oldukça ilginç bir örnek oluşturuyor.
Olay şu… Siz de medya organlarında karşılaşmışsınızdır. Doğal destek ürünleri adı altında birçok ürün piyasada satılıyor ve bu ürünlerin tanıtımları gerek televizyonlarda gerek basın kuruluşlarında yer alıyor.
Bu ürünlerden birinin reklamı da geçtiğimiz günlerde farklı gazetelerde yer almış.
Buraya kadar her şey normal. İlginç olan, aynı ürünün reklamının farklı gazetelerde, o gazetelerin okur kitlesinin kimlik değerleriyle paralel semboller kullanılarak sunulması.
Ürünün farklı gazetelerdeki reklamlarında ürünü hazırlayan kişinin fotoğrafları yer alıyor. Ancak fotoğraflar gazetelere göre değişiyor.
Örneğin Milli Görüş çizgisinin yayın organı olan Milli Gazete’de ürün, ürünü tasarlayanın sakallı ancak kravatlı fotoğrafı altında tanıtılıyor.
Bu durum, Mili Görüş çizgisinin kimliğiyle paralel. Sakal, bu kitlede yaygınken, Milli Görüşçüler arasında kravat konusunda bir itiraz görülmüyor. Zaten Necmettin Erbakan başta olmak üzere Milli Görüş çizgisindeki siyasetçilerin büyük bir kısmı kravat kullanmışlardır.
Aynı ürünün Akit gazetesinde yer alan tanıtımında ise ürünü tasarlayanın sakallı ancak kravatsız bir fotoğrafı kullanılıyor.
Akit, Milli Gazete’ye kıyasla daha radikal tavrıyla biliniyor. Bu gazetenin yazarlarının kravatı modernizm ile ilişkilendirerek bu aksesuara modernizm eleştiri üzerinden saldırmaları gözlemleniyor. Reklamda bu duruma uygun bir fotoğraf seçilmiş.
Ürünün tanıtımı Taraf Gazetesi’nde de yer almış. Taraf’taki tanıtımda ise aynı kişinin bu kez kravatlı ancak sakalsız fotoğrafı kullanılmış.
Herhalde reklamı hazırlayanlar Taraf’ı modernizmin tarafında tahayyül ediyorlar!
Aynı reklam Cumhuriyet, Aydınlık, Ortadoğu, Posta, Radikal gibi gazetelerde yayınlansaydı, acaba aynı kişi ne şekilde fotoğraflanırdı?
Mesela Cumhuriyet’te top sakallı ve gözlüklü, Aydınlık’ta devrimci bıyıklı, Ortadoğu’da ülkücü bıyıklı, Posta’da küpeli, Radikal’de uzun saçlı!…
…Olabilir miydi acaba?
Neden bilmem aklıma 1995 seçimlerinde DSP’den milletvekili seçilen bir zat-ı muhterem geldi.
Bu kişi kısa aralarla DSP, ANAP, DYP, MHP ve DTP rozetlerini takmış, katıldığı partinin söylem ve sembollerine aynı gün uyum sağlama becerisini göstermişti.
(HABER EKSPRES GAZETESİ- 26.03.2012-www.haberekspres.com.tr- www.turkcelil.com)
19 Mart 2012
NATO, AFGANİSTAN VE ŞEHİTLERİMİZ- ZAFER YAPICI
Soğuk Savaş yıllarında Batı dünyasının güvenlik örgütü olarak faaliyete geçen NATO (Kuzey Atlantik İşbirliği Örgütü), hem Soğuk Savaş yıllarının hem de günümüzün en tartışmalı örgütlerinden biri.
Bu örgütün tartışmalı olmasının ilk nedenini NATO Antlaşması metninde bulmak mümkün…
NATO Antlaşması’nın en önemli maddelerinden biri beşinci maddesi. Bu madde kısaca “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” anlamına geliyor. NATO’ya üye devletlerin biri ya da daha çoğu bir silahlı saldırıya uğradığında, bu saldırı tüm üye devletlere gerçekleştirilmiş sayılacak. Meşru müdafaa bağlamında ortaklaşa tepki verilecek.
Tarihsel deneyim gösteriyor ki bu madde ABD’nin güvenliğine karşı herhangi bir silahlı saldırı işlendiğinde tartışmasız uygulanıyor. 11 Eylül sonrasında gerçekleştirilen Afganistan Operasyonu bu duruma en belirgin örnek.
Oysa Türkiye, çok daha fazla sayıda insanını teröre kurban vermesine rağmen, Türkiye’nin teröre karşı mücadelesinde bu maddenin uygulanabilirliği akla dahi getirilmiyor.
Yani öyle her zaman birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için olmuyor!
Gerçi bu madde uygulansa, bu durumun Türkiye için olumlu sonuç vereceği de şüpheli. Çünkü ABD’nin ve NATO’nun Türkiye ile istihbarat paylaşımı bile oldukça sorunlu. Uludere’de ABD istihbaratına bağlı olarak gerçekleşenler unutulabilir cinsten değil!
Johnson Mektubu sanki her gün yenileniyor.
Johnson Mektubu, Amerika Birleşik Devletleri başkanı Lyndon B. Johnson tarafından Türkiye başbakanı İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihinde gönderilmişti. Mektubun amacı Türkiye’nin Kıbrıs’ta antlaşmalar hukuku çerçevesinde kullanması meşru olan bir müdahale hakkını engellemekti.
Türkiye 1952 yılından itibaren NATO üyesi olmasına rağmen mektupta, Türkiye’nin olası müdahalesi sonucunda eğer Türkiye SSCB’nin silahlı saldırısına uğrarsa NATO’nun 5. maddeyi işletmeyeceği iması yer almaktaydı.
NATO Antlaşması’nın bir diğer maddesi, NATO’nun sadece bir savunma işbirliği örgütü olmadığının en kesin kanıtı. Antlaşmanın 3. maddesine göre taraf devletler, “uluslararası ekonomi politikalarında çatışmayı ortadan kaldırmaya yönelecekler ve taraflardan herhangi biri ya da hepsi ile ekonomik işbirliğini teşvik edeceklerdir”. Bu demek oluyor ki, NATO aynı zamanda bir siyasal örgüt. Daha da önemlisi kapitalist ekonomi modelini kurumsallaştırmayı hedefleyen bir örgüt!
Değerli okurlarım, NATO’nun ne çeşit bir örgüt olduğunu anlayabilmek için sadece NATO antlaşma maddelerine bakmak yetersiz kalır.
Çünkü NATO’nun “gizlilik içermeyen” stratejilerden bir çoğu, NATO antlaşma metni ile oynanmadan, “stratejik konsept belgesi” adı verilen dokümanlar aracılığıyla gerçekleşmiştir.
Bu belgeler aracılığıyla NATO’nun coğrafi alanı Afganistan’a; görev alanı “dost” rejimlerin silahlı kuvvetlerinin eğitilmesine varıncaya kadar geliştirilmiştir.
Bir de bu antlaşma maddelerinin ve stratejik konseptlerin hiçbirinde yer almayan ancak var olduğu herkesçe bilinen bir gizli yan vardır!
Örneğin Soğuk Savaş yıllarında birçok devlette meşru hükümetleri devirmeye yönelik gizli faaliyetlerin NATO bünyesinde gerçekleştiği bilinmektedir.
NATO’nun resmi belgelerine yansımayan görev alanına bu “gizli” operasyonlar dahil olmaya devam etmekte midir sorusu akılları kurcalamaktadır.
Sonuçta böyle tartışmalı bir örgütün Afganistan misyonu kapsamında görev yapan on iki askerimizi ne yazık ki geçtiğimiz günlerde yitirdik.
Sözün bittiği yerdeyiz…
(Haber Ekspres Gazetesi- 19.03.2012-www.haberekspres.com.tr-www.turkcelil.com)
12 Mart 2012
KADINA KARŞI ŞİDDET SADECE YASAYLA ÖNLENİR Mİ?...- ZAFER YAPICI
Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun Tasarısı TBMM’de oybirliğiyle kabul edildi.
Peki, bu yasa özetle neler getirecek?
Baskı ve tehdit gören kadınlar savcılık veya mahkeme aşamasından önce valiler veya kaymakamlarca korumaya alınabilecek.
Şiddet uygulayan kişiler evinden uzaklaştırılacak. Tedbir kararına uymayanlara hapis, elektronik kelepçe ve bilezik takma gibi cezalar verilecek.
Hakim kararı ile teknik araç ve gereçler kullanılarak tedbir kararlarının takibi yapılabilecek. Ancak, konuşmaları dinleme, izleme ve kayıt altına alma gibi işlemler yapılmayacak. Bu yöntem, kişinin bulunduğu yerin tespiti ve yerinin elektronik ortamda izlenmesi ile sınırlı kalacak.
Şiddete karşı korunan kadına ve çocuklarına uygun barınma yeri sağlanacak, geçici maddi yardım yapılacak. 16 yaşından büyükler için aylık net asgari ücretin otuzda birine kadar günlük ödeme yapılacak.
Mağdur kadınların çocuklarına kreş olanağı sağlanacak. Çalışan kadınlara 4, çalışmayanlara ise 2 ay 350 TL kreş yardımı yapılacak.
Şiddet uygulayan kolluk kuvvetleri bile olsa kişinin silahına el konulabilecek.
Korunan kişinin hayati tehlikesi varsa kimlik, diğer bilgi ve belgeleri de değiştirilecek.
Bu yasa aynı zamanda şiddet mağduru erkekleri de koruyacak.
* * *
Değerli okurlarım, tabii ki yasaların çok büyük önemi vardır. Tabii ki yasa olmadan bir toplumun düzeni sağlanamaz. Bunda hemfikiriz. Ancak bize göre kadına karşı şiddet konusunda esas amaç, sosyolojik gerçekleri de göz önüne alarak, bu yasanın getirdiği hükümlere muhtaç olmamayı sağlayacak bir toplumsal önlem paketinin yürürlüğe konulması olmalıdır.
Nedir o gerçekler?
Örneğin, aile içi demokrasi yoksunluğu. Ailede kadın-erkek eşitliği çerçevesinde saygı, sevgi, dayanışma, barış, birlikte karar verme, birlikte uygulama, sevinci ve kederi birlikte paylaşma gibi süreçlerin bir program dahilinde topluma eğitim ve medya kanalıyla benimsetilmesi bu sorunu çözme noktasında yararlı olabilir.
Bir diğer örnek ekonomik sorunlar. Ekonomik özgürlüğü olmayan bir kadının her bakımdan erkeğin eline bakması ve onun inisiyatifine terk edilmesi. Sonuç olarak özgürlüğünün kısıtlı olması... Kadının ekonomik özgürlüğünün olmadığı bir ortamda kadın söz sahibi olabilir mi? Kadının söz sahibi olmadığı bir ortamda aile içi demokrasiden söz edilebilir mi? Bu durumda yapılması gereken öncelikle kadınının ekonomik özgürlüğüne kavuşturulmasıdır. Devlete kadının ekonomik özgürlüğünün güvence altına alınması konusunda çok büyük görevler düşmektedir. Devlet öncelikle aile reisi kavramını kaldırıp, anne ve babayı eşitler olarak görmeli. Kadınlara yeni iş olanakları yaratılmalı.
Çalışmayan ev kadınlarına eşlerinin aldığı maaşın içinde yer alan sosyal yardımlar, çocuk yardımları gibi ek ödemeler devlet eliyle maaş olarak ödenmeli. Ayrıca kurumlar tarafından yapılan tüm sosyal yardımlar ve eğitim yardımları kadın hesabına yapılmalı. Yerel yönetimler tarafından açık ve kapalı alanlarda kadınların emekleriyle yarattıkları ürünler sergilenmeli ve böylelikle onların gelir elde etmeleri sağlanmalı. Meslek kursları açılmalı.
Tüm bu önlemlerin etkisiyle kadınların kendilerine olan inançları artacak. Ekonomik özgürlüklerin artması eşitlik konusunda da sonuçlar doğuracak.
Eğitim de oldukça önemli. Yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi okullarda aile içi demokrasi dersi programlara eklenmeli. Her öğrencinin küçük yaştan itibaren paylaşmayı, uzlaşmayı, kadın erkek eşitliğini, özgürlüğü, konuşma ve dinleme kültürünü, saygıyı, insan sevgisini içselleştirmesi sağlanmalı.
Sadece çocuklar mı bu eğitimi almalı?...
Tabii ki hayır! Periyodik olarak her kadın ve erkek; her anne ve baba çocuklarının okullarında akşamları veya tatil günleri aile içi demokrasi dersleri almalı. Özellikle şiddete meyilli erkekler bilinçlendirilmeli. Bu düzenlemeyi de Milli Eğitim Bakanlığı yapmalı…
Görsel basında hemen hemen her gün her kanalda silahla, bıçakla, yumrukla bezenmiş şiddet, hiddet, kin ve nefret içeren dizi ve filmlerin gösterildiği bir ortamda bu yasaların çıkması ne kadar anlamlı ise; bu dizi ve filmlerin yasa çıktıktan sonra kaldırılması veya en aza indirilmesi de o kadar anlamlı olacaktır. Bunların yerine aile içi demokrasiyi konu alan şiddet, korku ve hiddet içermeyen eğitici ve öğretici dizi ve filmlerin medyada daha fazla yer edinmesi aile içi şiddeti daha da azaltacak; sevgi ve hoşgörü ortamı oluşturacaktır.
Değerli okurlarım, yasalar çok önemli. Ama asıl önemli olan toplumsal yaşamı yasalara uygun bir biçimde düzenleyebilmek.
Özgürlükten, aile içi demokrasiden, emeğin üstünlüğünden, eşitlik ve sosyal adaletten, çoğulculuk ve katılımcılıktan, dayanışmadan, hukukun üstünlüğünden ve paylaşmadan ancak toplumsal yaşam kadın-erkek eşitliğini merkeze alarak demokratikleştirildiğinde bahsedebiliriz.
Ancak o zaman kadınıyla, erkeğiyle omuz omuza, yan yana mutlu yarınlara eşitler olarak yelken açabiliriz.
(Haber Ekspres Gazetesi-12.03.2012-www.haberekspres.com.tr- www.turkcelil.com)
08 Mart 2012
DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ…- ZAFER YAPICI
Aslında biraz daha ileriye giderek; 8 Mart’ın dünyada emeği sömürülen kadınların günü olarak hatırlanması gerektiğine inanıyorum.
Neden mi?
Tarih boyunca savaşların ve emeğin sömürülmesinin getirdiği yoksulluk, herkesten önce kadınları etkiledi.
Irak’ta binlerce kadının tecavüze uğrayıp çaresiz duruma düşmesi bu duruma en yakın örnek değil mi?
Irak’a kadar gitmeye gerek var mı diyeceksiniz? Hayır yok… Aynaya bakalım yeter…
Aynı toplumsal artıyı üretmelerine rağmen erkek kadar ücret alamayan kadınlarımız...
Eş, aile ve çevreden gelen şiddete ve baskıya maruz kalan kadınlarımız…
Savunmasız ve çaresiz olarak cinayetlere kurban edilen kadınlarımız… Törenin vurduğu kadınlarımız…
İşte Türkiye’de ve dünyada ekonomik bağımsızlığı elinden alınan emekçi ve emeği sömürülen kadınlarımızın durumu…
* * *
Dilerim Dünya Kadınlar Günü’nde yükselen bilinci, yılda sadece bir gün değil, 365 gün aynı duygu, coşku ve hassasiyetle gündemde tutarız…
Değerli okurlarım, benim içtenlikle katıldığım görüş kadın sorununun sadece bir cinsiyet sorununa indirgenemeyeceği, bir toplum sorunu, bir kültür sorunu olarak değerlendirilmesi gerektiği yönünde. Bunu çözen toplum, çok büyük bir atılım gücünü elde eder, bunu çözememiş olan toplumlar ise çok büyük sorunlarla, sıkıntılarla karşı karşıya kalırlar. Aslında bu sorunun çözülmesi çağdaşlaşmanın hem gereği hem de temel aracıdır. Çağdaşlaşmanın temelinde kadın-erkek eşitliği yatarken, bu eşitliğin sağlanması aynı zamanda toplumsal değişimin diğer alanlarına da etki eder. Kadın–erkek eşitliğinin toplum tarafından benimsenmesi, uygulanması ile barışın, dayanışmanın ve paylaşmanın önü açılabilir.
Ne yazık ki, laik cumhuriyetin değerleriyle hesaplaşma sürecinde ilerleyen siyasi iktidar, kadın sorununu da “takiye mantığıyla” sözde sahiplenir görünme gayreti içine girerken, aslında bu sorunu “türbana” eşitleyerek çözümsüzleştirmektedir. Laik cumhuriyetin kadın hakları konusundaki tüm kazanımlarının altını oymaktadır. AKP mantığı kadınlara “pozitif ayrımcılık” gibi bir olumlu ve gerekli yaklaşımı bile “takiye mantığıyla” kullanmaktadır. İktidarın yaklaşımı “pozitif ayrımcılık”ı çarpıtıp, bu kılıfla aslında kadını “ötekileştirmektedir”. Oysa kadınları toplumsal ortamlarda tecrit eden, onları ya erkeklerin arkalarına; “kadınlara özel yapılmış” tesislere, ya da evlerine kapatan anlayışı sahiplenerek, onlara yapılan baskıya, şiddete ve cinayete kurban gitmelerine seyirci kalarak kadın hakları savunulamaz.
Bu süreçte, gerici zihniyetlere karşı kadın hakları mücadelesini yürütecek olanlar yine kadınlarımızdır. Kadınlarımızın yanında yer alan; onlara değer veren, destek olan erkeklerimizdir. Tüm toplumumuzdur. Bu mücadeleyi başarıya ulaştıracak olan azimdir, kararlılıktır, güvendir, dayanışmadır, paylaşmadır ve barıştır.
Nasıl mı başaracağız? Hemen söyleyeyim: Gözlerimizi dünyaya açar açmaz bizi ilk kucaklayan, besleyen, hastalanınca başımızda sabahlayan annelerimiz değil mi? İlk sevgiyi, ilk saygıyı, davranış kalıplarını topluma karışmadan önce aile içerisinde anne ve babalarımızdan öğreniriz; öyle değil mi? Yani annemiz ve babamız ilk öğretmenlerimizdir. Çekirdek aile içinde anne ve baba, çocuklarını yetiştirirken cinsiyetleri dolayısıyla çocukları arasında ayrımcılık yaparsa (ben öyle yetiştirildim görüşüyle); erkek çocuklarını ön plana çıkarıp kız çocuklarını ikinci plana iterse;
• Erkek çocuk kendinin güçlü olduğunu,
• Kızların ve kadınların ikinci planda kaldığını,
• Onların kendinden farklı ve erkeklerinin hizmetinde olduğunu,
• Her kararın kendisi tarafından verileceğini, kadının itiraz hakkı ve görüşü olmadığını düşünmeye başlar.
Bu kültürle yetişen çocuklar sosyal hayata atıldığında aynı alışkanlıklarını yeni kuracağı ailesinde, okulda, iş yerinde ve devlet kademelerinde hatta ülke yönetiminde de sürdüreceklerdir. Kısır döngü devam ettikçe, kadın-erkek eşitsizliği devam edecektir. Ülkemizde bu çarpıklık ne yazık ki karşı devrim sürecinde toplumsal bağlamda yüceltilmiş, kadın, Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’si uygulamasının aksine ötekileştirilmiştir. Şimdi kadını ötekileştiren uygulamalarla mücadele edecek toplumsal ve siyasi iradeye ihtiyaç var!
Değerli okurlarım, kadınıyla erkeğiyle ayırım yapmadan insan olarak, eşitler olarak bu dünyayı yeniden kurabiliriz. Şimdiden başlayarak her çekirdek ailede anne ve babalar kız ve erkek çocuklarını eşit olarak görmeli. Düşünüş ve eylemlerimizi, paylaşmaya, dayanışmaya, barışa, sevgiye, saygıya, hoşgörüye yani aile içi demokrasiye dayalı bir kültür anlayışına uygun şekle dönüştürmeliyiz.
Bu anlayış içinde yetişen çocuklarımız sosyal hayatın ve ülke yönetimlerinin her kademesinde olumlu alışkanlıklarını sürdürecek ve kardın-erkek eşitsizliği kendiliğinden kaybolacak…
İşte o zaman kadını ve erkeği ile eşit bir Türkiye hedefimiz gerçekleşmiş olacaktır.
1923 yılında Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN, “Bir toplum aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse ilerlemesine ve medenileşmesine teknik bakımdan imkan, ilmi bakımdan da ihtimal yoktur” sözünden yol çıkarak…
…“Önce insan” sloganımızla o gayeye doğru kadını ile erkeği ile yan yana, omuz omuza yürümeye; hatta koşmaya ne dersiniz?..
(Haber Ekspres Gazetesi- 8 Mart 2012- www.haberekspres.com.tr- www.turkcelil.com)
05 Mart 2012
ÇOCUKLUĞUMUZ, ÇOCUKLARIMIZ VE TORUNLARIMIZ… ZAFER YAPICI
Bazen çocukluğumun o güzel günlerini hatırlarım. Tatlı bir tebessümle ve bir parça özlemle dalıp giderim o anlara bazen. Neden tebessümle ve özlemle anarım o yakın ama “milattan önce zamanları” bilir misiniz? Aslında hepiniz bilirsiniz…
Kiminiz çocukluğa özgü bir saflıkla, o ‘bir varmış bir yokmuş zamanlarda’ hep güzellikleri görürdünüz, kötülükleri ötelerdiniz diyebilirsiniz bana. Sonra da eklersiniz: Yıllardan bugüne hafızanızda kalanlar da hep o güzellikler olmuştur diye… Ya da, kiminiz çıkarsınız bir “zaman içinde yolculuğa”, benimle aynı yelkenlide. Çocuk saflığına bürünürsünüz bir anda, ne kadar acımasız kılsa da hayat sizi yaşlandıkça. Ve sonra fark edersiniz değişimini alışkanlıkların, yitip gidişini eski zamanların, silinişini yürekten dostlukların, komşulukların, yoldaşlıkların… Yaşlı gözlerle bakmanın yetmediğini anlarsınız “dünyayı kurtaran adam” olmaya…
Sonra çevreye bakarsınız kiminiz. Ormanların yerini ağaçlara bıraktığını görürsünüz. Tek tük… Talan edilen sadece ormanlar mıdır oysa? Biz de talan edilmedik mi toplumca son zamanlarda… Şimdi de, “ne bir orman gibi kardeşçesine” yaşayabiliyoruz, ne de “bir ağaç gibi tek ve hür”…Tahtadan gövdeleri beden yapmışızdır bazımız bireyci ve çıkarcı; sonradan görme ruhlarımıza. Kılınan sadece çocuk ruhlarımızın cenaze namazlarıdır…
“Bireyler topluluğumuz” içine kapanmıştır… Evini otel gibi kullanan, evden işe, işten eve gidenlerin dünyası olmuştur yaşadığımız. Komşuluk ilişkileri, iş ilişkileri, mesleki ilişkiler, toplumsal ilişkiler kaybolmuştur adeta. “Cemaatleştirilemeyenler”, sokulamayanlar yobaz kalıplara, etkisizleştirilmiştir duyarsız yaşam alanlarında. Bireysel çıkarın parıltısı iki, bilemediniz üç kişilik dünyalar yaratmıştır. İletişim sanallaşmıştır, yok olmuştur bir başka deyişle “sözde iletişim çağında”!
Sokağa çıktığımızda ilk karşılaştığımız komşumuza “-günaydın, nasılsınız”, üzgün birisini görünce “-neden üzgünsünüz? konuşabilir miyiz? yardım edebilir miyim?” demeyi çoktan bir kenara bıraktık. Yolda, trafikte yapılan hataları söylemeye bile cesaret edemez hale geldik. Hele birey ve toplum olarak ülkemizle ilgili sorunları…
Söylesek dahi hiddete, şiddete maruz kaldık çoğunlukla. Tepkisizleştirildik. Galiba biz halk olarak uyutulmakla kalmadık, uyuşturulduk…
Ekonomik durumlar, siyasal, sosyal ve kültürel durumları etkiledi. En çok etkileyen de şu her odamızı, her yaşam alanımızı zapt eden sihirli kutular oldu. Televizyonlar ve bilgisayarlar bizi evlerimize kilitledi; birbirimizle son bağlarımızı da kesti. Pembe diziler, televoleler yeni rol kalıpları yarattılar, bizi bizden aldılar. Maçlar deseniz, hareketsizleştirdiler hepimizi. Internet büyüttü iletişimsizliğimizi. Oysa tuşlar yerini tutamazdılar sıcak bir selamlaşmanın…
Kapanırken içimize, bir kültürel hegemonya boğdu bizleri. Önce “yurttaşlığımızı” unutturmaya çalıştılar. Atatürk’ü, Atatürk’ün ilkelerini ve devrimlerini unutturmaya çalıştılar, içeriden dışarıdan… Sonra, “ak, ak” diyenler daha da kararttı onurlu geleceğimizi. Üçkağıtçılar kahramanları oldular yalan düzenin. Paralara, ödüllere, itibarlara boğuldular. Güneşimizi çaldıklarını sandılar…
Her şeyimizi çaldılar ama güneşimizi çalamadılar. Yüreğimizin bir yerinde büyüttüğümüz güneşimizi. Çalamadılar çalamayacaklar… Çünkü zamanında “aydınlığın” ne olduğunu çok iyi öğrendik biz, Atamızdan, Mustafa Kemalimizden, Atatürkümüzden… Nereden geleceğini ışığın en iyi biz bildik “çocuk ruhlarımızla”… Karanlığın ne olduğunu en iyi biz anladık…
Buna rağmen bizim çocukluğumuzu da çalmak istediler…
O da yetmedi…
Şimdi de çocukluklarımızın, torunlarımızın o korkusuz, yürekli, olduğu gibi görünen göründüğü gibi olan, ön yargısız; o saf ve temiz çocukluk yıllarını çalmaya ve şekillendirmeye çalışıyorlar 4+4+4’lerle…
Aydınlığa gitmeden güneşlerini çalacaklar çocuklarımızın…
Karanlıkta yaşatacaklar çocuklarımızın çocukluklarını…
…Unutturmak için güneşimizi, Atamızı, Atatürkümüzü; onun felsefesini, ilke ve devrimlerini, laik cumhuriyetimizi…
(Haber Ekspres Gazetesi- 05.03.2012- www.haberekspres.com.tr- www.turkcelil.com) ZAFER YAPICI
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)