Değerli okurlarım, terörle mücadeleyi gerçekten amaç edinen bir devlet yönetiminin en büyük hedefi, "terörle bir yere varılmaz" düşüncesini hem teröristin hem de yurttaşların zihinlerine yerleştirebilecek tedbirleri almak olmalıdır.
Bunun tam tersi, yani devlet yöneticilerinin, terör örgütlerinin istemlerini müzakere konusu haline dönüştürmeleri, terörün önlenmesi noktasında en büyük hatalardan biridir. Çünkü böyle bir durumda, teröristin terör yoluyla hedefine ulaşabileceği düşüncesi yaygınlık kazanır.
Bir taraftan terörist, amaca ulaşmada kullandığı yolun geçerli olduğu kanaatine erişir. Daha cüretkar hedefler için daha fazla terörist eyleme yönelebilir.
Diğer taraftan sıradan yurttaşlar, "terörle bir yere varılamaz" düşüncesinin uygulamada geçersiz olduğu fikrine kapılır. Böylelikle hukuk sistemi başta olmak üzere devletin kurumsal yapısına güvenlerini yitirirler. Adalet düşüncesinin yitişi toplumda kolay tamir olmayan büyük hasarlar bırakabilir.
Bir başka ifadeyle, suçun cezasız kalması (dahası ödüllendirilmesi), suçluyu yüreklendirirken, suçsuzun adalete inancını sarsar. İki durumda da kamu düzeni önemli zararlar görür.
***
Değerli okurlarım, hükümetin "Kürt Sorunu" (!) konusunda son süreçte ortaya attığı muğlak "açılımın" içeriği, yukarıda kısaca aktarmaya çalıştığım terörle mücadele mantığı bağlamında tartışmalı noktalar barındırıyor.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal bu tartışmalı noktaları geçtiğimiz günlerde netlikle ortaya koydu.
Baykal'a göre son gelişmeler, Türkiye'yi yönetenlerin terörle mücadele yerine teröristle müzakere platformuna geçmeye başladığını gösteriyor.
Şu sözler Baykal'a ait: "İktidar partisi yetkilileri müzakerelerde silah bırakmanın koşul olmadığını söylüyorlar. Hem müzakerelere başlayacağız hem de silahların bırakılması şart değil diyeceğiz. Bu temasların getireceği nokta teröre son verilmesi değildir. Hiç kimse bunu dile getirmemektedir. Müzakere başka amaçla yürütülmektedir...Şimdi yapılmak istenen Türk milli kimliğini yok sayarak, Türklüğü de bir etnik kimlik seviyesine çekerek, birilerinin milli kimlik arayışının önü açılmaya çalışılmasıdır..."
***
Değerli okurlarım, Baykal'ın saptamaları dikkate değer ve oldukça önemli.
Terörle mücadeleden teröristle müzakere politikasına geçiş, siyasal iktidarın bir türlü içeriğini açıklayamadığı açılımının merkezinde yer alıyorsa, vah bu ülkenin haline...
...Vah...
(Haber Ekspres, 26 Ağustos 2009)
28 Ağustos 2009
KAÇ YAŞINDA OLMALIYIZ?... - ZAFER YAPICI
Bir an çocukluğum geldi aklıma. Girdim zaman tüneline. Gittim 47 yıl evvelline.
Kendimi gördüm aynada.
9 yaşındayım...
Babam çalışıyor...
Belki zengin değildik ama annem, babam ve üç kız kardeşimle, mutlu ve umut dolu bir hayatı konuk etmiştik ailemize...
Hiç unutmuyorum; sabahları erken kalkar "yurttaşlık bilgisi" kitabını büyük hevesle okur ve okula giderdim. İlk yaptığımız şey arkadaşlarımızla selamlaşmak, hep beraber okulun giriş kapısında çok sevdiğimiz öğretmenimizi beklemek ve ona "günaydın öğretmenim" demekti.
Sonra zilin çalmasını beklerdik.
Neşe içinde geçerdi bütün derslerimiz. Hepimiz geleceğe ümitle bakardık. Bir defasında öğretmenimiz bize "ileride ne olmak istiyorsunuz?" dediğinde verdiğimiz cevaplar sanki Atamıza verilmiş birer söz gibiydi...
Ne güzel günlerdi o günler. Yerli Malı Haftası kutlanırdı okulumuzda örneğin. Yurdumun efendisinin ürettiği ürünleri taşırdık sıralarımıza. Sergilerdik doya doya. Gururlanırdık. Duygulanırdık. Üretkenliği öğrenirdik ufuklara güvenle bakabilmek için, ufukları içimizde yakalamak için...
Sonra öğretmenimiz, gözleri dolu dolu, Atatürk'ü anlatırdı. Bu anlatımlarda tüm öğrenciler mücadelelerin ve zaferlerlerin içinde yerlerini alırlardı sanki.
Güvenle, umutla, dikkatle ve büyük bir sessizlik içinde dinlerdik öğretmenimizi.
Zaten o sessizliğin içinden çıktı Atatürk'ün gençliği...
Sahiplendi "gençliğe hitabı"nı aklıyla, mantığıyla.
Ve büyük gururla...
Daha ileriyi hedefledi.
Çünkü bayrak sevgisini, vatan sevgisini, millet sevgisini, cumhuriyet sevgisini, Atatürk sevgisini, öğretmen sevgisini, insan sevgisini bu Milli Eğitim yuvasında öğrendi...
23 Nisan'ı, 29 Ekim'i, 26 Ağustos'u, 30 Ağustos'u, 9 Eylül'ü, 10 Kasım'ı bu Milli Eğitim yuvasında duyumsadı...
"Ne mutlu Türküm diyene" sözünün anlamını; cumhuriyet bilincini bu Milli Eğitim yuvasında özümsedi...
Akıla-bilime güveni ve eleştirel düşünceyi bu Milli Eğitim yuvasında kavradı...
***
Evet değerli okurlarım, sizce Türkiye'nin gerileme sürecinin içeriğini tam olarak algılayabilmek için kaç yaşında olmamız gerekir?
***
Yaşıt okurlarım, lütfen benim gibi, bir an için zaman tünelinden geçip okul çağlarınızın o tertemiz cumhuriyet bilincinizi hatırlayınız, gençlerimize hatırlatınız.
Genç okurlarım, yozlaşmış eğitim sistemi tarafından türlü yollarla edilgenleştirilmeye çalışılan gençlerimiz... Sizler de "ezber bozmak" sözcükleriyle yaratılan yeni "ezberleri" aklınızla, mantığınızla sorgulayınız. Küresel bir ezberi değil eleştirel düşünceyi rehber alınız...
Ancak böylelikle milli eğitimimizin, milli kültürümüzün ve milli kimliğimizin hangi tahribatlara uğratıldığını ve bu tahribatların yarattığı tehlikeleri algılayabiliriz.
...Aynı zamanda ilerlemek için, barış için, umut için "gerçek açılımın" ne olduğunu da!
...Yanılıyor muyum?...
(Haber Ekspres, 25 Ağustos 2009)
Kendimi gördüm aynada.
9 yaşındayım...
Babam çalışıyor...
Belki zengin değildik ama annem, babam ve üç kız kardeşimle, mutlu ve umut dolu bir hayatı konuk etmiştik ailemize...
Hiç unutmuyorum; sabahları erken kalkar "yurttaşlık bilgisi" kitabını büyük hevesle okur ve okula giderdim. İlk yaptığımız şey arkadaşlarımızla selamlaşmak, hep beraber okulun giriş kapısında çok sevdiğimiz öğretmenimizi beklemek ve ona "günaydın öğretmenim" demekti.
Sonra zilin çalmasını beklerdik.
Neşe içinde geçerdi bütün derslerimiz. Hepimiz geleceğe ümitle bakardık. Bir defasında öğretmenimiz bize "ileride ne olmak istiyorsunuz?" dediğinde verdiğimiz cevaplar sanki Atamıza verilmiş birer söz gibiydi...
Ne güzel günlerdi o günler. Yerli Malı Haftası kutlanırdı okulumuzda örneğin. Yurdumun efendisinin ürettiği ürünleri taşırdık sıralarımıza. Sergilerdik doya doya. Gururlanırdık. Duygulanırdık. Üretkenliği öğrenirdik ufuklara güvenle bakabilmek için, ufukları içimizde yakalamak için...
Sonra öğretmenimiz, gözleri dolu dolu, Atatürk'ü anlatırdı. Bu anlatımlarda tüm öğrenciler mücadelelerin ve zaferlerlerin içinde yerlerini alırlardı sanki.
Güvenle, umutla, dikkatle ve büyük bir sessizlik içinde dinlerdik öğretmenimizi.
Zaten o sessizliğin içinden çıktı Atatürk'ün gençliği...
Sahiplendi "gençliğe hitabı"nı aklıyla, mantığıyla.
Ve büyük gururla...
Daha ileriyi hedefledi.
Çünkü bayrak sevgisini, vatan sevgisini, millet sevgisini, cumhuriyet sevgisini, Atatürk sevgisini, öğretmen sevgisini, insan sevgisini bu Milli Eğitim yuvasında öğrendi...
23 Nisan'ı, 29 Ekim'i, 26 Ağustos'u, 30 Ağustos'u, 9 Eylül'ü, 10 Kasım'ı bu Milli Eğitim yuvasında duyumsadı...
"Ne mutlu Türküm diyene" sözünün anlamını; cumhuriyet bilincini bu Milli Eğitim yuvasında özümsedi...
Akıla-bilime güveni ve eleştirel düşünceyi bu Milli Eğitim yuvasında kavradı...
***
Evet değerli okurlarım, sizce Türkiye'nin gerileme sürecinin içeriğini tam olarak algılayabilmek için kaç yaşında olmamız gerekir?
***
Yaşıt okurlarım, lütfen benim gibi, bir an için zaman tünelinden geçip okul çağlarınızın o tertemiz cumhuriyet bilincinizi hatırlayınız, gençlerimize hatırlatınız.
Genç okurlarım, yozlaşmış eğitim sistemi tarafından türlü yollarla edilgenleştirilmeye çalışılan gençlerimiz... Sizler de "ezber bozmak" sözcükleriyle yaratılan yeni "ezberleri" aklınızla, mantığınızla sorgulayınız. Küresel bir ezberi değil eleştirel düşünceyi rehber alınız...
Ancak böylelikle milli eğitimimizin, milli kültürümüzün ve milli kimliğimizin hangi tahribatlara uğratıldığını ve bu tahribatların yarattığı tehlikeleri algılayabiliriz.
...Aynı zamanda ilerlemek için, barış için, umut için "gerçek açılımın" ne olduğunu da!
...Yanılıyor muyum?...
(Haber Ekspres, 25 Ağustos 2009)
22 Ağustos 2009
CHP LİDERİ BAYKAL'IN GÜNEYDOĞU ÖNERİLERİ - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, son günlerde kendini aydın ilan eden kimi kişiler, AKP'nin adını söylediği ancak içeriğini bir türlü ilan edemediği 'Kürt Açılımı'nı dört bir koldan destekliyorlar. Hatta kimi aydınlar (!) ne olduğu henüz belli olmayan AKP açılımını koşulsuz destekleme konusunda boş kağıtlara imzalar atacak kadar kendilerinden geçtiler. CHP'yi ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ı, ne olduğu belli olmayan bu sürece dahil olmadığı için suçlayacak kadar Türk milletinin sezgisi ve zekasıyla alay edecek kıvama geldiler!
Peki, bu süreçte CHP ne diyor? Neyi sorun olarak görüyor? Güneydoğu Sorunu konusunda hangi çözüm yollarını öneriyor? Seçmene ne vaad ediyor?
Öncelikle CHP'nin Güneydoğu Sorunu konusundaki yaklaşımı oldukça tutarlı, açık ve somut önerilere dayanıyor. AKP'nin yaklaşımı gibi tutarsızlıklarla dolu ve muğlak değil.
CHP Lideri Deniz Baykal, şu sözleriyle CHP'nin sorun olarak neyi gördüğünü açıkça ortaya koyuyor:
"Türkiye'de Güneydoğu Anadolu'da yaşayan Kürt kökenli insanlarımızın çok ciddi sorunlarının olduğunu, kendilerini büyük Türkiye'den dışlanmış gibi hissettiklerini, büyük Türkiye'nin bir parçası oldukları duygusunu; aidiyet duygusunu yeterince yaşayamadıklarını görüyorum. Bundan büyük üzüntü duyuyorum... Bunun değiştirilmesini en önemli meselemiz olarak kabul ediyorum. Oradaki bütün insanlarımız, oradaki çocuklarımız, hepsi kendilerini tüm Türkiye'nin sahibi hissedebilmelidir. Oysa şimdi, giderek orası kapanıyor. Giderek orada yaşayan insanlar ya terör örgütünün hiyerarşisi içinde yer tutmaya mahkum hâle dönüşüyorlar, ya dini yapılanmaların içinde gelecek aramaya mecbur hissediyorlar kendilerini ya da mafyalaşmış ilişkilerin bir parçası oluyorlar..."
Peki CHP neyi çözüm olarak görüyor? Baykal'ın sözleriyle devam edelim. "Oradan çıkan çocuk da Türkiye'nin en iyi mühendisleri, en iyi iş adamları, en iyi doktorları, en iyi bilim adamları, sporcuları, sanatçıları arasında yerini alabilmelidir. Türkiye'de o da toplumda saygın olabilmelidir. Türkiye'nin en iyi okulları orada olmalıdır... Okul öncesi de olmalıdır, ilkokul da olmalıdır, ortaöğretim de olmalıdır... Orada istihdam yaratacaksınız, analarına babalarına iş vereceksiniz... Şimdi diyorlar ki 'Biz devletin yatırım yapmasına karşıyız. Biz devlet olarak yatırım yapmayacağız.' 2005'te Diyarbakır'a gittiği zaman Başbakan'a 'İş ver Sayın Başbakanım' diyen iyi niyetli bir kişiye Başbakan 'Biz fabrika kurmayacağız kardeşim' dedi. Fabrika kurmazsan işte böyle olur, o fabrikayı kuracaksın... Efendim, devlet fabrikası zarar eder. Ederse eder, orada artık karlılık bir temel konu olmaktan çıkmıştır... Barajlar kurulmuş, sular toplanmış, kanaletler ihale edilmemiş ve ovalar kupkuru bekliyor. Sulamayı getir iki katı, üç katı, dört katı verim artıyor. Niye yapmıyorsun bunları? Bunu yapmadığın için o çocuklar sokaklarda öyle dolaşıyor. O çocuklar onun içindir ki kendilerine bir gelecek aramak için bambaşka yollara sapmak zorunda kalıyorlar. Bunları değiştirmenin yolu var..."
Değerli okurlarım görülüyor ki CHP, Türkiye için kritik bir süreçte, Atatürk ilke ve devrimlerini ve sosyal demokrat dünya görüşünü merkeze alarak ülkeyi ayrıştıracak değil, kaynaştıracak öneriler sunuyor.
CHP'nin bir başka önemli özelliği etnik kimlik-milli kimlik ilişkisine bakışında ortaya çıkıyor. CHP, etnik kimliği de milli kimliği de onur kaynağı olarak görüp, ikisinin bir arada var olabileceğini savunuyor. Ülkenin kaynaşmasının yolunu, ortak değerlerimiz olan milli kimliğimizi güçlendirecek ekonomik ve siyasi açılımların gerçekleştirilmesinde görüyor. Şu sözler de Baykal'a ait:
...Bizi o süreç dediğin politikanın bir parçası haline getiremezsin... Milli kimlikle oynamak olmaz... Milli eğitime etnisiteyi sokmak kesin olmaz. Bakın, adı üstünde. Ne adı? Milli eğitim... O milli lafı niye orada? O demek istiyor ki, biz hepimiz farklı kültürel, etnik özellikler taşıyor olabiliriz ama uluslaşma sürecimiz içinde hepimiz aynı milletin parçası olma noktasına gelmeye çalışıyoruz. O nedenle çocuklarımızı, geleceğimizi bu ortak anlayış etrafında hazırlayın birbirimize düşman olmayalım, birbirimize karşıt olmayalım, birbirimizi sevelim, sayalım, eşit davranalım birbirimize, o ortak kimliğimizi geliştirelim. Neyle olacak o? Milli kimlikle... Varacağımız hedef birbirimizi sevme hedefi, birbirimizi sayma hedefi, birbirimizin varlığından onur duyma hedefi, birbirimizi dışlama değil, birbirimizi kaynaştırma ve kucaklaşma hedefi, bu hedefe yönelik olarak her türlü öneriyi birlikte destekleriz ama Ortadoğu ülkelerinde yaşanmış olan senaryoyu şimdi Türkiye'ye taşımaya yönelik, bizi etnik ayrıştırmaya götürecek, gelecekte daha da ileri ayrıştırmaların temellerini atacak süreçlere çekmek kabul edilebilir değildir. Buradan uzak durmalarını tavsiye ediyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz geçmişte de bu konuda çok büyük görev yaptık... Etnik kimliğin saygın olduğunu ve hak olduğunu anlatmaya yönelik çalışmalar yaptık, şimdi etnik kimliklerimiz ne olursa olsun hepimizin bir ortak milli kimlik içinde bir ve beraber olduğumuzu herkese anlatmak gibi bir görevimiz var. Bu görevimizi yapıyoruz. Bunu başaracağız. Türkiye'yi kimsenin bölmesine izin vermeyeceğiz, Türkiye buna izin vermeyecektir. Türkiye'nin gerçek sorunları işsizliktir, yoksulluktur, ekonomik sıkıntılardır, onların çözümü için bütün gücümüzle mücadele etmeye devam edeceğiz."
(Haber Ekspres, 20 Ağustos 2009)
Peki, bu süreçte CHP ne diyor? Neyi sorun olarak görüyor? Güneydoğu Sorunu konusunda hangi çözüm yollarını öneriyor? Seçmene ne vaad ediyor?
Öncelikle CHP'nin Güneydoğu Sorunu konusundaki yaklaşımı oldukça tutarlı, açık ve somut önerilere dayanıyor. AKP'nin yaklaşımı gibi tutarsızlıklarla dolu ve muğlak değil.
CHP Lideri Deniz Baykal, şu sözleriyle CHP'nin sorun olarak neyi gördüğünü açıkça ortaya koyuyor:
"Türkiye'de Güneydoğu Anadolu'da yaşayan Kürt kökenli insanlarımızın çok ciddi sorunlarının olduğunu, kendilerini büyük Türkiye'den dışlanmış gibi hissettiklerini, büyük Türkiye'nin bir parçası oldukları duygusunu; aidiyet duygusunu yeterince yaşayamadıklarını görüyorum. Bundan büyük üzüntü duyuyorum... Bunun değiştirilmesini en önemli meselemiz olarak kabul ediyorum. Oradaki bütün insanlarımız, oradaki çocuklarımız, hepsi kendilerini tüm Türkiye'nin sahibi hissedebilmelidir. Oysa şimdi, giderek orası kapanıyor. Giderek orada yaşayan insanlar ya terör örgütünün hiyerarşisi içinde yer tutmaya mahkum hâle dönüşüyorlar, ya dini yapılanmaların içinde gelecek aramaya mecbur hissediyorlar kendilerini ya da mafyalaşmış ilişkilerin bir parçası oluyorlar..."
Peki CHP neyi çözüm olarak görüyor? Baykal'ın sözleriyle devam edelim. "Oradan çıkan çocuk da Türkiye'nin en iyi mühendisleri, en iyi iş adamları, en iyi doktorları, en iyi bilim adamları, sporcuları, sanatçıları arasında yerini alabilmelidir. Türkiye'de o da toplumda saygın olabilmelidir. Türkiye'nin en iyi okulları orada olmalıdır... Okul öncesi de olmalıdır, ilkokul da olmalıdır, ortaöğretim de olmalıdır... Orada istihdam yaratacaksınız, analarına babalarına iş vereceksiniz... Şimdi diyorlar ki 'Biz devletin yatırım yapmasına karşıyız. Biz devlet olarak yatırım yapmayacağız.' 2005'te Diyarbakır'a gittiği zaman Başbakan'a 'İş ver Sayın Başbakanım' diyen iyi niyetli bir kişiye Başbakan 'Biz fabrika kurmayacağız kardeşim' dedi. Fabrika kurmazsan işte böyle olur, o fabrikayı kuracaksın... Efendim, devlet fabrikası zarar eder. Ederse eder, orada artık karlılık bir temel konu olmaktan çıkmıştır... Barajlar kurulmuş, sular toplanmış, kanaletler ihale edilmemiş ve ovalar kupkuru bekliyor. Sulamayı getir iki katı, üç katı, dört katı verim artıyor. Niye yapmıyorsun bunları? Bunu yapmadığın için o çocuklar sokaklarda öyle dolaşıyor. O çocuklar onun içindir ki kendilerine bir gelecek aramak için bambaşka yollara sapmak zorunda kalıyorlar. Bunları değiştirmenin yolu var..."
Değerli okurlarım görülüyor ki CHP, Türkiye için kritik bir süreçte, Atatürk ilke ve devrimlerini ve sosyal demokrat dünya görüşünü merkeze alarak ülkeyi ayrıştıracak değil, kaynaştıracak öneriler sunuyor.
CHP'nin bir başka önemli özelliği etnik kimlik-milli kimlik ilişkisine bakışında ortaya çıkıyor. CHP, etnik kimliği de milli kimliği de onur kaynağı olarak görüp, ikisinin bir arada var olabileceğini savunuyor. Ülkenin kaynaşmasının yolunu, ortak değerlerimiz olan milli kimliğimizi güçlendirecek ekonomik ve siyasi açılımların gerçekleştirilmesinde görüyor. Şu sözler de Baykal'a ait:
...Bizi o süreç dediğin politikanın bir parçası haline getiremezsin... Milli kimlikle oynamak olmaz... Milli eğitime etnisiteyi sokmak kesin olmaz. Bakın, adı üstünde. Ne adı? Milli eğitim... O milli lafı niye orada? O demek istiyor ki, biz hepimiz farklı kültürel, etnik özellikler taşıyor olabiliriz ama uluslaşma sürecimiz içinde hepimiz aynı milletin parçası olma noktasına gelmeye çalışıyoruz. O nedenle çocuklarımızı, geleceğimizi bu ortak anlayış etrafında hazırlayın birbirimize düşman olmayalım, birbirimize karşıt olmayalım, birbirimizi sevelim, sayalım, eşit davranalım birbirimize, o ortak kimliğimizi geliştirelim. Neyle olacak o? Milli kimlikle... Varacağımız hedef birbirimizi sevme hedefi, birbirimizi sayma hedefi, birbirimizin varlığından onur duyma hedefi, birbirimizi dışlama değil, birbirimizi kaynaştırma ve kucaklaşma hedefi, bu hedefe yönelik olarak her türlü öneriyi birlikte destekleriz ama Ortadoğu ülkelerinde yaşanmış olan senaryoyu şimdi Türkiye'ye taşımaya yönelik, bizi etnik ayrıştırmaya götürecek, gelecekte daha da ileri ayrıştırmaların temellerini atacak süreçlere çekmek kabul edilebilir değildir. Buradan uzak durmalarını tavsiye ediyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz geçmişte de bu konuda çok büyük görev yaptık... Etnik kimliğin saygın olduğunu ve hak olduğunu anlatmaya yönelik çalışmalar yaptık, şimdi etnik kimliklerimiz ne olursa olsun hepimizin bir ortak milli kimlik içinde bir ve beraber olduğumuzu herkese anlatmak gibi bir görevimiz var. Bu görevimizi yapıyoruz. Bunu başaracağız. Türkiye'yi kimsenin bölmesine izin vermeyeceğiz, Türkiye buna izin vermeyecektir. Türkiye'nin gerçek sorunları işsizliktir, yoksulluktur, ekonomik sıkıntılardır, onların çözümü için bütün gücümüzle mücadele etmeye devam edeceğiz."
(Haber Ekspres, 20 Ağustos 2009)
MİLLİ KİMLİĞİ ETNİK KİMLİĞE DÖNÜŞTÜRME "AÇILIMI" ! (2) - ZAFER YAPICI
Anayasamızın 66. maddesi "Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür" der.
Değerli okurlarım, bu anayasal hükme rağmen, son zamanlarda başta Başbakan olmak üzere pek çok kişi, "açılım" adı altında milli kimliğimizi etnik kimliklerle beraber saymaktadır. (Arap, Çerkez, Gürcü, Laz, Kürt, Türk...). Böylelikle bu kişiler Türk milli kimliğinin de etnik kimlik gibi algılanmasını teşvik etmekte ve son tahlilde milli kimliğin aşındırılması sürecine katkı sunmaktadırlar.
Bu durum tarihi bir yanlışlıktır. Hele Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın milli kimliği etnik kimlik gibi sıralamaya tabi tutması yapılan yanlışlıkların en büyüğüdür. Milli kimlik ayrı etnik kimlik ayrı değerlerdir. Türklük, Türkiye Cumhuriyeti'nde etnik bir kimlik olarak sınıflandırılmamalıdır. Türklük, yurttaşlık esasına, tarihsel ortaklığa ve ideal birlikteliğine dayanan milli kimliktir.
Başbakan ve pek çok kişi iki kavramı karıştırmaktadır...
Peki neden bu durum tarihi bir yanlışlık anlamına gelmektedir? Milli kimliğin aşındırılması süreci neden tehlikelidir?
Çünkü bir kitleyi bütünleştirip birleştiren değerlerdir milli kimlik. Milli kimlik aşındırılırsa yarışan etnik kimlikler bir ideal birlikteliğinde nasıl buluşabilir?
Eğer milli kimliğimizi aşındırma girişimleri "Kürt
açılımı", "demokratikleşme", "tarihi fırsat" gibi adlar altında gerçekleştirilir ise; bin yıllık kültürümüz, 86 yıllık cumhuriyetimiz ve yapılan devrimler bir anda silinir ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter yapısı ile kurucu ilkeleri tamamen ortadan kaybolmuş olur.
***
Değerli okurlarım milli kimlik o kadar kolay oluşmuyor. Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk ulusu bin yıllık tarihimizin meydana getirdiği kültürle kurtuluşu sağladı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesini oluşturdu.
Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter devlet yapısı korundu ise bunu, Atatürk ilke ve devrimlerine, milli kültürümüze, milli eğitim (laik) sistemimize borçluyuz.
Eğitim sisteminiz milli değerlerimizi genç nesillere aktardı. İdeal birlikteliğini kurumsallaştırdı.
Atatürk'ün kurduğu eğitim sistemiyle yetişen gençlerin cumhuriyet bilinci ile milli kimliklerine sahip çıkmalarıyla ve Atatürk'ün, "Ne mutlu Türküm diyene" anlayışını özümsemeleriyle korundu birliğimiz, bütünlüğümüz...
Türk milletinin bir parçası olarak bizler milli eğitimimize, milli kültürümüze, milli kimliğimize sahip çıkmalıyız.
Çıkmalıyız ki, cumhuriyetimizin ulus, laik ve üniter devlet yapısı ile Atatürk ilke ve devrimlerimiz sonsuza kadar yaşasın.
Yaşasın ki, gerçek özgürlüğün ne olduğu bir kez daha ortaya çıksın!
(Haber Ekspres, 19 Ağustos 2009)
Değerli okurlarım, bu anayasal hükme rağmen, son zamanlarda başta Başbakan olmak üzere pek çok kişi, "açılım" adı altında milli kimliğimizi etnik kimliklerle beraber saymaktadır. (Arap, Çerkez, Gürcü, Laz, Kürt, Türk...). Böylelikle bu kişiler Türk milli kimliğinin de etnik kimlik gibi algılanmasını teşvik etmekte ve son tahlilde milli kimliğin aşındırılması sürecine katkı sunmaktadırlar.
Bu durum tarihi bir yanlışlıktır. Hele Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın milli kimliği etnik kimlik gibi sıralamaya tabi tutması yapılan yanlışlıkların en büyüğüdür. Milli kimlik ayrı etnik kimlik ayrı değerlerdir. Türklük, Türkiye Cumhuriyeti'nde etnik bir kimlik olarak sınıflandırılmamalıdır. Türklük, yurttaşlık esasına, tarihsel ortaklığa ve ideal birlikteliğine dayanan milli kimliktir.
Başbakan ve pek çok kişi iki kavramı karıştırmaktadır...
Peki neden bu durum tarihi bir yanlışlık anlamına gelmektedir? Milli kimliğin aşındırılması süreci neden tehlikelidir?
Çünkü bir kitleyi bütünleştirip birleştiren değerlerdir milli kimlik. Milli kimlik aşındırılırsa yarışan etnik kimlikler bir ideal birlikteliğinde nasıl buluşabilir?
Eğer milli kimliğimizi aşındırma girişimleri "Kürt
açılımı", "demokratikleşme", "tarihi fırsat" gibi adlar altında gerçekleştirilir ise; bin yıllık kültürümüz, 86 yıllık cumhuriyetimiz ve yapılan devrimler bir anda silinir ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter yapısı ile kurucu ilkeleri tamamen ortadan kaybolmuş olur.
***
Değerli okurlarım milli kimlik o kadar kolay oluşmuyor. Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk ulusu bin yıllık tarihimizin meydana getirdiği kültürle kurtuluşu sağladı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesini oluşturdu.
Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter devlet yapısı korundu ise bunu, Atatürk ilke ve devrimlerine, milli kültürümüze, milli eğitim (laik) sistemimize borçluyuz.
Eğitim sisteminiz milli değerlerimizi genç nesillere aktardı. İdeal birlikteliğini kurumsallaştırdı.
Atatürk'ün kurduğu eğitim sistemiyle yetişen gençlerin cumhuriyet bilinci ile milli kimliklerine sahip çıkmalarıyla ve Atatürk'ün, "Ne mutlu Türküm diyene" anlayışını özümsemeleriyle korundu birliğimiz, bütünlüğümüz...
Türk milletinin bir parçası olarak bizler milli eğitimimize, milli kültürümüze, milli kimliğimize sahip çıkmalıyız.
Çıkmalıyız ki, cumhuriyetimizin ulus, laik ve üniter devlet yapısı ile Atatürk ilke ve devrimlerimiz sonsuza kadar yaşasın.
Yaşasın ki, gerçek özgürlüğün ne olduğu bir kez daha ortaya çıksın!
(Haber Ekspres, 19 Ağustos 2009)
MİLLİ KİMLİĞİ ETNİK KİMLİĞE DÖNÜŞTÜRME "AÇILIMI"! (1) - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, son günlerde ülkemizde hükümet ile AKP yandaşı medya-akademisyenler kanalıyla milli kimliğimizi etnik bir içeriğe sahipmiş gibi sunan bir kampanya yürütülüyor. Açık ki bu kampanya, son tahlilde milli kimliği aşındırma amacına hizmet ediyor.
Bugünkü yazımızda birkaç kuramsal argüman ve tarihsel kanıtla bu kampanyanın açıkça söylenen ya da ima edilen temel iddialarını çürütelim.
* * *
Kampanyanın birinci iddiası: Türk milli kimliği, etnik kimliğe dayanmıştır.
Cevap: Bir ulusun milli kimliğinin yegane göstergesi etnik kimlik değildir. Tarihte kimi uluslaşma süreçlerinin etnik bir içerikle yürütüldüğü doğrudur. Oysa etnik kimliğin uluslaşma sürecinde sınırlı bir biçimde kullanılması yahut hiç kullanılmaması da mümkündür (ki temel hak ve özgürlükler açısından baktığımızda ideali budur). Dünyada etnik ölçütlere göre ayrımcılığı merkeze alarak değil, yurttaşlığa dayanarak ulus inşasının en belirgin örneklerinden biri Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiyesi olarak gösterilmektedir. Atatürk, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" diyerek, Türk milletini bir etnik kökene değil, bir ideal birlikteliğine dayandırmış ve ırkçılığa geçit vermeyen bir millet düşüncesini oluşturmuştur. Dolayısıyla Türk milli kimliğinin mayasında etnik unsurlar değil, bir ideal birlikteliği, ayrımcılık değil birleştiricilik vardır.
* * *
Kampanyanın ikinci iddiası: Özgürleşme ancak etnik kimlikleri merkeze alarak gerçekleşir.
Cevap: Etnik kimlikler birbirlerine düşman olarak da tanımlanabilirler, dost olarak da. Bugün Türkiye'de siyaset aracılığıyla örneğin Kürt kimliği Türk kimliği karşıtlığı üzerinden inşa ediliyor. Hükümet de "açılımlarıyla" ve Türk milli kimliğini hasıraltı edip, Türk kimliğini etnikliğe indirgemeye dönük söylemiyle bu sürece dolaylı destek veriyor. Böylelikle bir taraftan bizleri bütünleştiren etnik-ötesi milli kimliğimiz aşındırılırken, diğer taraftan etnik kimlikler düşmanlaştırılıyor. Ortak noktalar, ideal birliktelikleri zayıflatılmış oluyor.
Düşmanlığa pirim verildiği ve ideal birlikteliğinin yok edildiği durumlarda hiç özgürleşme gerçekleşebilir mi? Polonyalı ünlü sosyal bilimci Bronislav Malinovski de iki dünya savaşı arası dönemde özgürleşmenin ancak etnik kimlikleri merkeze alarak gerçekleşebileceğini söylüyor, ideal birlikteliğini önemsiz buluyordu. Sonuçta ne mi oldu? Ülkesi önce zayıfladı, sonra faşizmin işgaline uğradı...
* * *
Kampanyanın üçüncü iddiası: Ulus-devletin sonu gelmiştir. Küreselleşmenin dinamikleriyle uyumlu olmak için gerekirse ülkenin üniter yapısı bile tartışmaya açılmalı.
Cevap: Amaç özgürleşme ise, küreselleşmenin dinamikleriyle, bir başka ifadeyle yeni emperyalizmle uyumlu olarak nasıl özgürleşilir ki? Türkiye'nin emperyalizme karşı özgürleşmesinin tek yolunu Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda gördü. Bölünmeyle değil, etnik kimlikler ötesi bir bütünleşmeyle savunuldu bu topraklar, bu ulusun hakları... Yanıbaşımızda Irak'ın "özgürleştirilmesi" faciası tüm acısıyla yaşanıyorken, aynı şeyi bu kez Türkiye için önerirken yüzünüz nasıl kızarmıyor?
* * *
Değerli okurlarım, bu konuyu işlemeye yarın da devam edeceğiz.
(Haber Ekspres, 18 Ağustos 2009)
Bugünkü yazımızda birkaç kuramsal argüman ve tarihsel kanıtla bu kampanyanın açıkça söylenen ya da ima edilen temel iddialarını çürütelim.
* * *
Kampanyanın birinci iddiası: Türk milli kimliği, etnik kimliğe dayanmıştır.
Cevap: Bir ulusun milli kimliğinin yegane göstergesi etnik kimlik değildir. Tarihte kimi uluslaşma süreçlerinin etnik bir içerikle yürütüldüğü doğrudur. Oysa etnik kimliğin uluslaşma sürecinde sınırlı bir biçimde kullanılması yahut hiç kullanılmaması da mümkündür (ki temel hak ve özgürlükler açısından baktığımızda ideali budur). Dünyada etnik ölçütlere göre ayrımcılığı merkeze alarak değil, yurttaşlığa dayanarak ulus inşasının en belirgin örneklerinden biri Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiyesi olarak gösterilmektedir. Atatürk, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" diyerek, Türk milletini bir etnik kökene değil, bir ideal birlikteliğine dayandırmış ve ırkçılığa geçit vermeyen bir millet düşüncesini oluşturmuştur. Dolayısıyla Türk milli kimliğinin mayasında etnik unsurlar değil, bir ideal birlikteliği, ayrımcılık değil birleştiricilik vardır.
* * *
Kampanyanın ikinci iddiası: Özgürleşme ancak etnik kimlikleri merkeze alarak gerçekleşir.
Cevap: Etnik kimlikler birbirlerine düşman olarak da tanımlanabilirler, dost olarak da. Bugün Türkiye'de siyaset aracılığıyla örneğin Kürt kimliği Türk kimliği karşıtlığı üzerinden inşa ediliyor. Hükümet de "açılımlarıyla" ve Türk milli kimliğini hasıraltı edip, Türk kimliğini etnikliğe indirgemeye dönük söylemiyle bu sürece dolaylı destek veriyor. Böylelikle bir taraftan bizleri bütünleştiren etnik-ötesi milli kimliğimiz aşındırılırken, diğer taraftan etnik kimlikler düşmanlaştırılıyor. Ortak noktalar, ideal birliktelikleri zayıflatılmış oluyor.
Düşmanlığa pirim verildiği ve ideal birlikteliğinin yok edildiği durumlarda hiç özgürleşme gerçekleşebilir mi? Polonyalı ünlü sosyal bilimci Bronislav Malinovski de iki dünya savaşı arası dönemde özgürleşmenin ancak etnik kimlikleri merkeze alarak gerçekleşebileceğini söylüyor, ideal birlikteliğini önemsiz buluyordu. Sonuçta ne mi oldu? Ülkesi önce zayıfladı, sonra faşizmin işgaline uğradı...
* * *
Kampanyanın üçüncü iddiası: Ulus-devletin sonu gelmiştir. Küreselleşmenin dinamikleriyle uyumlu olmak için gerekirse ülkenin üniter yapısı bile tartışmaya açılmalı.
Cevap: Amaç özgürleşme ise, küreselleşmenin dinamikleriyle, bir başka ifadeyle yeni emperyalizmle uyumlu olarak nasıl özgürleşilir ki? Türkiye'nin emperyalizme karşı özgürleşmesinin tek yolunu Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda gördü. Bölünmeyle değil, etnik kimlikler ötesi bir bütünleşmeyle savunuldu bu topraklar, bu ulusun hakları... Yanıbaşımızda Irak'ın "özgürleştirilmesi" faciası tüm acısıyla yaşanıyorken, aynı şeyi bu kez Türkiye için önerirken yüzünüz nasıl kızarmıyor?
* * *
Değerli okurlarım, bu konuyu işlemeye yarın da devam edeceğiz.
(Haber Ekspres, 18 Ağustos 2009)
13 Ağustos 2009
YAŞAM HAKKI MI, YANDAŞ HAKKI MI? - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, bugünkü yazımızda iki örnek üzerinden ülkemizdeki sağlık sisteminin geldiği noktayı tartışacağız.
* * *
1. Örnek: Muş'un Yeşilyurt Mahallesi'nde oturan 23 yaşındaki Sinem Apak 18 Temmuz günü erken doğum tanısıyla acil olarak Muş Kadın Doğum Hastanesi'ne kaldırılır.
Sinem Apak, Meryem ve Ebrar adlı iki kız çocuğunu erken doğumla 6.5 aylık olarak dünyaya getirir. Doktorlar her iki bebekte de solunum yetmezliği olduğunu ve bebeklerin solunum cihazlı kuvöze konulması gerektiğini söylerler. Ama ne hastanede ne de çevre iller olan Erzurum, Elazığ, Diyarbakır, Şanlıurfa, Bingöl hastanelerinde boş kuvöz bulunur.
Sadece Van'da Özel Medikal Park Hastanesi'nde kuvöz bulunur. O da bir tane... Van'daki doktorlar risk almayarak ikiz bebeklerden sadece birinin gönderilmesini isterler. Bunun üzerine Muş Kadın Doğum Hastanesi doktorları sağlık durumu daha iyi olan Ebrar bebeği Van'a gönderirler.
Van'a gönderilen Ebrar bebek hayata tutunur fakat Muş'ta kalan ikizi Meryem bebek, doğumundan 12 saat sonra ölür.
Kuvözün ne derece önemli olduğunu yetkililer Meryem bebeğin ölümünden sonra sanırım anlarlar...
* * *
2. Örnek: Sağlık Bakanlığı'na bağlı Ankara Yıldırım Beyazıt Hastanesi eski başhekimi Doç. Dr. İrfan Şencan şu anda hem Tedavi Hizmetleri Genel Müdür Vekili hem de aynı hastanede klinik şefi olarak görev yapmakta ve her iki görev için 4+7=11 bin TL aylık maaş almakta...
Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü görevini yürüten Mehmet Aydın ise Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Sabahattin Aydın'ın danışmanı. Sabahattin Aydın aynı zamanda İstanbul Haseki Hastanesi'nde klinik şefliği görevini yürütmekte ve her iki görev için ayrı ayrı maaş almakta...
Eski Tedavi Hizmetler Genel Müdürü olan Doç. Dr. Öner Odabaş da Ankara Yıldırım Beyazıt Hastanesi Başhekimliği'ne atanıyor. Aynı zamanda klinik şefliği yapan Odabaş'ın döner sermayeden aldığı payla beraber maaşı 11 bin TL...
Sağlık Bakanlığı bünyesinde yaşanan bu örnek sadece buzdağının görünen yüzü...
* * *
Bir tarafta Sağlık Bakanlığı bütçesinden çifte koltukta çifte maaş alanlar yaratılıyor.
Diğer tarafta kuvöz yokluğundan Meryem bebekler göz göre ölüyor...
AKP iktidarı tarafından yaşam hakkı mı, yandaş hakkı mı korunuyor?
Yorum sizin...
(Haber Ekspres, 11 Ağustos 2009)
* * *
1. Örnek: Muş'un Yeşilyurt Mahallesi'nde oturan 23 yaşındaki Sinem Apak 18 Temmuz günü erken doğum tanısıyla acil olarak Muş Kadın Doğum Hastanesi'ne kaldırılır.
Sinem Apak, Meryem ve Ebrar adlı iki kız çocuğunu erken doğumla 6.5 aylık olarak dünyaya getirir. Doktorlar her iki bebekte de solunum yetmezliği olduğunu ve bebeklerin solunum cihazlı kuvöze konulması gerektiğini söylerler. Ama ne hastanede ne de çevre iller olan Erzurum, Elazığ, Diyarbakır, Şanlıurfa, Bingöl hastanelerinde boş kuvöz bulunur.
Sadece Van'da Özel Medikal Park Hastanesi'nde kuvöz bulunur. O da bir tane... Van'daki doktorlar risk almayarak ikiz bebeklerden sadece birinin gönderilmesini isterler. Bunun üzerine Muş Kadın Doğum Hastanesi doktorları sağlık durumu daha iyi olan Ebrar bebeği Van'a gönderirler.
Van'a gönderilen Ebrar bebek hayata tutunur fakat Muş'ta kalan ikizi Meryem bebek, doğumundan 12 saat sonra ölür.
Kuvözün ne derece önemli olduğunu yetkililer Meryem bebeğin ölümünden sonra sanırım anlarlar...
* * *
2. Örnek: Sağlık Bakanlığı'na bağlı Ankara Yıldırım Beyazıt Hastanesi eski başhekimi Doç. Dr. İrfan Şencan şu anda hem Tedavi Hizmetleri Genel Müdür Vekili hem de aynı hastanede klinik şefi olarak görev yapmakta ve her iki görev için 4+7=11 bin TL aylık maaş almakta...
Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü görevini yürüten Mehmet Aydın ise Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Sabahattin Aydın'ın danışmanı. Sabahattin Aydın aynı zamanda İstanbul Haseki Hastanesi'nde klinik şefliği görevini yürütmekte ve her iki görev için ayrı ayrı maaş almakta...
Eski Tedavi Hizmetler Genel Müdürü olan Doç. Dr. Öner Odabaş da Ankara Yıldırım Beyazıt Hastanesi Başhekimliği'ne atanıyor. Aynı zamanda klinik şefliği yapan Odabaş'ın döner sermayeden aldığı payla beraber maaşı 11 bin TL...
Sağlık Bakanlığı bünyesinde yaşanan bu örnek sadece buzdağının görünen yüzü...
* * *
Bir tarafta Sağlık Bakanlığı bütçesinden çifte koltukta çifte maaş alanlar yaratılıyor.
Diğer tarafta kuvöz yokluğundan Meryem bebekler göz göre ölüyor...
AKP iktidarı tarafından yaşam hakkı mı, yandaş hakkı mı korunuyor?
Yorum sizin...
(Haber Ekspres, 11 Ağustos 2009)
05 Ağustos 2009
İŞTE GİRESUN, İŞTE AKP. SOSYAL DEVLET NEREDE?... - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, 21 Temmuz 2009 günü aşırı yağışlar yüzünden Giresun ilimiz sel felaketine uğradı. Merkezden geçen iki dere taştı. 11 kişi sel sularından kurtarıldı. Binlerce ev, işyeri ve otomobil sular altında kaldı. Onlarca araç denize döküldü. Maddi hasar çok büyük. Buna rağmen sevindirici olan şey, can kaybının olmaması.
***
Giresun ilimizde yıllık ortalama yağış 1200 kg düzeyinde. Sadece temmuz ayında ortalama yağışın 500-600 kilogram olması son felaketin göstergesi.
Giresunlunun hükümetten beklediği, bu gerçeği görerek Giresun'un geleceği için gerekli önlemleri kısa, orta ve uzun vadede vakit kaybetmeden alması...
***
Değerli okurlarım, Giresun'da sağanak yağışın kente büyük zarar vermesinin ardından bölgeye giden Bayındırlık ve İskan Bakanı Mustafa Demir, bir açıklama yaparak Giresun'un afet bölgesi ilan edilmesiyle ilgili kararnameyi imzaladığını söylemişti. Bakan Demir, "Giresun, 7269 sayılı yasaya istinaden afet bölgesi ilan edildi. Tüm alt yapılardaki zarar tespiti yapılıyor. Bunların yenilerinin yapılması konusunda kaynak temin edilecektir" ifadesini kullanmıştı. Giresun Belediye Başkanı Kerim Aksu da, Bakan Demir'in açıklaması üzerine, kararın memnuniyet verici olduğu söyleyerek yaraların sarılmasında kendilerine güç verdiğini belirtmişti.
Bakan Demir, daha sonra incelemelerde bulunmak için gittiği Rize'de AKP İl Başkanlığı binasında Rize milletvekilleri ve ilçe belediye başkanlarıyla yaklaşık 4 saat süren bir toplantı yaptı. Toplantının ardından basın mensuplarının karşısına çıkan Bakan Demir, şok açıklamalarda bulunarak Giresun'un afet bölgesi ilan edilmediğini söyledi.
İşte Bakan Demir'in açıklamaları: "Giresun afet kapsamında değil. Bu farklı bir konudur. Benim ifadem, mevcut oluşan, gelişen afetin genel hayatı etkileyen bir mahiyet arz ettiğine dair 7286 sayılı Afet Kanunu'na ilişkin bakanlık yetkisine verilen, 'Genel hayatı etkileyecek bir afet olmuştur' ilanıdır. Bu basına farklı yansımış. Afet Bölgesi çok farklı bir kavramdır. Bakanlar Kurulu tarafından ilan edilir. Ortaya getirdiği şartlar çok farklıdır. Bizim aldığımız, 'genel hayatı etkileyen afet olmuştur' kararı hem il özel idare yetkisinde olan kırsal alan, hem de belediye yetkisi alanında olan alt yapı tesislerinin zarar gören kısımlarını projelendirerek yeniden yapılmasını sağlayan bir karardır. Bu karar Giresun ve Ordu Perşembe bölgesinde alındı. Rize'de de inceliyoruz. Bu belli bir kritere göre alınıyor. Bu tespitler neticesinde genel hayatı etkileyecek mahiyette bir afet olduğu tespit edilirse o karar alınır. O kararın alınmasından sonraki işlemleri de Bakanlığımız yürütecektir."
***
Değerli okurlarım, hükümet kanadından çelişkili açıklamalar gelirken, CHP, sel felaketini yerinde incelemek ve yapılabilecekleri saptamak için Genel Sekreter Önder Sav başkanlığında bir heyetle Giresun'a çıkartma yaptı.
Önder Sav başkanlığındaki CHP heyeti, Giresun Belediye Başkanı Kerim Aksu'yu makamında ziyaret ederek, kentte yaşanan sele ilişkin bilgi aldı. Daha sonra şehirde incelemeler yapan CHP heyeti, Önder Sav başkanlığında basın mensuplarına bir açıklama yaptı.
Genel Sekreter Sav, selin meydana getirdiği tahribatı görmek için kente geldiklerini belirterek, televizyonlardan izlemekle bu tahribatın nelere mal olduğunu anlamanın mümkün olmadığını söyledi. Yol boyunca da selin meydana getirdiği hasarı gördüklerini ifade eden Sav, Giresun Belediyesi'nin, selin tahribatını azaltmak için elindeki bütün imkanlarını kullandığının anlaşıldığını kaydetti.
Giresun gibi çok yağış alan bir kentte daha dikkatli bir kentleşme olması gerekliliğinin çok daha iyi görüldüğünü belirten Sav, şunları söyledi: "Bunlara dikkat edilseydi, çok daha az hasarla atlatılabilirdi. Doğanın bize hazırladığı süprizlere hazırlıklı olmalıyız. Dokuz gündür Giresunlular, devletin kendilerine nasıl el uzatılacağını bekliyor. Sosyal devlet bu gibi durumlarda gücünü gösterir."
***
Giresun'da sel felaketinin getirdiği maddi ve manevi tahribatı gidermek için CHP'li belediyeler de seferber oldu. İşte bir örnek: İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı itfaiye-AKS 110, fen işleri ve İZSU personelinden oluşan 32 kişilik tam donanımlı yardım ekibi, sel felaketinin yaşandığı Giresun'a gitti.
Giresun Belediye Başkanı Kerim Aksu'yla görüşen İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, Giresun'a ekiple birlikte 10 motopomp, 2 konteyner, 3 kamyonet, 3 kombine kanal açma aracı, 3 ton kapasiteli 1 arazöz, 1 tam donanımlı AKS 110 aracı, jeneratör, çadır, sağlık malzemeleri, kurtarma malzemeleri ile araç ve gereçler gönderdi.
***
İşte AKP'nin Giresun örneğinde görülen, sorunlara sorun ekleyen tutarsız politikaları...
İşte CHP'nin sosyal devlet yaklaşımı ve sınırlı imkanlara rağmen sosyal belediyecilik anlayış ve uygulamaları ile Giresun'a sahip çıkışı...
Yorum sizin...
(Haber Ekspres, 4 Ağustos 2009)
***
Giresun ilimizde yıllık ortalama yağış 1200 kg düzeyinde. Sadece temmuz ayında ortalama yağışın 500-600 kilogram olması son felaketin göstergesi.
Giresunlunun hükümetten beklediği, bu gerçeği görerek Giresun'un geleceği için gerekli önlemleri kısa, orta ve uzun vadede vakit kaybetmeden alması...
***
Değerli okurlarım, Giresun'da sağanak yağışın kente büyük zarar vermesinin ardından bölgeye giden Bayındırlık ve İskan Bakanı Mustafa Demir, bir açıklama yaparak Giresun'un afet bölgesi ilan edilmesiyle ilgili kararnameyi imzaladığını söylemişti. Bakan Demir, "Giresun, 7269 sayılı yasaya istinaden afet bölgesi ilan edildi. Tüm alt yapılardaki zarar tespiti yapılıyor. Bunların yenilerinin yapılması konusunda kaynak temin edilecektir" ifadesini kullanmıştı. Giresun Belediye Başkanı Kerim Aksu da, Bakan Demir'in açıklaması üzerine, kararın memnuniyet verici olduğu söyleyerek yaraların sarılmasında kendilerine güç verdiğini belirtmişti.
Bakan Demir, daha sonra incelemelerde bulunmak için gittiği Rize'de AKP İl Başkanlığı binasında Rize milletvekilleri ve ilçe belediye başkanlarıyla yaklaşık 4 saat süren bir toplantı yaptı. Toplantının ardından basın mensuplarının karşısına çıkan Bakan Demir, şok açıklamalarda bulunarak Giresun'un afet bölgesi ilan edilmediğini söyledi.
İşte Bakan Demir'in açıklamaları: "Giresun afet kapsamında değil. Bu farklı bir konudur. Benim ifadem, mevcut oluşan, gelişen afetin genel hayatı etkileyen bir mahiyet arz ettiğine dair 7286 sayılı Afet Kanunu'na ilişkin bakanlık yetkisine verilen, 'Genel hayatı etkileyecek bir afet olmuştur' ilanıdır. Bu basına farklı yansımış. Afet Bölgesi çok farklı bir kavramdır. Bakanlar Kurulu tarafından ilan edilir. Ortaya getirdiği şartlar çok farklıdır. Bizim aldığımız, 'genel hayatı etkileyen afet olmuştur' kararı hem il özel idare yetkisinde olan kırsal alan, hem de belediye yetkisi alanında olan alt yapı tesislerinin zarar gören kısımlarını projelendirerek yeniden yapılmasını sağlayan bir karardır. Bu karar Giresun ve Ordu Perşembe bölgesinde alındı. Rize'de de inceliyoruz. Bu belli bir kritere göre alınıyor. Bu tespitler neticesinde genel hayatı etkileyecek mahiyette bir afet olduğu tespit edilirse o karar alınır. O kararın alınmasından sonraki işlemleri de Bakanlığımız yürütecektir."
***
Değerli okurlarım, hükümet kanadından çelişkili açıklamalar gelirken, CHP, sel felaketini yerinde incelemek ve yapılabilecekleri saptamak için Genel Sekreter Önder Sav başkanlığında bir heyetle Giresun'a çıkartma yaptı.
Önder Sav başkanlığındaki CHP heyeti, Giresun Belediye Başkanı Kerim Aksu'yu makamında ziyaret ederek, kentte yaşanan sele ilişkin bilgi aldı. Daha sonra şehirde incelemeler yapan CHP heyeti, Önder Sav başkanlığında basın mensuplarına bir açıklama yaptı.
Genel Sekreter Sav, selin meydana getirdiği tahribatı görmek için kente geldiklerini belirterek, televizyonlardan izlemekle bu tahribatın nelere mal olduğunu anlamanın mümkün olmadığını söyledi. Yol boyunca da selin meydana getirdiği hasarı gördüklerini ifade eden Sav, Giresun Belediyesi'nin, selin tahribatını azaltmak için elindeki bütün imkanlarını kullandığının anlaşıldığını kaydetti.
Giresun gibi çok yağış alan bir kentte daha dikkatli bir kentleşme olması gerekliliğinin çok daha iyi görüldüğünü belirten Sav, şunları söyledi: "Bunlara dikkat edilseydi, çok daha az hasarla atlatılabilirdi. Doğanın bize hazırladığı süprizlere hazırlıklı olmalıyız. Dokuz gündür Giresunlular, devletin kendilerine nasıl el uzatılacağını bekliyor. Sosyal devlet bu gibi durumlarda gücünü gösterir."
***
Giresun'da sel felaketinin getirdiği maddi ve manevi tahribatı gidermek için CHP'li belediyeler de seferber oldu. İşte bir örnek: İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı itfaiye-AKS 110, fen işleri ve İZSU personelinden oluşan 32 kişilik tam donanımlı yardım ekibi, sel felaketinin yaşandığı Giresun'a gitti.
Giresun Belediye Başkanı Kerim Aksu'yla görüşen İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, Giresun'a ekiple birlikte 10 motopomp, 2 konteyner, 3 kamyonet, 3 kombine kanal açma aracı, 3 ton kapasiteli 1 arazöz, 1 tam donanımlı AKS 110 aracı, jeneratör, çadır, sağlık malzemeleri, kurtarma malzemeleri ile araç ve gereçler gönderdi.
***
İşte AKP'nin Giresun örneğinde görülen, sorunlara sorun ekleyen tutarsız politikaları...
İşte CHP'nin sosyal devlet yaklaşımı ve sınırlı imkanlara rağmen sosyal belediyecilik anlayış ve uygulamaları ile Giresun'a sahip çıkışı...
Yorum sizin...
(Haber Ekspres, 4 Ağustos 2009)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)