31 Mayıs 2011

BİR BARDAK SÜT- ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, çok saygı duyduğum bir dostumun elektronik posta adresime gönderdiği ve beni çok etkileyen “Bir Bardak Süt” başlıklı yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.
İşte o yazı:
Kapı kapı dolaşarak, eğitimi için para kazanmak gayesiyle elbise satan fakir bir çocuk, o gün cebinde sadece 10 sent kadar bir para kaldığını görür.
Karnı acıkmıştır. Kapısını çalmak üzere olduğu evden yiyecek bir şeyler istemeye karar verir.
Ancak, ne var ki, kapıyı açanın genç ve güzel bir hanım olduğunu görünce açlığını unutuverir ve yiyecek yerine bir bardak su ister.
Genç bayan onun aç olduğunu hissederek ona su yerine büyük bir bardak süt verir. Çocuk sütü içip bitirdiğinde sorar…
“-Size ne kadar borçluyum?”,
“-Bana hiç borcun yok. Annem bana, yapılmış bir ikramın karşılığında bir şey beklemememiz gerektiğini öğretti” diyerek cevap verir kız.
Çocuk bu cevabın karşısında: “-O zaman lütfen, size bütün kalbimle teşekkür etmeme izin verin” diyerek kapıya yönelir.
Howard Kelly, fiziksel gücünün geri geldiğini hissetmiş olarak evden ayrılır ve neredeyse kaybetmekte olduğu Tanrının varlığına inanma duygusunun da geriye döndüğünü hisseder.
Yıllar sonra, aynı genç hanım çok ağır bir hastalığa yakalanarak yatağa düşer. Oradaki doktorlar bir teşhis koyamazlar ve onu en yakındaki büyük şehre gönderirler. Biliyorlardır ki bu ender rastlanan hastalığı teşhis edip, tedavisini yapabilecek doktor ve hastaneler ancak orada bulunabilir...
Doktor Howart Kelly, bir hasta için görüşü alınmak üzere hastaneye çağrılır. Hastanın geldiği kasabanın adını duyunca artık uzaklarda kalmış bir hatıranın içini yakarak canlandığını hisseder ve gözleri dolar.
Doktor Kelly hastaneye giderek hastanın odasına girer. Odaya adımını atar atmaz, artık oldukça yaşlanmış bayan hastayı tanır. Muayenesini bitirdikten sonra konsültasyon odasına döner ve kadının hayatını kurtarmak için elinden ne geliyorsa yapmaya karar verir…
Doktor Kelly o günden sonra bu vakaya özel bir ilgi gösterir. Uzun ve zorlu uğraşısının sonunda hastalığa karşı verdiği savaşı kazanır…
Doktor Kelly, taburcu olmadan hastanın faturasının incelenmesi ve onaylanması için önce kendisine gönderilmesi talimatını verir. Faturaya göz gezdirir ve sonra faturanın kenarına bir şeyler yazarak faturayı kadının odasına gönderir.
Kadın fatura zarfını alır ve onu açarken hayatının geri kalan kısmını onu ödemekle geçireceği bir meblağla karşılaşacağını ister istemez aklından geçirir. Ancak zarfı açıp faturaya bakarken bir şey dikkatini çeker.
Faturanın kenarında bir el yazısıyla yazılı bir şeyler vardır. Kadın yazılı olanları okur: “FATURANIN TUTARI BİR BARDAK SÜT KARŞILIĞINDA ÖDENMİŞTİR, Doktor Howart Kelly”.
Kadının gözleri yaşlarla ve kalbi de tarif edilemez duygularla dolar.
“-Tanrım sana sonsuz teşekkürler olsun, çünkü senin sevginin bir adamın gönlünü doldurduğuna şahit oluyorum” der…
* * *
Bu dünyada var oluş nedenlerimizden bir tanesi de küçük de olsa bir fark yaratmak değil midir?...
Hayatımız boyunca birçok insanla karşılaşır ve geçeriz ama pek az “gerçek” dost kalplerimizde bir iz bırakabilir.
İşte değerli okurlarım, yapılan bir iyilik, söylenen iyi bir söz, yapılmış olan iyi bir davranış, bir bumerang gibi size geriye döner ve sizi bir gün mutlu eder…
Yapılan bir kötülük, söylenen kötü bir söz, yapılmış olan bir kötü bir davranış yine bir bumerang gibi size geri döner ve sizi bir gün mutsuz eder…
Tıpkı yukarıda anlatılan hikayede anlatılan bir iyiliğin yıllar sonra mutlulukla sonuçlanması gibi…
* * *
Değerli okurlarım, yukarıda anlatmaya çalıştığım olay, bir davranışın yıllar sonra nasıl büyük bir mutluluk yaratabileceğine dair bir kanıttır.
Peki bu durum toplumsal mutluluğa dönüşebilir mi?...
Elbette dönüşebilir.
O halde 12 Haziran genel seçimleri sizin için bir fırsat. Bir bardak süt (oy) vereceğiniz partinin tıpkı Doktor Kelly’nin taşıdığı davranış ve düşünce sistemine sahip olmasına dikkat etmeniz gerekmez mi?...
Yanılıyor muyum?...
Mutluluk istiyorsak mutluluk bumerangını, mutsuzluk istiyorsak mutsuzluk bumerangını 12 Haziran’da sandığa atınız. 13 Haziran’da bumerang sandıktan size istediğiniz şekilde geri dönecektir…

(Haber Ekspres Gazetesi- 30 Mayıs 2011)

22 Mayıs 2011

Quo Vadis Yeni CHP? - ZAFER YAPICI


Bir yeni CHP tartışmasıdır gidiyor…
Lafı çok evirip çevirmeye gerek yok. CHP’de parti içi iktidarı elinde tutan kesimin içindeki bir yeni-hizibin, cumhuriyet değerleriyle hesaplaşma sürecinde önemli bir işlevi yerine getirmek üzere hareket ettiği konusunda ciddi şüphelerimiz oluşuyor.
Elbette bu şüpheler, bir inançtan ibaret değil, somut bazı verilere dayanıyor.
Görülüyor ki, CHP’de, CHP’li olmayanlar, CHP’nin ilke ve değer sistemini içselleştirmemiş olanlar, bırakın bunları, CHP değerleriyle kavgalı olanlar ön plana taşınıyor…
Bu kişiler, CHP milletvekili adayı, CHP yöneticisi ve yetkilisi gibi sıfatlarla “eski CHP” olarak tanımladıkları Atatürk’ün CHP’sini eleştirerek yeni bir kimlik inşa etme sürecinde öncü güçler konumuna taşınıyorlar.
Milletvekili listelerine cumhuriyetçi, Atatürkçü olarak bilinen birkaç kişi de eklenmiş. Olası seçim başarısı bunların varlığına değil, “yeni CHP’nin ilkelerine” (ya da ilkesizliğine!) toplumun destek olmasıyla açıklanacak. Olası bir seçim başarısızlığında, başarısızlık nedeni bu kişilerin aday gösterilmeleri olarak sunulacak. Böylelikle iki durumda da bu kişiler de kişiler nezdinde zihniyet de tasfiye edilebilecek.
Bu yönde ısmarlama seçim anketleri gündeme getirilmeye başlandı bile…
* * *
Değerli okurlarım, gelin yeni CHP’nin ileri gelenlerinin CHP karşıtlığını bir kez daha hatırlayalım…
Geçtiğimiz günlerde CHP milletvekili adayı Muhammed Çakmak ve Binnaz Toprak, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sena Kaleli ve Erdoğan Toprak, CHP’nin değer sistemiyle uzaktan yakından bağlantısı olmayan söylemleriyle tarikat yapılanmalarının savunuculuklarını yapmışlardı. CHP İstanbul milletvekili adayı Şafak Pavey, bazı BDP destekli bağımsız milletvekili adaylarına övgüler düzüp, mecliste onlarla kol kola olmaktan onur duyacağını dile getirmişti. CHP’de tepeden inme genel başkan yardımcısı yapılan bazı kişiler gibi, gerçek siyasi rotasının ne olduğunu gözler önüne sermişti…
CHP’de kimisi Kürtçülük, kimisi mezhepçilik yapıyor. Kimi Atatürk’e dil uzatıyor. Kimi AKP’yi övüyor. Kimi tekkeler yeniden açılsın diyor… Kimi tavizsiz bir ekonomik liberalizmin savunucusu… Olası bir iktidar durumunda dış politikayı yöneteceği söylenen kişiler, kamuoyunda “Amerikancı”, “AB’ci” olarak tanınan kişiler… Bu kişilerin birçoğu ideolojik olarak şekilsiz. CHP’ye aidiyetleri yok. Yarın CHP, onların istemediği bir noktaya taşındığında soluğu AKP’de, hatta BDP’de alabilecek kişiler…
Kimi MHP’yi bir tarikat lideriyle ilgili iddia ortaya attı diye eleştiriyor.
Bu kraldan fazla kralcı olma süreci tüm hızıyla devam ediyor.
Geçtiğimiz günlerde CHP Konya milletvekili adayı Durmuş Ali Karamut, hangi partide siyaset yaptığını unutmuş olacak ki “Sizden rica ediyorum. Lütfen her biriniz bir mum olarak, Sayın Davutoğlu'nun ateşini sürekli yanar halde tutun ki dış politikada Türkiye zaafa uğramasın” sözleriyle AKP Konya milletvekili adayı Ahmet Davutoğlu için seçmenden oy istemiş.
ANAP kökenli CHP İstanbul Milletvekili adayı Aydın Ayaydın ise MHP’nin kaset skandalıyla ilgili açıklamalarını eleştirmiş. “Bu tür olayların içine Fethullah Gülen Hoca’nın karıştırılması yanlıştır. Gülen Hareketi’nin varlığı sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da bilinen bir gerçektir.” demiş…
* * *
Değerli okurlarım, cumhuriyetin aydınlanma felsefesini yaşam felsefesi haline getirmiş bir yurttaş olarak cumhuriyet değerlerini bir gün Yeni Cumhuriyet Halk Partisi’nin “ileri gelenlerine karşı” savunur konuma geleceğim aklımın ucundan geçmezdi.
Ne yazık ki “Yeni CHP’yi yönetenler” bize bunu da yaptırttı… Bu günleri de gördük!
Yeni CHP, eski CHP’ye karşı en sert mücadeleyi sürdürecek siyasal güç olacak gibi.
Bu bağlamda “Quo vadis yeni CHP?” (Yeni CHP nereye gidiyor?) sorusu Türkiye’nin kader sorusu… Bu soru, “Quo vadis Türkiye?” (Türkiye nereye gidiyor?) sorusuyla da doğrudan bağlantılı.
* * *
CHP örgütünde ve halk düzleminde bu yeni hizibin ilkesiz siyasi anlayışına karşı büyük bir uyanışın yaşandığı açıkça görülüyor. Bu uyanışın varlığı, CHP’nin dönüştürülmesinin önündeki son – fakat en büyük – engel…
Bizler bu süreçte, elbette ki Atatürk’ün CHP’sini savunma ve yeniden inşa etme yolundaki kararlılığımızı daha büyük bir dirençle sürdüreceğiz! CHP’yi emperyalizmin istediği çizgiye değil Atatürk’ün çizgisine halkımızla birlikte taşıyacağız!

( Haber Ekspres Gazetesi- 23 Mayıs 2011)

15 Mayıs 2011

DIŞ POLİTİKAMIZI KİMLER ÜRETİYOR, KİMLER YÜRÜTÜYOR?- ZAFER YAPICI


Dış politikanın üretilmesi ve yürütülmesi konuları devletler açısından kritik önemdedir. Çünkü devletlerin dış politik başarıları, şekillendirdikleri politikaların doğru olmalarına ve doğru biçimde hayata geçirilmelerine bağlıdır. Ülkenin dış politikasının bu işin uzmanları ve devlet geleneğini içselleştirmiş kurumsal yapılar tarafından üretilmesi politikaların başarı şansını arttırır. Üretilen dış politika ilke ve stratejilerinin bu geleneğe sahip kurumların temsilcileri tarafından hayata geçirilmesi ise diplomatik zaferler elde etmek için vazgeçilmezdir.
Ne yazık ki AKP iktidarı, dış politika üretim ve yürütme sürecinde hem işin uzmanlarını hem de devlet geleneğini içselleştirmiş kurumları devre dışı bırakmakta, dış politikayı, dış politika eğitimi bile almamış birkaç danışmanın inisiyatifine terk etmekte, hatta diplomatik misyonla uzaktan yakından bağlantısı olmayan kişileri diplomatik misyonların başlarına taşımaktadır.
AKP iktidarında dış politika ilkeleri ve stratejileri belirlenirken bir taraftan bilimsellikten uzaklaşılmakta, diğer taraftan bu alanda eğitim görmüş meslek memurları ve dış politika yapımında ciddi bir araç olan Dışişleri Bakanlığı devre dışı bırakılmaktadır.
Bırakın temel dış politika ilkelerinin belirlenmesini devletler arasında gerçekleşen sıradan diplomatik ilişkilerde bile danışmanlar diplomatların önüne geçmekte, hiçbir sorumluluğu olmayan danışmanlar akıl almaz fiili yetkilerle donatılmakta, diplomatların temsil yetkileri ellerinden alınmaktadır.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, sadece dış politikanın üretilmesi sürecinde değil, üretilen dış politikanın hayata aktarılması sürecinde de meslekten diplomatların ağırlıkları gittikçe azalmaktadır. AKP iktidarında bu durum; dış politika eğitimi almamış, Türk dış politika geleneğini meslek için eğitim ve deneyimle içselleştirmemiş kişilerin en yüksek diplomatik derece olan büyükelçilik konumuna taşınmaları noktasına kadar erişmiştir.
Son örnek, şubat ayında Kıbrıs Büyükelçiliği görevine atanan Halil İbrahim Akça’dır.
Akça İstanbul Teknik Üniversitesi, Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği Bölümü’nden mezun olmuş. Bir süre Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalışmış. 1992-1994 yılları arasında ABD’de University of Delaware’de Ekonomi Master’ı yapmış ve 1996 yılında Planlama Uzmanı olmuş.
Diplomasi eğitimi almamış, Dışişleri Bakanlığı’nın tedrisatından geçmemiş...
Ve tüm bu süreçleri yaşayan kişilerin başına diplomatik misyon şefi sıfatıyla atanmış.
Görünen, bu atamanın yasal olduğu…
Çünkü Devlet Memurları Yasası’na göre büyükelçiler istisnai memur statüsündeler. Büyükelçi atamaları, bütün bakanların imzasını taşıyan müşterek kararnamenin Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması suretiyle yapılıyor. Hükümet, devlet memuru olabilmek için gerekli genel şartları taşıyan kişileri, kararname ile Büyükelçi olarak atayabiliyor. Dışişleri Bakanlığı dışından atanan Büyükelçilerin, görevleri sona erdikten sonra bu bakanlık ile olan ilişkileri sona eriyor.
Yani hükümet isterse diplomatik tecrübe sahibi olmayan ancak devlet memuru olabilmek için genel şartları taşıyan fırıncı Mehmet Efendi’yi yahut turşucu Hüsrev Efendi’yi dilediği devlete diplomatik misyon şefi olarak atayabilir. Fırıncı Mehmet Efendi yahut turşucu Hüsrev Efendi, güven mektuplarını gönderildikleri ülkelerin devlet başkanlarına iletirler ve kabul edilme koşuluyla göreve başlarlar…
Yasalar böyle bir duruma olanak tanımakla beraber, Türk dışişleri geleneğinde AKP iktidarına kadar gelen süre boyunca, Dışişleri Bakanlığı’nın tam olarak kurumsallaşmasıyla birlikte diplomatik misyonların başına meslekten diplomatların atanması teamülü izlenmiştir.
Ne yazık ki, bu teamül AKP ile birlikte tehlikeli bir biçimde terk edilmektedir.
Elektrik mühendisi büyükelçimize dönecek olursak, Sayın Akça’nın göreve atanmasının hemen ardından söylediği sözler, diplomasi konusunda yukarıda aktardığımız tezlerin doğruluğunu şüpheye yer vermeden kanıtlar niteliktedir. Bakınız elektrik mühendisi diplomatımız neler demiş:
- KKTC’deki temel sorun, çalışanların çok yüksek ücret alması ve fazla insan çalışması. Hepsinde çok güçlü sendikalar var ve sendikalar tasarruf yönünde atılacak adımların hepsini engelliyor.
- Sendikal hakların kullanım şekli çok tahripkar, kamu hizmet sunumunu olumsuz etkiliyor. Örneğin, sınav yapılacağı gün öğretmenler greve gidiyor, sınav saati geçiyor, grevi bitiriyorlar. Güçlerini böyle kullanıyorlar. Birçok yasada, sendikal hakların daraltılmasına ve kullanım şeklinin düzenlenmesine ihtiyaç var.
Türkiye, yıllardır diplomatik düzlemde KKTC’nin bağımsızlığının tanınması mücadelesini veriyor. Ancak Sayın Akça diplomatik teamüllere aykırı bu sözleri söyleyerek büyükelçi olduğunun henüz farkına varmamış görünüyor. Büyük bir olasılıkla atandığı şehrin her sorunuyla ilgili yorum yapma hakkını kendinde gören bir vali sanıyor kendini… Büyükelçinin sosyal devlet ve sendikal hareket düşmanı partizan tavrı da cabası…
Böyle bir yaklaşım, KKTC halkını ne yazık ki Türkiye’den uzaklaştırıyor…
AKP’nin “sıfır sorunlu” dış politikası, kendini vali sanan büyükelçilerle, dış politikamızı tutarsızlaştıran danışmanlarla yürütülüyor.
Sorun çözücü değil, sorun yaratıcı bir biçime her gün biraz daha fazla bürünüyor…
(Hber Ekspres Gazetesi- 16 Mayıs 2011)

02 Mayıs 2011

CHP "İKTİDARA DOĞRU YÜRÜRKEN"... ZAFER YAPICI


Değerli okurlarım, görülüyor ki Cumhuriyet Halk Partisi’nde görev yapan PM üyesi Bülent Kuşoğlu’nun ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Sena Kaleli’nin basına yansıyan cemaatlerle ilgili açıklamaları CHP’lileri son derece üzmüştür.

Sena Kaleli’nin, “cemaatleri yok saymak sivil toplum anlayışına uygun değildir” sözü sivil toplumu tarikat yapılandırmasına indirgeyen, CHP’nin fikir ve ideolojisiyle hiçbir bağlantısı olmayan sözlerdir. Sivil toplum, ancak bireysel iradenin itaat olgusuyla ipotek altına alınmadığı toplumlarda yeşerebilir. Sivil toplum demokrasinin temel göstergelerinden biridir de… Eğer Kaleli’nin sözleri doğru bir sosyolojik temele dayanıyor olsaydı örneğin Vahabi anlayışının hüküm sürdüğü Suudi Arabistan, sivil toplumun en çok geliştiği ülke olurdu… Biz Suudi Arabistan’a dünyanın en demokrat ülkesi derdik!

Sayın Sena Kaleli parti içi eğitimden sorumlu genel başkan yardımcısı yapılmıştır üstelik. CHP’de parti içi eğitim, artık bu anlayışla mı yürütülecektir?

Geçtiğimiz aylarda CHP’ye katılan ve parti meclisi üyesi yapılan Bülent Kuşoğlu’nun, “ tekke ve zaviyeler yeniden açılmalı” sözleri de derin üzüntüye sebep olmuştur.

CHP Parti Meclisi üyesi Bülent Kuşoğlu, önce tekke ve zaviyelerin kapatılmasını eleştirmiştir. 1925 yılında çıkan ve devrim yasaları arasında bulunan kapatma sonucu toplumun yozlaştığını savunan Kuşoğlu; cemaatlere karşı olmanın, dünyayı tanımamaktan kaynaklandığını ileri sürmüştür…

Şu sözler Kuşoğlu’na ait: ‘Bunlar irtica yuvaları!’. Yok öyle bir şey. Tam tersine kültür yuvaları. Tekke ve zaviyeler birer üretim yeridir. Bunun çok iyi anlaşılması lazım. Oralarda insan yetiştirilirdi, oralar eğitim ve kültür kurumlarıydı. Onun için de bu tür kurumlara ihtiyaç var. Bu kurumların yeniden kurulması için gerekli hazırlıkların yapılması gerekir.”

* * *

Atatürk, Kastamonu’da 30 Ağustos 1925 tarihli nutkunda türbedarlıkların, tekkelerin ve zaviyelerin kapatılacağının ve tarikatların kaldırılacağının işaretini şu sözlerle vermişti: “Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şindir (lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.”

30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren 677 sayılı Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun ile tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması kabul edilmiş ve bazı geleneksel unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Kanun, bütün tarikatlarla birlikte; şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır.

* * *

Şimdi Sayın Kuşoğlu ve Sayın Kaleli’ye sormak istiyorum…

Siz hangi partide, hangi ideoloji ile görev ve siyaset yapıyorsunuz; onu biliyor musunuz?...

Siz Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nde siyaset yaptığınızı unutuyorsunuz.

Siz CHP’nin ideolojisinin Kemalizm olduğunu, sosyal demokrasinin evrensel değerleri olduğunu unutuyorsunuz.

Siz demokrasi için sigorta olan laikliği unutuyorsunuz…

Siz CHP’nin ilk Genel Başkanının Mustafa Kemal Atatürk olduğunu unutuyorsunuz.

Siz Mustafa Kemal’in ilke ve devrimlerini unutuyorsunuz.

Biriniz PM üyesi yapıldınız. Diğeriniz Genel Başkan Yardımcısı.

CHP örgütü, 12 Haziran seçimlerinde iktidarı hayal ederken siz partinin ideolojisini, ilkelerini ve yapılan devrimleri bir tarafa itip cemaatleri, tekkeleri ve zaviyeleri gündeme taşıyarak hem CHP tabanını hem de CHP’ye oy verecek seçmenleri kızdırmış oldunuz.

Anlaşılıyor ki sizin niyetiniz CHP’yi iktidar yapmak değil. Sizin niyetiniz olsa olsa CHP’yi dönüştürmek…

Şunu bilmenizi isterim. CHP yaşadığı müddetçe onun ideolojisi, ilkeleri ve devrimleriyle yaşayacaktır. Gerçek CHP’liler onu değiştirmeye çalışanların da her zaman karşısında olacaklar. CHP’nin sahipsiz olmadığını açık ve net bir şekilde duyurmak istiyorlar.

Şimdi Kuşoğlu ve Kaleli’ye diyoruz ki, derhal bu yaptığınız açıklamalardan dolayı CHP örgütünden ve Türk milletinden özür dileyiniz. Çünkü yıllardan beri bu ideoloji uğruna emek vermiş, alın teri akıtmış fedakar insanlarımız incinmiştir. Güven duyguları sarsılmıştır. Elbette bu konuda CHP genel başkanının da yapması gerekenler vardır!

CHP Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu partidir. O halkın partisidir. O kimsenin tekelinde değildir. Ben yöneticiyim. İstediğimi söylerim, istediğim gibi davranırım, istediğim değişikliği yaparım gibi davranışları kimse ama kimse keyfi olarak sürdüremez.

CHP sahipsiz bir parti değildir… CHP sıradan bir parti değildir.

Çünkü HEM CUMHURİYET HEM DE CHP BİZE ATAMIZDAN MİRASTIR.

Türkiye’nin geleceği için onu kollamak ve korumak hepimizin görevidir…

* * *

Biliyoruz ki Türkiye için bugün de çözüm Atatürk’tedir. Altı oktadır…

Ne dersiniz, belki tam da bunun için CHP dönüştürülmek istenmektedir!...

(Haber Ekspres Gazetesi- 02-05.2011)

01 Mayıs 2011

23 NİSAN 2006’DAN 2011 YGS’YE… ZAFER YAPICI


Hepiniz şu planlı ve trajikomik oyunu hatırlarsınız…
TBMM Başkanı Bülent Arınç, 2006 yılı 23 Nisan kutlamalarında koltuğunu “çocuk” diye 21 yaşındaki bir İmam-Hatipliye vermişti. Yirmi bir yaşındaki bu miniğimiz (!) TBMM kürsüsünden İmam-Hatip kavgasını gündeme getirerek şunları söylemişti: “Bizim önümüze ne koyarsanız koyun, dağlar, taşlar… Bilin ki, biz en zirveye çıkacağız. Dağları taşları da, dünyayı da koysanız en iyi üniversiteleri kazanacağız, en iyi yerlere geleceğiz.”
Bülent Arınç da bu mağduriyet edebiyatının ardından “ülkede bir rejim sorunu değil, rejimin sahibi olma tartışması vardır” diyerek Cumhuriyet kurumlarını hedef alan sözler söylemişti. Daha sonra ise laikliğin yeniden tanımlanması gerektiğini söyleyerek misyonu bir adım daha öteye taşımıştı!
* * *
Eğer yirmi bir yaşında, bıyıklı bir miniğe (!) 23 Nisan’da TBMM kürsüsünden bu sözler sarf ettiriliyor ve arkasından TBMM Başkanı daha da ileri giderek rejimin sahibi olma tartışmasının olduğunu söyleyebiliyorsa; bu ülke Mustafa Kemal’in Türkiyesi olmaktan çıkmıştır.
Orası kesin…
Peki, 2011’de yapılan Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nda yaşanan şifre olayları, 2006’da yirmi bir yaşındaki miniğimizin mesajının gereğinin yapıldığını ve hukuk ile laik eğitimin yandaşlık ağlarıyla çökertildiğini ifade eden bir gösterge olabilir mi?
İktidar şifre tartışmasından kaçtıkça, dokuz yıllık AKP iktidarı döneminde bilinmeyen ve ortaya çıkarılamayan şifrelerin yaşanmış olabileceği ve bu sayede yandaşların en iyi üniversiteleri kazanıp en iyi yerlere gelmiş olabileceği düşünülemez mi? Kamu kurum ve kuruluşlara yerleştirilen bu yandaşlar aracılığıyla AKP’nin iktidarını daha da güçlendirmiş olabileceği düşünülemez mi?...
Bununla da kalmayıp siyasal iktidarın bu güce dayanarak rejimi sorgulama, anayasanın ilk dört maddesi başta olmak üzere tüm anayasayı yeniden düzenleyip kendi zihniyetine göre şekillendirme, ardından da “ileri demokrasi durağında inme” konusunda girişim başlatılabileceği düşünülemez mi?...
Tüm bu sorular, toplumda seslendiriliyor… Ne yazık ki, ülkenin temel kurumlarına güvenin yitirildiği sancılı bir süreçteyiz.
* * *
YGS ile ilgili şifre iddiaları ilk ortaya atıldığında Haber Ekspres’teki köşemizde şunları yazmıştık:
Bu olay sıradan bir olay değil!
2011 YGS’de ortaya çıkarılan şifre iddiası, yaklaşık 1.7 milyon kişiyi doğrudan ilgilendiriyor. Sınava giren gençlerimizin ailelerini de düşünürsek 8-10 milyon kişi eder. Yükseköğretim sınavında başarılı olan gençlerimizin Türkiye’nin gelecek yıllarını şekillendirecek kadrolar olacakları düşünüldüğünde bu iddialar sadece gençlerimizin yahut gençlerin ailelerinin değil hepimizin geleceğini demokratik, laik sosyal hukuk devletimizin geleceğini de doğrudan ilgilendiriyor.

Ahlakın yerini gücün aldığı ve toplumumuzun güce tapar bir biçimde dönüştürülmeye çalışıldığı bir süreç yaşıyoruz.

Bir taraftan iddiaların üstleri kapatılırken diğer taraftan topluma şöyle bir siyasal düşünce modeli öneriliyor: “Bakın, adamlar kendi dershanelerine gidenlerin, kendilerine yakın olan kesimlerin gelecekleri için her şeyi yapıyorlar. O nedenle sınavlarda başarılı olmak istiyorsan, zeki olmana veya çok çalışmana bile gerek yok, onların dershanelerine git. Onlara yakın ol. Onlara uy. İyi bir kariyer yapmak ancak böyle mümkün olabilir”.

Böyle bir düşünce modelinin toplumun geniş kesimleri tarafından benimsenmesinin engellenmesi, eğer varsa kayırmacılık yapanların cezalandırılması ile mümkün. Dolayısıyla, eğer kayırmacılık yapanlar bir şekilde cezasız kalırlarsa, yukarıda aktardığım düşünce modeli daha da kuvvetlenecek.

İnsanlar, geleceklerinin siyasal iktidara yakınlıkları ölçüsünde biçimleneceği konusunda hemfikir olacaklar.

Çocuklarını 1980’lerin depolitizasyonuna benzer bir biçimde, depolitize ama eşzamanlı olarak AKP’nin sembolleştirmelerini kullanmak zorunda olduklarına inandırılmış, güdümlü ve sessiz bireyler olarak yetiştirmeye çalışacaklar. İktidardan hoşnutluklarından dolayı değil, çocuklarının geleceklerini ancak bu yolla garanti edebileceklerine olan inançlarından dolayı…

Toplumsal değişme sürecinde stratejik bir eşikteyiz. Ya toplumca “oyunun kurallarına” uygun bir biçimde yaşamlarımıza devam edeceğiz. Ya da oyunun kurallarını ahlak, adalet ve eşitlik düzlemlerinde değiştirmek için inisiyatif alıp ses çıkaracağız!

Ya kişisel geleceğimiz uğruna kişiliğimizi kaybedip düzene uyacağız. Sonuçta geleceğimizi de kaybedeceğiz...

Ya da onurlu bir gelecek kurmak için bu düşünce sistemiyle mücadele edeceğiz. Bu düzeni değiştireceğiz!

* * *

Düşünüyorum da, 2006 yılında yirmi bir yaşındaki bıyıklı miniğimizin sözleri, 2011’in YGS’sine ışık tutuyor belki de…

Siyasal iktidar, süreci unutturmakla ve muhalif sesleri kesmeye çalışmakla meşgul… Böylelikle toplumsal dönüşümü istediği noktaya taşıyabileceğini, insanları oyunun yeni kurallarına uyumlu bir biçimde dönüştürebileceğini düşünüyor belki de. Bu gelişmeler toplumdaki güven bunalımına daha da büyütüyor. Bugün bir kez daha görülüyor ki bu güven bunalımı, bu kokuşmuş düzen ancak sizler ağırlığınızı koyarsanız değişebilir.

12 Haziran bu konuda büyük bir fırsat olamaz mı?...

Oy önemli. Oyun bozmak önemli.

12 Haziran’da sandık başında, geleceğiniz üzerinde oynanan oyunu, bilinçle kullanacağınız oy ile bozmaya ne dersiniz?
(Haber Ekspres Gazetesi- 23-04 2011)

SONUCU BELLİ YARIŞ- ZAFER YAPICI


Geçen hafta ülke gündemini en çok meşgul eden konulardan biri üniversite sınavıyla ilgili iddialardı.
Önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu ve son olarak da YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, ÖSYM Başkanı’nın “yok efendim, şike yok” gibi içi boş ve dayanaksız açıklamalarından tatmin olduklarını açıkladılar.
Savcılık tarafından başlatılan soruşturma tamamlanmadan yürütmenin tüm başları sıcağı sıcağına; peşinen “tatminlerini” ilan ettiler. Yargı kararını vermeden konu hakkındaki kesin yargılarını bildirdiler.
AKP güdümlü medya da olayı kapatmak için üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getirdi. Konu diğer medya organlarında bir süre yer buldu, sonra her toplumsal olgu gibi unutulma sürecine girdi.
Sonra konuyu unutturmamaya çalışanlar hakkında psikolojik bir baskı kurulmaya başlandı. İddiaları seslendiren gazeteciler ve kanaat önderleri, seçimlere giderken AKP’yi yıpratmak için siyaset yapmakla suçlandı. Seçimlere giderken siyasi iktidarı yıpratmak için siyaset yapmak, demokratik bir hak olarak değil yeni bir suç türü olarak tanımlanmaya başlandı…
Bu olay sıradan bir olay değil!
Söz konusu iddialar, yaklaşık 1.7 milyon kişiyi doğrudan ilgilendiriyor. Sınava giren gençlerimizin ailelerini de düşünürsek 8-10 milyon kişi eder. Yüksek öğretim sınavında başarılı olan gençlerimizin Türkiye’nin gelecek yıllarını şekillendirecek kadrolar olacakları düşünüldüğünde bu iddialar sadece gençlerimizin yahut gençlerin ailelerinin değil hepimizin geleceğini doğrudan ilgilendiriyor.
Bunun için iddiaları hasıraltı etme çalışmalarına inat, şike iddialarının gerçeği yansıtmadığı kanıtlanmadıkça bu konuyu gündemde tutmamız gerekiyor.
* * *
Değerli okurlarım, ahlakın yerini gücün aldığı ve toplumumuzun güce tapar bir biçimde dönüştürülmeye çalışıldığı bir süreç yaşıyoruz.
Bir taraftan iddiaların üstleri kapatılırken diğer taraftan topluma şöyle bir siyasal düşünce modeli öneriliyor: “Bakın, adamlar kendi dershanelerine gidenlerin, kendilerine yakın olan kesimlerin gelecekleri için her şeyi yapıyorlar. O nedenle sınavlarda başarılı olmak istiyorsan, zeki olmana veya çok çalışmana bile gerek yok, onların dershanelerine git. Onlara yakın ol. Onlara uy. İyi bir kariyer yapmak ancak böyle mümkün olabilir”.
Böyle bir düşünce modelinin toplumun geniş kesimleri tarafından benimsenmesinin engellenmesi, eğer varsa kayırmacılık yapanların cezalandırılması ile mümkün. Dolayısıyla, eğer kayırmacılık yapanlar bir şekilde cezasız kalırlarsa, yukarıda aktardığım düşünce modeli daha da kuvvetlenecek.
İnsanlar, geleceklerinin siyasal iktidara yakınlıkları ölçüsünde biçimleneceği konusunda hemfikir olacaklar.
Çocuklarını 1980’lerin depolitizasyonuna benzer bir biçimde, depolitize ama eşzamanlı olarak AKP’nin sembolleştirmelerini kullanmak zorunda olduklarına inandırılmış, güdümlü ve sessiz bireyler olarak yetiştirmeye çalışacaklar. İktidardan hoşnutluklarından dolayı değil, çocuklarının geleceklerini ancak bu yolla garanti edebileceklerine olan inançlarından dolayı…
* * *
Değerli okurlarım, toplumsal değişme sürecinde stratejik bir eşikteyiz. Ya toplumca “oyunun kurallarına” uygun bir biçimde yaşamlarımıza devam edeceğiz. Ya da oyunun kurallarını ahlak, adalet ve eşitlik düzlemlerinde değiştirmek için inisiyatif alıp ses çıkaracağız!
Ya kişisel geleceğimiz uğruna kişiliğimizi kaybedip düzene uyacağız. Sonuçta geleceğimizi de kaybedeceğiz...
Ya da onurlu bir gelecek kurmak için mücadele edeceğiz. Bu düzeni değiştireceğiz!
12 Haziran 2011 onun için önemli…
(Haber EkspresGazetesi- 09-04-2011)

Anayasanın 2,3 ve 4.Maddeleri Birileri Neden Rahatsız Ediyor- ZAFER YAPICI


TÜSİAD, T.C Anayasası’nın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilk 3 maddesini tartışmaya açtı. Prof. Dr. Ergun Özbudun ve Prof. Dr Turgut Tarhanlı’nın eş koordinatörlüğünü yaptığı bir ekibin Anayasa’nın değiştirilmesiyle ilgili yürüttüğü çalışmadan şu sonuçlar çıktı:

• Yeni anayasayı, seçimler sonrasında oluşacak Kurucu Meclis hazırlamalı.
• Anayasanın ilk 3 maddesi de dahil olmak üzere hiçbir madde ‘değiştirilemez’ hükmünde olmamalı. Yalnızca yönetim biçiminin ‘cumhuriyet’ olarak kalması benimsenmeli.
• Yerel yönetimlerin yetkileri genişletilmeli, yerinde yönetim sistemi geliştirilmeli.
• Etnik, dini ya da mezhepsel kimliklerin serbest ifadesinin ve örgütlenmesinin önündeki engeller kaldırılmalı.
• Seçim barajı temsil adaletine uygun bir seviyeye çekilmeli.

Yani kısacası, anayasanın 1. maddesi dışındaki maddelerinin tümü değiştirilebilir olacak…

Değerli okurlarım, bu proje laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmiş olan AKP’nin kendi mutfağındaki aşçılar ile TÜSİAD’ın bertaraf olmayı göze alamayan yamakları tarafından hazırlanan tatsız tuzsuz bir yemeğe benziyor…

Asıl amacın sivil, demokratik Anayasa adı altında, laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmak, yerine bir din cumhuriyeti ya da bir etnik gruplar federasyonu kurmak olduğu anlaşılıyor…

“Özgürlükler bölünmekten iyidir” denilerek bölündükçe özgürlüklerin artacağı konusunda bir toplumsal algı yaratılmak isteniyor.

Oysa bölünmek değil, değiştirilmek istenen üç madde, özgürlüklerin esas güvenceleri…

* * *

Değerli okurlarım, peki şimdi sormamız gerekmez mi?...

Türkiye’nin gerçek sorunları olan işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluğu görmezlikten gelenler neden seçime giderken Anayasanın 1. maddesi hariç diğer maddelerin değiştirilebileceğini yüksek sesle söylenmeye ve gündemi değiştirerek halkımızın kafasını karıştırmaya başladılar…

Kimlere, nereye, nasıl bir mesaj vermek istiyorlar?

Maksatları ne? Çıkarları ne? Ve neden anayasanın bu maddeleri onları bu kadar rahatsız ediyor?

* * *
İşte söz konusu olan maddeler;

Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

II. Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

III. Devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti

Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.

IV. Değiştirilemeyecek hükümler

Madde 4 – Anayasanın 1. maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

* * *

Değerli okurlarım, Anayasanın 1. maddesine; yani “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” maddesine dokunmadan, cumhuriyetin niteliklerini tanımlayan ikinci maddesini değiştirmek istiyorlar.

Bu durumda elde kalan cumhuriyet, hangi cumhuriyet olacak?

* * *

Bu tartışmada CHP’nin tavrı oldukça önemli…

Bir gazetecinin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na, TÜSİAD’ın hazırladığı yeni anayasa taslağındaki “Anayasa’da değiştirilemez madde yer almaması” önerisini sorması üzerine Kılıçdaroğlu, “Biz Anayasa’nın değiştirilemez maddelerinin değiştirilebileceğini düşünmüyoruz. Bunu doğru da bulmuyoruz. Ama ülkemizde demokrasi ve özgürlük var, insanlar düşüncelerini özgürce dile getirebilirler. Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu idaresidir, o iradeye de hepimizin saygı duyması gerekir” dedi.

Sanırım, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarından ilgili kişiler net bir mesaj almışlardır…

* * *

Değerli okurlarım, eğer anayasanın 2., 3. ve 4. maddelerinin değiştirilebileceğini söylerseniz ortada sadece “cumhuriyet” kalır. Bu cumhuriyetin hangi cumhuriyet olacağı konusu tartışmaya açılır.

İran İslam Cumhuriyeti de bir cumhuriyettir, Yemen Cumhuriyeti de.

Kongo Demokratik Cumhuriyeti de bir “cumhuriyet”!… Üstelik cumhuriyetin adına bakılırsa “demokratik” bir cumhuriyet…

Şunu biliyoruz ki, cumhuriyet, laiklik ve demokrasi altın bir üçgendir.

İçinde laiklik ve bağımsızlık olmayan bir cumhuriyette ne demokrasi kalır ne özgürlük!
( Haber Ekspres Gazetesi- 27-03-2011)

Bir Ülke Ki- ZAFER YAPICI


Bir ülke ki, o ülkenin istatistik enstitüsünün verilerine göre dış ticaret açığı geçen yılın aynı dönemine göre % 89 artmış…

Bir ülke ki, o ülkenin merkez bankası verilerine göre ödemeler dengesindeki delik, geçen yılın aynı ayına göre % 91 büyümüş…

Bir ülke ki, 80 yılda yapılan 145 milyar dolar dış borcu 8 yılda 306 milyar dolara, kişi başına düşen borcu da 2249 dolardan 4152 dolara çıkmış…

Bir ülke ki, sadece son bir yılda 818 bin yoksul yaratmış…

* * *

Bir ülke ki, o ülkede basın özgürlüğü, Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün “Dünyadaki En Özgür Basın” listesine göre 122. sıradan 138. sıraya gerilemiş…

Bir ülke ki, o ülke seksen yıl önce kadının siyasetteki ağırlığı açısından dünyada ikinci sıradayken, bu yıl 163. sıraya düşmüş…


* * *
Aynı ülke…

Cumhurbaşkanlığına lüks yatlar alındığı söyleniyor.

“Dünyanın Dolar Milyarderleri” listesinde 2010 yılında o ülkeden 28 isim varken bu sayı 2011’de 38’e çıkıyor.

Üretimden değil devlet ihalelerinden zenginleşenler yeni bir aristokratik tabaka haline gelmiş.


* * *

Aynı ülke…

Cari açığın finansman şekli aklı başında tüm iktisatçıları kaygılandırıyor. Cari açığın % 95’inin kısa vadeli, ülkeden süratle çıkma kabiliyeti olan kaynağı belirsiz parayla; “sıcak parayla” finanse edilmesi söz konusu…

Hal böyleyken, gazeteler, televizyonlar o ülkenin “ekonomik mucizesini” aynı “sıcak para” karşılığında öve öve bitiremeyen yorumcularla doldurulmuş.

Hal böyleyken yaygın bir sansür…

Gazeteciler sindirilmek isteniyor.

* * *

Bu ülkede bir ilizyonla farklı bir ülke algısının yaratılacağı sanılıyor…

“İleri demokrasi”nin hayal olduğu bir ülke; devasa bir hayalde “ileri demokrasi”ye dönüştürülüyor…
Oysa ileri demokrasi esas bu dönüşüm nedeniyle bir hayal olarak kalmaya devam ediyor.

* * *

…Bu ülke size bir yerlerden tanıdık geliyor mu?....

(Haber Ekspres Gazetesi- 12-03-2011)

8 Mart Dünya Emekçiler Günü- ZAFER YAPICI


Aslında biraz daha ileriye giderek; 8 Mart’ın dünyada emeği sömürülen kadınların günü olarak hatırlanması gerektiğine inanıyorum.

Neden mi?

Tarih boyunca savaşların ve emeğin sömürülmesinin getirdiği yoksulluk, herkesten önce kadınları etkiledi.

Irak’ta binlerce kadının tecavüze uğrayıp çaresiz duruma düşmesi bu duruma en yakın örnek değil mi?

Irak’a kadar gitmeye gerek var mı diyeceksiniz? Hayır yok… Aynaya bakalım yeter…

Aynı toplumsal artıyı üretmelerine rağmen erkek kadar ücret alamayan kadınlarımız...

Eş, aile ve çevreden gelen şiddete ve baskıya maruz kalan kadınlarımız…

Savunmasız ve çaresiz olarak cinayetlere kurban edilen kadınlarımız… Törenin vurduğu kadınlarımız…

İşte Türkiye’de ve dünyada ekonomik bağımsızlığı elinden alınan emekçi ve emeği sömürülen kadınlarımızın durumu…

* * *

Dilerim Kadınlar Günü’nde yükselen bilinci, yılda sadece bir gün değil, 365 gün aynı duygu, coşku ve hassasiyetle gündemde tutarız…

Değerli okurlarım, benim içtenlikle katıldığım görüş kadın sorununun sadece bir cinsiyet sorununa indirgenemeyeceği, bir toplum sorunu, bir kültür sorunu olarak değerlendirilmesi gerektiği yönünde. Bunu çözen toplum, çok büyük bir atılım gücünü elde eder, bunu çözememiş olan toplumlar ise çok büyük sorunlarla, sıkıntılarla karşı karşıya kalırlar. Aslında bu sorunun çözülmesi çağdaşlaşmanın hem gereği hem de temel aracıdır. Çağdaşlaşmanın temelinde kadın-erkek eşitliği yatarken, bu eşitliğin sağlanması aynı zamanda toplumsal değişimin diğer alanlarına da etki eder. Kadın–erkek eşitliğinin toplum tarafından benimsenmesi, uygulanması ile barışın, dayanışmanın ve paylaşmanın önü açılabilir.

Ne yazık ki, cumhuriyet değerleriyle hesaplaşma sürecinde ilerleyen siyasi iktidar, kadın sorununu da “takiye mantığıyla” sözde sahiplenir görünme gayreti içine girerken, aslında bu sorunu “türbana” eşitleyerek çözümsüzleştirmektedir. Cumhuriyetin kadın hakları konusundaki tüm kazanımlarının altını oymaktadır. AKP mantığı kadınlara “pozitif ayrımcılık” gibi bir olumlu ve gerekli yaklaşımı bile “takiye mantığıyla” kullanmaktadır. İktidarın yaklaşımı “pozitif ayrımcılık”ı çarpıtıp, bu kılıfla aslında kadını “ötekileştirmektedir”. Oysa, kadınları toplumsal ortamlarda tecrit eden, onları ya erkeklerin arkalarına; “kadınlara özel yapılmış” tesislere, ya da evlerine kapatan anlayışı sahiplenerek, onlara yapılan baskıya, şiddete ve cinayete kurban gitmelerine seyirci kalarak kadın hakları savunulamaz. CHP’ye yönelik olarak, “Biz sizin icraatlarınızı biliyoruz. Siyasette ilk kurulan parti sizsiniz de, bugüne kadar acaba kadınımıza ne kazandırdınız?” diyerek cumhuriyetin kadın hakları konusundaki tüm kazanımlarını reddeden bir anlayışla kadın hakları savunulamaz.

Bu süreçte, gerici zihniyetlere karşı kadın hakları mücadelesini yürütecek olanlar yine kadınlarımızdır. Kadınlarımızın yanında yer alan; onlara değer veren, destek olan erkeklerimizdir. Tüm toplumumuzdur. Bu mücadeleyi başarıya ulaştıracak olan azimdir, kararlılıktır, güvendir, dayanışmadır, paylaşmadır ve barıştır.

Nasıl mı başaracağız? Hemen söyleyeyim: Gözlerimizi dünyaya açar açmaz bizi ilk kucaklayan, besleyen, hastalanınca başımızda sabahlayan annelerimiz değil mi? İlk sevgiyi, ilk saygıyı, davranış kalıplarını topluma karışmadan önce aile içerisinde anne ve babalarımızdan öğreniriz; öyle değil mi? Yani annemiz ve babamız ilk öğretmenlerimizdir. Çekirdek aile içinde anne ve baba, çocuklarını yetiştirirken cinsiyetleri dolayısıyla çocukları arasında ayrımcılık yaparsa (ben öyle yetiştirildim görüşüyle); erkek çocuklarını ön plana çıkarıp kız çocuklarını ikinci plana iterse;

• Erkek çocuk kendinin güçlü olduğunu,
• Kızların ve kadınların ikinci planda kaldığını,
• Onların kendinden farklı ve erkeklerinin hizmetinde olduğunu,
• Her kararın kendisi tarafından verileceğini, kadının ve kızın itiraz hakkı ve görüşü olmadığını düşünmeye başlar.

Bu kültürle yetişen çocuklar sosyal hayata atıldığında aynı alışkanlıklarını yeni kuracağı ailesinde, okulda, iş yerinde ve devlet kademelerinde hatta ülke yönetiminde de sürdüreceklerdir. Kısır döngü devam ettikçe, kadın-erkek eşitsizliği devam edecektir. Ülkemizde bu çarpıklık ne yazık ki karşı devrim sürecinde toplumsal bağlamda yüceltilmiş, kadın, Mustafa Kemal Türkiye’si uygulamasının aksine ötekileştirilmiştir. Şimdi kadını ötekileştiren uygulamalarla mücadele edecek toplumsal ve siyasi iradeye ihtiyaç var!

O toplumsal irade sizsiniz,

Siyasi irade ise CHP’dir.

Değerli okurlarım, kadınıyla erkeğiyle ayırım yapmadan insan olarak; eşitler olarak bu dünyayı yeniden kurabiliriz. Şimdiden başlayarak her çekirdek ailede kız ve erkek çocuklarını eşit olarak görüp, düşünüş ve eylemlerimizi, paylaşmaya, dayanışmaya, barışa, sevgiye, saygıya, hoşgörüye, yani aile içi demokrasiye dayalı bir kültür anlayışına uygun şekle dönüştürmeliyiz. Bu anlayış içinde yetişen çocuklarımız sosyal hayatın ve ülke yönetimlerinin her kademesinde olumlu alışkanlıklarını sürdürecek ve kardın-erkek eşitsizliği kendiliğinden kaybolacak ve o zaman kadını ve erkeği ile eşit bir Türkiye hedefimiz gerçekleşmiş olacaktır.

Bir toplum aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse ilerlemesine ve medenileşmesine teknik bakımdan imkan, ilmi bakımdan da ihtimal yoktur. (1923- M. Kemal ATATÜRK)

Ne dersiniz? Şimdiden o hedefe doğru yürümeye; koşmaya başlayalım mı?

Sloganımız “önce insan” olmalıdır.

Not: Yarınki köşe yazımda CHP’nin hazırladığı ve iktidara geldiğinde uygulamaya koyacağı kadına yönelik projeleri anlatacağım.

(Haber Ekspres Gazetesi-05-02-2011