Yurttaşın devlet kurumlarına güven duyması devletin sağlıklı bir biçimde işleyebilmesinin temel teminatıdır. Bu kurumların en önemlilerinden biri ise adalet dağıtmakla görevlendirilmiş mahkemelerdir, adli organlardır.
Adli organlarına güvenini yitirmiş bir toplum aşama aşama kaosa sürüklenir.
Ne yazık ki AKP iktidarında adli organlar, yürütmenin baskısına uğramakta, bu nedenle toplum düzleminde yargının vereceği kararlara güven sarsılmaktadır.
Deniz Feneri e.V bağlantılı soruşturmanın ortasında, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcıları’nın görevden alınmaları bu sürecin son halkasını oluşturmaktadır.
Neden böyle bir müdahale yapıldığı açıklanamamakta, anlaşılamamaktadır.
Bu sırada, Deniz Feneri soruşturması kapsamında Kanal 7 binasının aranacağını önceden kanala bildiren “köstebeklerin” varlığı belirginleşmektedir.
Acaba savcıların görevden alınmaları, köstebek olayının kapatılması ile mi bağlantılıdır? (bkz. “Köstebek AKP’li”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2011, s. 1)
* * *
Daha da kötüsü, toplum, özellikle de iktidara muhalif olan kesimler, her an dinlenme ve izlenme kaygısını taşımaktadır.
İktidara muhalif olan insanlar, gelecekte kaçınılmaz bir biçimde şöyle bir baskı ve yıldırma süreciyle karşılaşacağını düşünmeye başlamıştır: Önce onlar hakkındaki dinlenme ve izlenme verileri yandaş medya aracılığıyla çarpıtılarak sunulacaktır.
Muhalif kesimler, medya yardımıyla yaratılacak ama aslına hiç benzemeyecek bir imaj üzerinden karalanacaktır. Sonrasında ise güven duymadıkları adli mercilerin önünde uzayan duruşmalarla yargısız infaza uğrayacaklardır…
* * *
Bir taraftan haberlere göz gezdiriyorum. Yine şehitler.
Aynı anda garip bir kampanya. Irak’ı görmezden gelerek, terörün kaynağını üst üste Pejak operasyonları düzenleyen İran’da ve Suriye’de göstermeye programlanmış yorumcular, gazete köşe yazarları.
Belli ki, yakın gelecekte Batı’nın “Arap Baharı” adlı hakimiyet oyununda Türkiye, yeni rolüne medya aracılığıyla hazırlanıyor.
Önce artan terör olaylarının Suriye ve İran ile ilişkisi olduğu toplumsal algıya işlenecek.
Sonra Batı çıkarları için sözkonusu ülkelere gerçekleştirilecek operasyonlarda Türkiye’nin bir rol almasına karşı halk tepkisi, teröre karşı önlem söylemiyle azaltılacak.
Daha “insaflı” bazı yorumlar, terörün kaynağının Kandil olduğunu kabul ediyorlar. Türkiye’nin fiilen ABD denetiminde olan bu bölgede terörist faaliyetlerin engellenmesi ödünü karşılığında ABD’nin olası Suriye operasyonunda ona destek verebileceğini söylüyorlar.
Bu sürecin hazırlıklarının Cumhuriyet gazetesinde bile yer alıyor olması ilginç ve bir o kadar da düşündürücü.
Bakınız Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara temsilcisi Utku Çakırözler, geçtiğimiz günlerdeki bir köşe yazısında AKP yönetimine bu pazarlığı hangi sözlerle önermiş: “ABD, Kandil’deki PKK kampları konusunu çözmeden Irak’tan çekilmemelidir.
ABD’nin Türkiye’den özellikle Arap Baharı konusundaki beklentilerinin karşılanması noktasında Ankara’nın tek önkoşulu ‘Kandil’ olmalıdır.” (Utku Çakırözler, “Somali Yerine Washington ve Erbil’e Gidilmeli”, Cumhuriyet, 21 Ağustos 2011, s. 8)
Demek ki Ankara Kandil konusunda bir taviz karşılığında ABD’nin Ortadoğu planlarında yerini korumalıdır.
Oldu. Gerekirse Suriye yönetimini devirmek için oraya asker de sokmalıdır!
Değerli okurlarım, bu görüşlerin Cumhuriyet Gazetesi’nde bile savunuluyor olması, Türkiye “Cumhuriyet”imizin geldiği nokta konusunda hepimize bir fikir veriyor sanırım.
* * *
Yarın Bayram… Şeker Bayramı. Tüm okurlarımın ve Haber Ekspres Gazetesi’nin değerli çalışanlarının bayramını en içten dileklerimle kutluyorum.
(29 Ağustos 2011, Haber Ekspres)
30 Ağustos 2011
TERÖRÜN TEK KORKUSU ULUSAL BİLİNÇTİR - ZAFER YAPICI
Gün geçmiyor ki şehit haberleri gelmesin…
Daha yeni…
Silvan kırsalında 13, Hakkari Çukurca’da 12 askerimiz şehit edildi teröristler tarafından…
Ateş düştü yine anaların, babaların, kardeşlerin ve Türk Ulusunun yüreğine. Hem de nasıl bir ateş. Kor kor…
PKK’nın terör eylemlerine başladığı 1984’ten 22 Haziran 2010’daki Halkalı saldırısına kadar verilen şehit sayısı 6 bin 653…
Bu sayı her yeni gün artıyor ne yazık ki!
Yeter artık; yeter artık diye feryat ediyoruz…
Feryat ediyoruz Kürt sorunu vardır diyenlere…
Feryat ediyoruz terör sorunu vardır demeyenlere…
Feryat ediyoruz TSK’nın kahraman subaylarını içeri atanlara…
Feryat ediyoruz ulusal politikalar üretemeyenlere…
Türkiye’yi güllük gülistanlık gösterenlere feryat ediyoruz…
Bir ABD, bir İngiliz ya da bir İsrail askeri teröristler tarafından öldürülse vay onu öldüren teröristin haline, vay o teröriste destek veren ülkenin haline…
Ama gelin görün ki ileri demokrasi aldatmacasıyla, insan hakları aldatmacasıyla, Kürt açılımıyla, AB ve ABD’nin akıl hocalığıyla, olan Türk ulusunun bağrından çıkmış Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Mehmetlerine; Mehmetçiklerine yani yavrularımıza, çocuklarımıza oluyor…
Ey milletim artık uyan…
Uyan ki sesini duyur. Gaflet ve dalalet içinde olanlar artık uyansın…
* * *
Değerli okurlarım, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın birinci maddesinde terör aynen şu şekilde tanımlanmıştır:
“Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasa’da belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti’nin ve Cumhuriyet’in varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.”
Değerli okurlarım bugün de;
• Cebir ve şiddet kullanılarak milletimiz üzerinde baskı, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit yöntemleri uygulanmıyor mu?
• Bu yöntemleri uygulayanlar anayasamızda belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek istemiyorlar mı?
• Cebir ve şiddeti devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacıyla gerçekleştirmiyorlar mı?
• Bu şekilde bir örgütlenmeye karşı yerinde önlemlerin alınmaması cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmüyor mu?
• Devlet otoritesini zaafa uğratmıyor mu?
• Devleti yıkmak, ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek hedefindekileri yüreklendirmiyor mu?
• Devletin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı böylece gittikçe bozulmuyor mu?
Terörün amacı siyasidir. Siyasi hedeflere ulaşmak için şiddetin araçlaştırılmasıdır terör. Birinin “terörist” dediğine diğerinin çeşitli kaygılarla “özgürlük savaşçısı” diyebildiği, terör örgütlerinin bazı devletler tarafından stratejik amaçlarla kullanıldığı, küreselleşmenin ve şehirleşmenin terörün araçlarını çoğalttığı ve gizlenmesini kolaylaştırdığı bir çağda, terörle mücadele elbette daha zordur.
Böyle bir çağda terörle mücadele doğru stratejiler gerektirir. Ulusal politikaları ulusal bilinçle perçinlemeyi gerektirir. 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nı çok iyi okumayı gerektirir. Daha kararlı duruş, daha fazla inandırıcılık gerektirir. Daha fazla ciddiyet gerektirir!
Terörle Mücadele Yasası’nda açıkça sayılan yolları izleyerek, bu yasada aktarılan hedefleri gerçekleştirmek isteyen kişiler hiç kuşkusuz teröristtirler. Bunun kadar kesin olan bir başka şey de terör olgusuyla etkin mücadele etmekte zaafı olan siyasal iktidarların ve terörün gizli ya da örtülü destekçisi olmuş her örgütlenmenin terörün yıkıcı etkilerinden sorumlu olduklarıdır!
Başbakan Recep Tayip Erdoğan, geçtiğimiz yıllarda Avrupa ülkelerinin PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmelerine karşın teröristleri Türkiye’ye iade etmediklerini ifade ederek bu ülkeleri samimi olmamakla eleştirmemiş miydi? Geçmişten ders almayanların bölgede Türkiye’ye karşın birtakım projeleri hayata geçirme peşinde olduklarını söyleyip “Buna stratejik ortağımız ABD de dahil” dememiş miydi?
Bu açıklama yıllar öncesinde söylenen “Sevr’i getirmek istiyorlar” sözünü doğrulamıyor mu?
Şimdi Başbakanın bıçağın kemiğe dayandığını söylemesi, onun geçmişten ders aldığı anlamına gelir mi?
Nasıl ki Somali konusunda aç ve susuz insanlara yardım için anında iktidar tarafından bir ulusal bilinç duyarlı bir şekilde oluşturulmaya çalışılıyor ve bu başarılıyorsa…
Neden yıllar yılı binlerce şehit verdiğimiz ve hala vermeye devam ettiğimiz terör konusunda bir ulusal bilinç aynı iktidar tarafından aynı duyarlılıkla oluşturulmuyor veya bu bilincin oluşturulmasına fırsat verilmiyor…
Terörün tek korkusu ulusal bilinçtir.
Terörün tek korkusu ulusal politikalardır.
Terörün tek korkusu ulusal bilinç doğrultusunda ulusal politikalar üretecek iktidarın duyarlı, dik ve kararlı duruşudur…
Ne dersiniz?...
Bıçağın kemiğe dayanmasının anlamı bu olabilir mi?
(22 Ağustos 2011, Haber Ekspres)
Daha yeni…
Silvan kırsalında 13, Hakkari Çukurca’da 12 askerimiz şehit edildi teröristler tarafından…
Ateş düştü yine anaların, babaların, kardeşlerin ve Türk Ulusunun yüreğine. Hem de nasıl bir ateş. Kor kor…
PKK’nın terör eylemlerine başladığı 1984’ten 22 Haziran 2010’daki Halkalı saldırısına kadar verilen şehit sayısı 6 bin 653…
Bu sayı her yeni gün artıyor ne yazık ki!
Yeter artık; yeter artık diye feryat ediyoruz…
Feryat ediyoruz Kürt sorunu vardır diyenlere…
Feryat ediyoruz terör sorunu vardır demeyenlere…
Feryat ediyoruz TSK’nın kahraman subaylarını içeri atanlara…
Feryat ediyoruz ulusal politikalar üretemeyenlere…
Türkiye’yi güllük gülistanlık gösterenlere feryat ediyoruz…
Bir ABD, bir İngiliz ya da bir İsrail askeri teröristler tarafından öldürülse vay onu öldüren teröristin haline, vay o teröriste destek veren ülkenin haline…
Ama gelin görün ki ileri demokrasi aldatmacasıyla, insan hakları aldatmacasıyla, Kürt açılımıyla, AB ve ABD’nin akıl hocalığıyla, olan Türk ulusunun bağrından çıkmış Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Mehmetlerine; Mehmetçiklerine yani yavrularımıza, çocuklarımıza oluyor…
Ey milletim artık uyan…
Uyan ki sesini duyur. Gaflet ve dalalet içinde olanlar artık uyansın…
* * *
Değerli okurlarım, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın birinci maddesinde terör aynen şu şekilde tanımlanmıştır:
“Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasa’da belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti’nin ve Cumhuriyet’in varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.”
Değerli okurlarım bugün de;
• Cebir ve şiddet kullanılarak milletimiz üzerinde baskı, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit yöntemleri uygulanmıyor mu?
• Bu yöntemleri uygulayanlar anayasamızda belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek istemiyorlar mı?
• Cebir ve şiddeti devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacıyla gerçekleştirmiyorlar mı?
• Bu şekilde bir örgütlenmeye karşı yerinde önlemlerin alınmaması cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmüyor mu?
• Devlet otoritesini zaafa uğratmıyor mu?
• Devleti yıkmak, ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek hedefindekileri yüreklendirmiyor mu?
• Devletin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı böylece gittikçe bozulmuyor mu?
Terörün amacı siyasidir. Siyasi hedeflere ulaşmak için şiddetin araçlaştırılmasıdır terör. Birinin “terörist” dediğine diğerinin çeşitli kaygılarla “özgürlük savaşçısı” diyebildiği, terör örgütlerinin bazı devletler tarafından stratejik amaçlarla kullanıldığı, küreselleşmenin ve şehirleşmenin terörün araçlarını çoğalttığı ve gizlenmesini kolaylaştırdığı bir çağda, terörle mücadele elbette daha zordur.
Böyle bir çağda terörle mücadele doğru stratejiler gerektirir. Ulusal politikaları ulusal bilinçle perçinlemeyi gerektirir. 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nı çok iyi okumayı gerektirir. Daha kararlı duruş, daha fazla inandırıcılık gerektirir. Daha fazla ciddiyet gerektirir!
Terörle Mücadele Yasası’nda açıkça sayılan yolları izleyerek, bu yasada aktarılan hedefleri gerçekleştirmek isteyen kişiler hiç kuşkusuz teröristtirler. Bunun kadar kesin olan bir başka şey de terör olgusuyla etkin mücadele etmekte zaafı olan siyasal iktidarların ve terörün gizli ya da örtülü destekçisi olmuş her örgütlenmenin terörün yıkıcı etkilerinden sorumlu olduklarıdır!
Başbakan Recep Tayip Erdoğan, geçtiğimiz yıllarda Avrupa ülkelerinin PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmelerine karşın teröristleri Türkiye’ye iade etmediklerini ifade ederek bu ülkeleri samimi olmamakla eleştirmemiş miydi? Geçmişten ders almayanların bölgede Türkiye’ye karşın birtakım projeleri hayata geçirme peşinde olduklarını söyleyip “Buna stratejik ortağımız ABD de dahil” dememiş miydi?
Bu açıklama yıllar öncesinde söylenen “Sevr’i getirmek istiyorlar” sözünü doğrulamıyor mu?
Şimdi Başbakanın bıçağın kemiğe dayandığını söylemesi, onun geçmişten ders aldığı anlamına gelir mi?
Nasıl ki Somali konusunda aç ve susuz insanlara yardım için anında iktidar tarafından bir ulusal bilinç duyarlı bir şekilde oluşturulmaya çalışılıyor ve bu başarılıyorsa…
Neden yıllar yılı binlerce şehit verdiğimiz ve hala vermeye devam ettiğimiz terör konusunda bir ulusal bilinç aynı iktidar tarafından aynı duyarlılıkla oluşturulmuyor veya bu bilincin oluşturulmasına fırsat verilmiyor…
Terörün tek korkusu ulusal bilinçtir.
Terörün tek korkusu ulusal politikalardır.
Terörün tek korkusu ulusal bilinç doğrultusunda ulusal politikalar üretecek iktidarın duyarlı, dik ve kararlı duruşudur…
Ne dersiniz?...
Bıçağın kemiğe dayanmasının anlamı bu olabilir mi?
(22 Ağustos 2011, Haber Ekspres)
21 Ağustos 2011
TBMM’DE GÖRÜŞÜLMEYEN DIŞ POLİTİKA ULUSAL SAYILABİLİR Mİ?... - ZAFER YAPICI
Sayın Başbakan “sabrımızın sonuna geldik. Suriye bizim iç meselemizdir” diyor.
Ve Dışişleri Bakanı’nı “son uyarı” için Şam’a gönderiyor.
İktidar partisinin bir sözcüsü, “Davutoğlu Şam’dan dönünce bir yol haritası çizeriz” diyor.
Üstelik TBMM’de ne ana muhalefetin ne de diğer muhalefet partilerinin görüşleri alınmadan bu sözler söyleniyor.
Başbakan, bakanlar, ABD Dışişleri Bakanı ve ABD Ankara Büyükelçisi eşgüdüm halinde.
ABD Başkanı ile kırmızı telefon hattı açık.
AB ülkeleri teşvik yarışında…
Times gazetesi Suriye’ye karşı Türkiye’nin askeri operasyonunu tartışmaya açıyor.
AKP herkesin görüş ve önerisini alıyor...
Bir tek muhalefetin ve Türk kamuoyunun görüş ve önerilerini almıyor!
İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası böyle yönetiliyor…
* * *
“Sabrımızın sonuna geldik”, “Suriye bizim iç meselemizdir” ve “Davutoğlu Şam’dan dönünce bir yol haritası çizeriz” sözleri komşularımızla sıfır sorun söylemiyle bağdaşıyor mu?...
Peki bu çelişki niye?…
* * *
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu yürütülen dış politika hakkında şu görüşleri dile getiriyor: “…Dış politika stratejiniz, eğer ülkenizin yüksek çıkarları, bekası ve sokaktaki insanın refahı bakımından artı değer üretmiyorsa, doğru tespit edilmemiş demektir… Meclisine, ana muhalefete, halkına değil de Batı’nın egemen güçlerine bilgi vermeyi düstur edinenler, egemen güçlerin taşeronluğunu yapanlardır…”
Değerli okurlarım, Kılıçdaroğlu’nun bu tespiti doğru değil mi?
Neden ana muhalefetin ve diğer muhalefet partilerinin görüşleri çok önemli dış politika konularında alınmıyor?
Oysa Suriye meselesi gibi kritik bir konuda dış politika, muhalefetiyle iktidarıyla TBMM’de mutabakatla alınan kararlara dayanmalıdır.
Yoksa olası bir yanlış kararın büyük vebali sadece iktidara kalır.
O halde siyasal iktidarın ve dış çevrelerin eşgüdümüyle yürütülen, ancak içinde halkın ve muhalefet partilerinin yer almadığı bir dış politika kararına ulusaldır diyebilir miyiz?
TBMM’yi, ana muhalefeti, diğer muhalefet partilerini ve halkı görmezlikten gelmenin ve ancak dıştan gelen öneriler ve telkinler doğrultusunda politika üretmenin, uygulamanın ve sahiplenmenin adı olsa olsa dış politikada AKP demokrasisidir.
* * *
Değerli okurlarım, bugünkü yazımı Mustafa Kemal ATATÜRK’ün dış politika ve TBMM ile ilgili söylediği altın değerindeki şu sözlerle bitirmek istiyorum:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta barış, dünyada barış gayesi, insaniyetin refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş olmak bizim için övünülecek bir harekettir.” (1933)
“Dış siyasetimizde başka bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu savunuyoruz ve savunacağız.” (1921)
“Memleketin alın yazısında biricik yetki ve kudret sahibi olan Büyük Millet Meclisi, bu memleketin düzeni için, iç ve dış güvenliği ve dokunulmazlığı için en büyük kefildir. Büyük milli dertler şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi’nde şifa buldu. Gelecekte de yalnız orada kesin önlemlerini bulabilecektir. Türk milletinin sevgi ve bağlılığı daima Büyük Millet Meclisi’ne yöneldi ve daima oraya yönelmiş olacaktır.” (1930)
( HABER EKSPRES GAZETESİ- 15.08.2011)
13 Ağustos 2011
AÇLIĞIN VE SUSUZLUĞUN BİLİNCİNİ YAŞAMAK - ZAFER YAPICI
Sokaklarımızı sadece insanlarla paylaştığımızı sanırsanız yanılırsınız. İnsanın önceliği karşısında, çoğu zaman dikkat çekmeyen bir arka plandan ibaret kalsalar da; sokakların başka sahipleri de vardır. Kediler, köpekler, kuşlar örneğin. Aslında bizden çok onlar sahiptir sokaklara. Çünkü sokaklar insanın ikamet dışı mekanıyken sadece, onların vazgeçilmez evleridir...
Bir minik sokak köpeği örneğin; mahallemizin yaşayan bir parçası değil midir? Hanginiz, evinizin önünde bir yavru kedinin sevimli bakışlarına şahit olmadınız?
Onları görmezlikten gelebilir miyiz? Peki ya yok sayabilir miyiz?
Nasıl ki biz insanlar yememize, içmemize, güvenliğimize, sevmemize ve sevilmemize önem veriyorsak unutmamalıyız ki sokak hayvanlarının da yemeye, içmeye, güvenliğe, sevilmeye ve sevmeye hak ve ihtiyaçları vardır. Biz insanlar hayati ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz veya en azından ifade edebiliyoruz. Çoğu zaman "yoksulluk ya da açlık sınırında" yaşamlara sahip olsak da... Ama onlar kendi ihtiyaçlarını karşılamakta bizler kadar bile şanslı değiller. Gelin o şansı onlara bizler verelim. Çünkü onların da en az bizim kadar bu dünyanın nimetlerinden faydalanmaya; yaşamaya hakları vardır.
Nasıl ki biz insan haklarından, hak ve özgürlükten, demokrasiden yararlanmak istiyorsak, onların da hayvan haklarından yararlanmasını sağlamalıyız.
Küresel ısınmanın meydana getirdiği iklim değişiminden dolayı yaşanan su ve buna bağlı gıda sorunu göz önüne alınırsa hayvanların içecek bir yudum suyu bile bulmakta güçlük çektiğini görüyoruz. Şu günlerde bir yudum suyu veya bir dilim ekmeği onlardan esirgemememiz gerekiyor. Tıpkı Afrika'da milyonlarca insanın yaşadığı açlık ve su sorunu gibi...
Eğer onlara "gören gözlerle" bakarsak bu gerçeği görürüz ve tabii ki gerekeni yaparız. Haydi, şimdi vakit geçirmeden onları görmeye, tanımaya ve onlarla dost olmaya çalışalım... Göreceksiniz sevgiyle verilen bir tas su, bir dilim ekmek sizi nasıl mutlu edecektir... Bu mutluluğu mutlaka tadın. Tıpkı Gamze gibi...
17 yaşında Gamze lise üçüncü sınıfa gidiyor. Onu farklı kılan bir özelliği var. Doğa, çevre ve hayvan sevgisi.
Hani küresel ısınmanın meydana getirdiği; daha doğrusu biz insanların sebep olduğu iklim değişikliğinin sonucu olan su kıtlığı var ya; bu sorun onu öyle etkilemiş ki!...
Gamze temmuz ve ağustosun kavurucu sıcaklarında sokakta dolaşan kedi, köpek ve kuşların suya duyduğu ihtiyacı gidermek için her gün kapısının önüne bir kap su koyuyor. Bununla da yetinmiyor. Harçlıklarından biriktirdiği parayla marketten kedi ve köpek mamaları satın alıyor. Yine aynı titizlikle, etrafını saran kedi ve köpeklerin karınlarını doyuruyor.
İnanın değerli okurlarım, kedi ve köpekler Gamze'ye öyle alışmış ki onun kucağından, sırtından, omuzundan inmek istemiyorlar. Hele hele yavrularını başkalarından kıskanan kedi ve köpeklerin hırçınlığı Gamze'nin karşısında sevgi dolu bir güvene dönüşüyor... Kusursuz bir iletişimin güvene, sevgiye ve sonunda mutluluğa dönüşmesinin bir örneğidir Gamze'nin başarısı...
İşte bu iletişimi kuran Gamze hayvan sevgisiyle mutluluğu yakalamıştır. Ona, "Herhalde bu mutluluğu daimi kılmak için veteriner olursun" dediğimde bana, "Hasta, bir yeri kanayan veya ölmek üzere olan bir hayvan geldiğinde dayanamam. Onun için ben veteriner olamam. Ama onların haklarını korumak için avukat olacağım" dedi.
Gamze bu davranışı ile hepimize önemli bir mesaj veriyor.
Biz insanlar iyi bir yaşam için kendi hak ve özgürlüklerimizi savunuyor; hak ve özgürlüklerimiz uğruna mücadele edebiliyoruz. Peki, kendi hak ve özgürlüklerini savunamayan canlıların haklarını savunmak, onlar için de mücadele etmek biz insanlara düşmez mi? Onların da güven içinde karınlarının doyurulmasına, susuzluklarının giderilmesine hakları yok mu? Ya bu hakkı bulamadıkları, aç ve susuz kaldıkları zaman?...
İşte sorun burada; ya bulamadıkları zaman?...
Değerli okurlarım, görülmeyen ve bilinmeyen o kadar çok Gamzeler var ki... Onların şefkati, yardımseverliği ve yüreklerini dolduran sevgi sayesinde sokak hayvanları yaşamlarını sürdürebiliyor...
Bu Ağustos'un kavurucu sıcağında sevgiyle verilen bir yudum su veya bir avuç yiyecek hayvan dostlarımızı olduğu gibi sizi de mutluluğa taşıyabilir...
Ağustos'un bu sıcağında oruç tutan milyonlarca insan açlığın ve susuzluğun nasıl bir şey olduğunun bilincini yaşıyor...
Aç ve susuz olduklarını dile getiremeyen tüm yaşayan canlıların halini en iyi onlar anlayacaklardır...
(10.08.2011, Haber Ekspres)
Bir minik sokak köpeği örneğin; mahallemizin yaşayan bir parçası değil midir? Hanginiz, evinizin önünde bir yavru kedinin sevimli bakışlarına şahit olmadınız?
Onları görmezlikten gelebilir miyiz? Peki ya yok sayabilir miyiz?
Nasıl ki biz insanlar yememize, içmemize, güvenliğimize, sevmemize ve sevilmemize önem veriyorsak unutmamalıyız ki sokak hayvanlarının da yemeye, içmeye, güvenliğe, sevilmeye ve sevmeye hak ve ihtiyaçları vardır. Biz insanlar hayati ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz veya en azından ifade edebiliyoruz. Çoğu zaman "yoksulluk ya da açlık sınırında" yaşamlara sahip olsak da... Ama onlar kendi ihtiyaçlarını karşılamakta bizler kadar bile şanslı değiller. Gelin o şansı onlara bizler verelim. Çünkü onların da en az bizim kadar bu dünyanın nimetlerinden faydalanmaya; yaşamaya hakları vardır.
Nasıl ki biz insan haklarından, hak ve özgürlükten, demokrasiden yararlanmak istiyorsak, onların da hayvan haklarından yararlanmasını sağlamalıyız.
Küresel ısınmanın meydana getirdiği iklim değişiminden dolayı yaşanan su ve buna bağlı gıda sorunu göz önüne alınırsa hayvanların içecek bir yudum suyu bile bulmakta güçlük çektiğini görüyoruz. Şu günlerde bir yudum suyu veya bir dilim ekmeği onlardan esirgemememiz gerekiyor. Tıpkı Afrika'da milyonlarca insanın yaşadığı açlık ve su sorunu gibi...
Eğer onlara "gören gözlerle" bakarsak bu gerçeği görürüz ve tabii ki gerekeni yaparız. Haydi, şimdi vakit geçirmeden onları görmeye, tanımaya ve onlarla dost olmaya çalışalım... Göreceksiniz sevgiyle verilen bir tas su, bir dilim ekmek sizi nasıl mutlu edecektir... Bu mutluluğu mutlaka tadın. Tıpkı Gamze gibi...
17 yaşında Gamze lise üçüncü sınıfa gidiyor. Onu farklı kılan bir özelliği var. Doğa, çevre ve hayvan sevgisi.
Hani küresel ısınmanın meydana getirdiği; daha doğrusu biz insanların sebep olduğu iklim değişikliğinin sonucu olan su kıtlığı var ya; bu sorun onu öyle etkilemiş ki!...
Gamze temmuz ve ağustosun kavurucu sıcaklarında sokakta dolaşan kedi, köpek ve kuşların suya duyduğu ihtiyacı gidermek için her gün kapısının önüne bir kap su koyuyor. Bununla da yetinmiyor. Harçlıklarından biriktirdiği parayla marketten kedi ve köpek mamaları satın alıyor. Yine aynı titizlikle, etrafını saran kedi ve köpeklerin karınlarını doyuruyor.
İnanın değerli okurlarım, kedi ve köpekler Gamze'ye öyle alışmış ki onun kucağından, sırtından, omuzundan inmek istemiyorlar. Hele hele yavrularını başkalarından kıskanan kedi ve köpeklerin hırçınlığı Gamze'nin karşısında sevgi dolu bir güvene dönüşüyor... Kusursuz bir iletişimin güvene, sevgiye ve sonunda mutluluğa dönüşmesinin bir örneğidir Gamze'nin başarısı...
İşte bu iletişimi kuran Gamze hayvan sevgisiyle mutluluğu yakalamıştır. Ona, "Herhalde bu mutluluğu daimi kılmak için veteriner olursun" dediğimde bana, "Hasta, bir yeri kanayan veya ölmek üzere olan bir hayvan geldiğinde dayanamam. Onun için ben veteriner olamam. Ama onların haklarını korumak için avukat olacağım" dedi.
Gamze bu davranışı ile hepimize önemli bir mesaj veriyor.
Biz insanlar iyi bir yaşam için kendi hak ve özgürlüklerimizi savunuyor; hak ve özgürlüklerimiz uğruna mücadele edebiliyoruz. Peki, kendi hak ve özgürlüklerini savunamayan canlıların haklarını savunmak, onlar için de mücadele etmek biz insanlara düşmez mi? Onların da güven içinde karınlarının doyurulmasına, susuzluklarının giderilmesine hakları yok mu? Ya bu hakkı bulamadıkları, aç ve susuz kaldıkları zaman?...
İşte sorun burada; ya bulamadıkları zaman?...
Değerli okurlarım, görülmeyen ve bilinmeyen o kadar çok Gamzeler var ki... Onların şefkati, yardımseverliği ve yüreklerini dolduran sevgi sayesinde sokak hayvanları yaşamlarını sürdürebiliyor...
Bu Ağustos'un kavurucu sıcağında sevgiyle verilen bir yudum su veya bir avuç yiyecek hayvan dostlarımızı olduğu gibi sizi de mutluluğa taşıyabilir...
Ağustos'un bu sıcağında oruç tutan milyonlarca insan açlığın ve susuzluğun nasıl bir şey olduğunun bilincini yaşıyor...
Aç ve susuz olduklarını dile getiremeyen tüm yaşayan canlıların halini en iyi onlar anlayacaklardır...
(10.08.2011, Haber Ekspres)
SURİYE’DEKİ GELİŞMELER - ZAFER YAPICI
Geçtiğimiz günlerde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Türkiye’deyken “Suriye’de Esad yönetimi artık meşru değil” açıklamasını yapmıştı.
Esad yönetimini gayrimeşru ilan etmek, bu yönetimi devirmek için gerçekleştirilecek bir uluslararası operasyonu meşru görmekle aynı anlama gelmekteydi.
Nitekim ABD bu açıklamasının ardından aynı argümanı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne de taşıdı.
Ağustos ayının başında Güvenlik Konseyi toplantılarında Suriye’nin kınanması ve hükümetin gayrimeşru sayılması konuları tartışıldı.
Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri Çin ve Rusya Federasyonu ile Brezilya, Lübnan ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi geçici üyeleri olası bir operasyona karşı bir tutum sergiledi.
Sonuç olarak Konsey’in uzun pazarlıklar sonunda varabildiği ortak metinde, Esad ve yönetimine reformları bir an önce hayata geçirmesi telkin edildi. Çözümün ancak hükümetin öncülüğünde olacağı ibaresi yer aldı. Konsey’in çözümün adresi olarak hükümeti göstermesi Esad yönetiminin uluslararası düzlemde hala meşru görüldüğünü kanıtladı. Diğer taraftan şiddetten dolayı asıl sorumlunun hükümet güçleri olduğu eleştirisi satır aralarında yer aldı. Böylelikle büyük güçlerin istemleri arasında bir denge yaratıldı.
Bu metnin Suriye’ye müdahale olasılığını zayıflattığı düşünülebilirdi. Ancak çok geçmeden Batılı büyük güçler, geçmişte olduğu gibi BM Güvenlik Konseyi kararlarını dikkate almayan uygulamalara girişme sinyalleri vermeye başladılar.
Geçtiğimiz cumartesi gecesi geç saatlerde ABD Başkanı Barack Obama, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Suriye konusunda telefon görüşmeleri yaptı. Görüşmelerin ardından Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, “Liderler Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad rejiminin Suriye halkına karşı ayrım yapmaksızın devam eden şiddet kullanımını kınıyor. Liderler BM Güvenlik Konseyi’nin 3 Ağustos’ta yayınladığı kınama metnine katılmakla birlikte, Esad rejimine baskıyı arttırmak ve Suriye halkını desteklemek için adımlar atılması gerektiği konusunda hemfikir” denildi.
Böylelikle üç batılı lider, BM Güvenlik Konseyi’nde alınan kararı yeterli görmediklerini, baskıyı arttırma konusunda ortak girişimde bulunma niyetinde olduklarını ilan ettiler. Dahası ABD Dışişleri Bakanlığı Suriye’de bulunan Amerikalılara, ülkeyi “derhal terk edin” uyarısı yaptı.
Bu gelişmeyle eşzamanlı olarak Körfez İşbirliği Konseyi, Suriye’de “dökülen kanın” durması uyarısında bulunarak, acil reform çağrısı yaptı. Bahreyn, Kuveyt, Katar, Umman, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden oluşan konsey, bugüne kadar Suriye konusunda net bir pozisyon takınmamıştı.
* * *
Görünen o ki, yanıbaşımızda; Suriye’de yaşananlar konusunda uluslararası kamuoyu ikiye bölünmüş durumda.
Birinci grup, Esad yönetimini devirmek için acil bir müdahaleden yana. İkinci grup ise müdahaleye karşı… Ülkede yeniden istikrarın sağlanmasında iktidarın gerekli önlemler almasını yeterli görüyor.
Türkiye, bu süreçte birinci grup ile eşgüdüm halinde. Clinton’un yukarıda aktardığım kritik açıklamayı Türkiye’de yapması, Türkiye’nin tutumunu net bir şekilde ortaya koymuştu. Son olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Suriye’de muhaliflere yönelik olarak sürdürülen operasyonları “Ramazan ayına daha kanlı bir ortamda girilmesi asla kabul edilebilecek ve sessiz kalınabilecek bir gelişme değildir” diyerek yüksek tondan eleştirdi.
* * *
Değerli okurlarım, Irak’a yönelik olarak ABD’nin BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan yaptığı operasyonun Irak’ı kan gölüne çevirdiği ve ülkede istikrarın hala sağlanamadığı ortada.
Bu durumda Suriye’de de benzer bir durumun yaşanması, bu ülkede de PKK gibi terörist örgütlerin yerleşebileceği denetimden uzak bir ortam yaratır.
Bu demek oluyor ki, Türkiye’nin güvenliği Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmaktan geçmektedir.
Operasyonun, gelecekteki bir İran operasyonunun hazırlayıcısı olacağı konusu dünya basınında tartışılıyor ki bu durum Türkiye’nin yanıbaşındaki üç ülkenin de kargaşaya sürüklenmesi anlamına gelir. Türkiye, terör, mülteciler, ticaretin aksaması gibi
birçok sorunla karşı karşıya kalabilir.
Ancak Türkiye buna rağmen ABD ile aynı çizgide bir dış politika izliyor. Libya’yı bölme konusunda Libyalı muhaliflerin yaptığı toplantılar Türkiye’de gerçekleşiyor. Suriye yönetiminin meşru olmadığı Clinton tarafından Ankara’da ilan ediliyor!
Değerli okurlarım esas sorun da bu. BM hukukuna aykırı bir biçimde kuvvet kullanımı sürekli tekrarlanırsa, ortada bir BM sistemi kalmaz. Olur ya, hukuksuzluk ortamında bir gün aynı yöntemle, aynı güçler Türkiye’ye karşı da kuvvet kullanırlarsa, Türkiye hangi argümanla buna itiraz edecektir?
Yokedilmesine kendi hükümetinin dolaylı katkı sağladığı uluslararası hukuk argümanıyla mı?
(08.08.2011, Haber Ekspres)
Esad yönetimini gayrimeşru ilan etmek, bu yönetimi devirmek için gerçekleştirilecek bir uluslararası operasyonu meşru görmekle aynı anlama gelmekteydi.
Nitekim ABD bu açıklamasının ardından aynı argümanı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne de taşıdı.
Ağustos ayının başında Güvenlik Konseyi toplantılarında Suriye’nin kınanması ve hükümetin gayrimeşru sayılması konuları tartışıldı.
Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri Çin ve Rusya Federasyonu ile Brezilya, Lübnan ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi geçici üyeleri olası bir operasyona karşı bir tutum sergiledi.
Sonuç olarak Konsey’in uzun pazarlıklar sonunda varabildiği ortak metinde, Esad ve yönetimine reformları bir an önce hayata geçirmesi telkin edildi. Çözümün ancak hükümetin öncülüğünde olacağı ibaresi yer aldı. Konsey’in çözümün adresi olarak hükümeti göstermesi Esad yönetiminin uluslararası düzlemde hala meşru görüldüğünü kanıtladı. Diğer taraftan şiddetten dolayı asıl sorumlunun hükümet güçleri olduğu eleştirisi satır aralarında yer aldı. Böylelikle büyük güçlerin istemleri arasında bir denge yaratıldı.
Bu metnin Suriye’ye müdahale olasılığını zayıflattığı düşünülebilirdi. Ancak çok geçmeden Batılı büyük güçler, geçmişte olduğu gibi BM Güvenlik Konseyi kararlarını dikkate almayan uygulamalara girişme sinyalleri vermeye başladılar.
Geçtiğimiz cumartesi gecesi geç saatlerde ABD Başkanı Barack Obama, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Suriye konusunda telefon görüşmeleri yaptı. Görüşmelerin ardından Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, “Liderler Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad rejiminin Suriye halkına karşı ayrım yapmaksızın devam eden şiddet kullanımını kınıyor. Liderler BM Güvenlik Konseyi’nin 3 Ağustos’ta yayınladığı kınama metnine katılmakla birlikte, Esad rejimine baskıyı arttırmak ve Suriye halkını desteklemek için adımlar atılması gerektiği konusunda hemfikir” denildi.
Böylelikle üç batılı lider, BM Güvenlik Konseyi’nde alınan kararı yeterli görmediklerini, baskıyı arttırma konusunda ortak girişimde bulunma niyetinde olduklarını ilan ettiler. Dahası ABD Dışişleri Bakanlığı Suriye’de bulunan Amerikalılara, ülkeyi “derhal terk edin” uyarısı yaptı.
Bu gelişmeyle eşzamanlı olarak Körfez İşbirliği Konseyi, Suriye’de “dökülen kanın” durması uyarısında bulunarak, acil reform çağrısı yaptı. Bahreyn, Kuveyt, Katar, Umman, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden oluşan konsey, bugüne kadar Suriye konusunda net bir pozisyon takınmamıştı.
* * *
Görünen o ki, yanıbaşımızda; Suriye’de yaşananlar konusunda uluslararası kamuoyu ikiye bölünmüş durumda.
Birinci grup, Esad yönetimini devirmek için acil bir müdahaleden yana. İkinci grup ise müdahaleye karşı… Ülkede yeniden istikrarın sağlanmasında iktidarın gerekli önlemler almasını yeterli görüyor.
Türkiye, bu süreçte birinci grup ile eşgüdüm halinde. Clinton’un yukarıda aktardığım kritik açıklamayı Türkiye’de yapması, Türkiye’nin tutumunu net bir şekilde ortaya koymuştu. Son olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Suriye’de muhaliflere yönelik olarak sürdürülen operasyonları “Ramazan ayına daha kanlı bir ortamda girilmesi asla kabul edilebilecek ve sessiz kalınabilecek bir gelişme değildir” diyerek yüksek tondan eleştirdi.
* * *
Değerli okurlarım, Irak’a yönelik olarak ABD’nin BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan yaptığı operasyonun Irak’ı kan gölüne çevirdiği ve ülkede istikrarın hala sağlanamadığı ortada.
Bu durumda Suriye’de de benzer bir durumun yaşanması, bu ülkede de PKK gibi terörist örgütlerin yerleşebileceği denetimden uzak bir ortam yaratır.
Bu demek oluyor ki, Türkiye’nin güvenliği Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmaktan geçmektedir.
Operasyonun, gelecekteki bir İran operasyonunun hazırlayıcısı olacağı konusu dünya basınında tartışılıyor ki bu durum Türkiye’nin yanıbaşındaki üç ülkenin de kargaşaya sürüklenmesi anlamına gelir. Türkiye, terör, mülteciler, ticaretin aksaması gibi
birçok sorunla karşı karşıya kalabilir.
Ancak Türkiye buna rağmen ABD ile aynı çizgide bir dış politika izliyor. Libya’yı bölme konusunda Libyalı muhaliflerin yaptığı toplantılar Türkiye’de gerçekleşiyor. Suriye yönetiminin meşru olmadığı Clinton tarafından Ankara’da ilan ediliyor!
Değerli okurlarım esas sorun da bu. BM hukukuna aykırı bir biçimde kuvvet kullanımı sürekli tekrarlanırsa, ortada bir BM sistemi kalmaz. Olur ya, hukuksuzluk ortamında bir gün aynı yöntemle, aynı güçler Türkiye’ye karşı da kuvvet kullanırlarsa, Türkiye hangi argümanla buna itiraz edecektir?
Yokedilmesine kendi hükümetinin dolaylı katkı sağladığı uluslararası hukuk argümanıyla mı?
(08.08.2011, Haber Ekspres)
ANDIMIZA VE DEĞERLERİMİZE UZANAN ELLER… - HABER EKSPRES
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı ilköğretim okullarında öğrenciler her gün dersler başlamadan önce topluca şu andı içerler:
“Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!”
* * *
Değerli okurlarım, İstanbul’da 23 Temmuz 2011 tarihinde Mazlum-Der ve Özgür- Der’in de aralarında olduğu çeşitli İslami kuruluşların birlikte gerçekleştirdiği bir protesto yürüyüşü yapıldı. Yürüyüş Fatih Postanesi önünden başladı. Saraçhane Parkı’nda son buldu.
Bu yürüyüşte yeni eğitim-öğretim yılıyla ilgili talepler dile getirildi.
İşte o talepler ve pankartlarda yazılı olanlardan bazıları:
• “Kemalist Şoven Ant Dayatmasına Son!”
• “Andımız Başörtümüzdür.”
• “Irkçı Andı Reddediyoruz.”
• “Andımız İslam’a Uygun Olmalıdır.”
• “Kemalist Şartlandırmaya Hayır!”
• “Kemalizm’in Değil, Rabbimizin Kuluyuz!”,
• “Irkçı-Kemalist Müfredata Son!”
• “Milli Güvenlik Dersleri Kaldırılsın!”
• “Okulda Kışla Düzenine Son!”
• “İslami Kimlik Şerefimizdir!”
• “Her Kademede Başörtüsüne Özgürlük!”
• “Anadilde Eğitim Yasağına Hayır!”
• “Neden İnanmadığım Değerler Üzerine Ant İçmeye Zorlanıyorum?”
• “Niçin Okula Başörtümle Gidemiyorum?”
Eylemin esas akılda kalan kısmı, ilköğretim 5. sınıf öğrencisi Hayrunnisa Sağlam’ın, her sabah kendilerine okutulan andı benimsemediklerini ve “Ey büyük Atatürk! Gösterdiğin amaçta…, Varlığım Türk varlığına…” gibi ifadelerin kendi inançlarını yansıtmadığını söylemesi veya ona bunların söylettirilmesi oldu.
Eylemin amacını açıklayan Güney Uzun, eylemi düzenleyen İslami kuruluşlar Özgür-Der, Mazlum Der ve İHH olarak eğitimle ilgili taleplerini Başbakanlığa ve Milli Eğitim Bakanlığına ilettiklerini belirtti.
Güney Uzun resmi ideolojik baskı ve dayatmaların en yoğun hissedildiği alanın eğitim olduğunu söyledi. “Çocuklarımız okuldaki günlerine askeri düzende, adeta emir-komuta anlayışında, tek-tipçi bir ortamda başlıyorlar. Ant töreni ile de tam bir beyin yıkama, inkar ve asimilasyona tabi tutuluyorlar. Bu ırkçı, varlığını ulusa armağan eden, Ulu Önder’i kutsayan, hatta putlaştıran anlayış Müslüman kimliğimiz inancımızla ters düşmektedir. Hamd ve secde edilecek yegane varlık olarak Allah’ı gören, ırk üstünlüğünü, kişi ve kurumları kutsamayı reddeden inancımız çocuklarımıza söylettirilen ‘Andımız’ adlı yeminle çatışmaktadır” dedi.
* * *
Değerli okurlarım, isterseniz şimdi de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın ve yeni Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in geçmişte bu konuyla ilgili neler söylediğine bir bakalım!...
Abdullah Gül: “…’Ne mutlu Türküm lafını tutup her yere yaza yaza, Türkiye aslında ilkel bir hale dönüşmüştür…”
Recep Tayip Erdoğan: “Yahu, milletin bütünlüğü ‘ne mutlu Türküm diyene’ ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı otuzu aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir araya getirdi. Biz de inanç birliğiyle tutacağız”,
“Türklük bir alt kimliktir”,
“Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu. Sen bunu önüne geçemezsin ki”…
Ömer Dinçer: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu sırada ortaya atılan Cumhuriyet ilkesinin zayıfladığını ve işlevini kaybettiğini görüyoruz. Halk için ve halk adına yönetim diye tabir edilen Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür. Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerine İslam ile bütünleşmenin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerine; daha çok katılımcı, daha ademi merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi sorumluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.”
* * *
Değerli okurlarım, “Türküm” sözcüğüyle başlayan ve “Ne Mutlu Türk’üm diyene” ifadesi ile biten andımıza yönelik bir başkaldırıdır yukarıda anlattıklarım.
Aslında Atatürk’e; Atatürk’ün ilke ve devrimlerine ve laik eğitime yönelik bir başkaldırıdır bu yürüyüşler ve sözler…
Nihai amaçları bu istemlerini Anayasa’ya yerleştirmektir. Cumhuriyetin kurtuluş ve kuruluş felsefesini işlevsiz hale getirmektir…
Biri Cumhurbaşkanı, biri Başbakan, biri Milli Eğitim Bakanı.
Diğerleri sivil (!) toplum örgütleri…
Hep birlikte aynı şarkıyı söylüyorlar…
Gün geçmiyor ki, ilkelerimize ve devrimlerimize dil uzatılmasın. Gün geçmiyor ki bu ilke ve devrimlere yönelik etkisizleştirme girişimleri yapılmasın.
Peki, biz Atatürkçüler, Kemalistler, vatanseverler, aydınlar, ulusalcılar…
Sesimizi ne zaman çıkartacağız? Ne zaman değerlerimize sahip çıkacağız?
Ne zaman Bursa Nutku’nu okuyacağız?
Ne zaman “yeter artık” diyeceğiz?
Bu değerlerimizi de kaybedersek, geride kaybetmediğimiz ne kalacak?...
(01.08.2011, Haber Ekspresi
“Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!”
* * *
Değerli okurlarım, İstanbul’da 23 Temmuz 2011 tarihinde Mazlum-Der ve Özgür- Der’in de aralarında olduğu çeşitli İslami kuruluşların birlikte gerçekleştirdiği bir protesto yürüyüşü yapıldı. Yürüyüş Fatih Postanesi önünden başladı. Saraçhane Parkı’nda son buldu.
Bu yürüyüşte yeni eğitim-öğretim yılıyla ilgili talepler dile getirildi.
İşte o talepler ve pankartlarda yazılı olanlardan bazıları:
• “Kemalist Şoven Ant Dayatmasına Son!”
• “Andımız Başörtümüzdür.”
• “Irkçı Andı Reddediyoruz.”
• “Andımız İslam’a Uygun Olmalıdır.”
• “Kemalist Şartlandırmaya Hayır!”
• “Kemalizm’in Değil, Rabbimizin Kuluyuz!”,
• “Irkçı-Kemalist Müfredata Son!”
• “Milli Güvenlik Dersleri Kaldırılsın!”
• “Okulda Kışla Düzenine Son!”
• “İslami Kimlik Şerefimizdir!”
• “Her Kademede Başörtüsüne Özgürlük!”
• “Anadilde Eğitim Yasağına Hayır!”
• “Neden İnanmadığım Değerler Üzerine Ant İçmeye Zorlanıyorum?”
• “Niçin Okula Başörtümle Gidemiyorum?”
Eylemin esas akılda kalan kısmı, ilköğretim 5. sınıf öğrencisi Hayrunnisa Sağlam’ın, her sabah kendilerine okutulan andı benimsemediklerini ve “Ey büyük Atatürk! Gösterdiğin amaçta…, Varlığım Türk varlığına…” gibi ifadelerin kendi inançlarını yansıtmadığını söylemesi veya ona bunların söylettirilmesi oldu.
Eylemin amacını açıklayan Güney Uzun, eylemi düzenleyen İslami kuruluşlar Özgür-Der, Mazlum Der ve İHH olarak eğitimle ilgili taleplerini Başbakanlığa ve Milli Eğitim Bakanlığına ilettiklerini belirtti.
Güney Uzun resmi ideolojik baskı ve dayatmaların en yoğun hissedildiği alanın eğitim olduğunu söyledi. “Çocuklarımız okuldaki günlerine askeri düzende, adeta emir-komuta anlayışında, tek-tipçi bir ortamda başlıyorlar. Ant töreni ile de tam bir beyin yıkama, inkar ve asimilasyona tabi tutuluyorlar. Bu ırkçı, varlığını ulusa armağan eden, Ulu Önder’i kutsayan, hatta putlaştıran anlayış Müslüman kimliğimiz inancımızla ters düşmektedir. Hamd ve secde edilecek yegane varlık olarak Allah’ı gören, ırk üstünlüğünü, kişi ve kurumları kutsamayı reddeden inancımız çocuklarımıza söylettirilen ‘Andımız’ adlı yeminle çatışmaktadır” dedi.
* * *
Değerli okurlarım, isterseniz şimdi de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın ve yeni Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in geçmişte bu konuyla ilgili neler söylediğine bir bakalım!...
Abdullah Gül: “…’Ne mutlu Türküm lafını tutup her yere yaza yaza, Türkiye aslında ilkel bir hale dönüşmüştür…”
Recep Tayip Erdoğan: “Yahu, milletin bütünlüğü ‘ne mutlu Türküm diyene’ ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı otuzu aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir araya getirdi. Biz de inanç birliğiyle tutacağız”,
“Türklük bir alt kimliktir”,
“Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu. Sen bunu önüne geçemezsin ki”…
Ömer Dinçer: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu sırada ortaya atılan Cumhuriyet ilkesinin zayıfladığını ve işlevini kaybettiğini görüyoruz. Halk için ve halk adına yönetim diye tabir edilen Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür. Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerine İslam ile bütünleşmenin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerine; daha çok katılımcı, daha ademi merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi sorumluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.”
* * *
Değerli okurlarım, “Türküm” sözcüğüyle başlayan ve “Ne Mutlu Türk’üm diyene” ifadesi ile biten andımıza yönelik bir başkaldırıdır yukarıda anlattıklarım.
Aslında Atatürk’e; Atatürk’ün ilke ve devrimlerine ve laik eğitime yönelik bir başkaldırıdır bu yürüyüşler ve sözler…
Nihai amaçları bu istemlerini Anayasa’ya yerleştirmektir. Cumhuriyetin kurtuluş ve kuruluş felsefesini işlevsiz hale getirmektir…
Biri Cumhurbaşkanı, biri Başbakan, biri Milli Eğitim Bakanı.
Diğerleri sivil (!) toplum örgütleri…
Hep birlikte aynı şarkıyı söylüyorlar…
Gün geçmiyor ki, ilkelerimize ve devrimlerimize dil uzatılmasın. Gün geçmiyor ki bu ilke ve devrimlere yönelik etkisizleştirme girişimleri yapılmasın.
Peki, biz Atatürkçüler, Kemalistler, vatanseverler, aydınlar, ulusalcılar…
Sesimizi ne zaman çıkartacağız? Ne zaman değerlerimize sahip çıkacağız?
Ne zaman Bursa Nutku’nu okuyacağız?
Ne zaman “yeter artık” diyeceğiz?
Bu değerlerimizi de kaybedersek, geride kaybetmediğimiz ne kalacak?...
(01.08.2011, Haber Ekspresi
BİR SINAV SKANDALI DA RUSYA'DAN - ZAFER YAPICI
Üniversiteye giriş sınavı skandalları sadece Türkiye’de yaşanmıyor. Geçtiğimiz haftalarda Rusya Federasyonu’nda yapılan üniversiteye giriş sınavında da ilginç bir skandal yaşandı. Vkontakte.ru isimli 300.000 kullanıcısı olduğu söylenen internet sitesinde daha sınav başlamadan sınav soruları ve cevapları “şifresiz” bir biçimde yayınlandı...
Değerli okurlarım, Rusya Federasyonu’nun en batı bölgesi Kaliningrad ile en doğu bölgesi Kamçatka yarımadası arasında dokuz saatlik zaman farkı var. Sınav skandalı bu zaman farkının bir sonucu…
Şöyle ki, batıdakilerden birkaç saat önce sınava giren kimi doğu Rusyalı öğrenciler, sınav sorularını ve yanıtlarını vkontakte.ru isimli sosyal paylaşım sitesinde yayımladılar. Böylelikle Moskova ve St. Petersburg gibi Batı Rus şehirlerinde sınava girecek öğrenciler, sınavda çıkacak soruları önceden görüp “önlemlerini aldılar”. Doğal olarak, Batılı öğrenciler sınavda ful çektiler. Örneğin Moskovski Komsomolets gazetesi Moskova bölgesinde İngilizceden sınava girenlerin yüzde 90’ının 100 puan aldığını duyurdu…
Bu durum ilk incelemelere (yahut basına ilk yansıyanlara) göre örgütlü bir toplumsal grubun dışlayıcı biçimde kayrılmasına yönelik olarak hazırlanmış yahut maddi kazanç sağlama amacıyla örgütlenmiş bir suç biçiminde değil.
Bu biçimiyle Türkiye’deki iddialara kıyasla son derece masum.
Boris Kagarlitski’ye göre Rusya’da yaşananlar Rusya Federasyonu’nda sınav sistemine karşı, sınav sisteminin zaaflarından yararlanarak gerçekleştirilen politik bir protesto…
Peki ne olacak? Sınav iptal edilecek mi? Yoksa Türkiye’de olduğu gibi “hafıza-i beşerin nisyan ile malul” olmasından yararlanılarak unutturulacak mı? Bu soru şu an Rusya Federasyonu’nda “reytinglerde” tüm politik tartışmaları, hatta 2012 başkanlık seçimleri sonucunda Putin’in mi Medvedev’in mi başkan olacağı tartışmasını geçmiş durumda. Aynen Türkiye’de olduğu gibi yeni skandallar da ortaya çıkıyor. Skandalların unutturulması konusunda gündem değiştirici bir adım Rusya Federasyonu’nu yöneten ikili tarafından henüz atılmadı; bekleniyor…
Rusya Federasyonu’nu yönetenler, Türkiye’yi yönetenlerin “skandal unutturma” konusundaki müthiş becerisinden ders alacaklar sanırım…
Rusya’da skandal unutturma becerisinden yararlanarak atılacak yeni adımlar, Putin’i destekleyen gençlik örgütlerine sınav şifrelerini önceden postalamak ve intihalci bir Eğitim Bakanı atamak olabilir mi dersiniz?
(25.07.2011 Haber Ekspres)
Değerli okurlarım, Rusya Federasyonu’nun en batı bölgesi Kaliningrad ile en doğu bölgesi Kamçatka yarımadası arasında dokuz saatlik zaman farkı var. Sınav skandalı bu zaman farkının bir sonucu…
Şöyle ki, batıdakilerden birkaç saat önce sınava giren kimi doğu Rusyalı öğrenciler, sınav sorularını ve yanıtlarını vkontakte.ru isimli sosyal paylaşım sitesinde yayımladılar. Böylelikle Moskova ve St. Petersburg gibi Batı Rus şehirlerinde sınava girecek öğrenciler, sınavda çıkacak soruları önceden görüp “önlemlerini aldılar”. Doğal olarak, Batılı öğrenciler sınavda ful çektiler. Örneğin Moskovski Komsomolets gazetesi Moskova bölgesinde İngilizceden sınava girenlerin yüzde 90’ının 100 puan aldığını duyurdu…
Bu durum ilk incelemelere (yahut basına ilk yansıyanlara) göre örgütlü bir toplumsal grubun dışlayıcı biçimde kayrılmasına yönelik olarak hazırlanmış yahut maddi kazanç sağlama amacıyla örgütlenmiş bir suç biçiminde değil.
Bu biçimiyle Türkiye’deki iddialara kıyasla son derece masum.
Boris Kagarlitski’ye göre Rusya’da yaşananlar Rusya Federasyonu’nda sınav sistemine karşı, sınav sisteminin zaaflarından yararlanarak gerçekleştirilen politik bir protesto…
Peki ne olacak? Sınav iptal edilecek mi? Yoksa Türkiye’de olduğu gibi “hafıza-i beşerin nisyan ile malul” olmasından yararlanılarak unutturulacak mı? Bu soru şu an Rusya Federasyonu’nda “reytinglerde” tüm politik tartışmaları, hatta 2012 başkanlık seçimleri sonucunda Putin’in mi Medvedev’in mi başkan olacağı tartışmasını geçmiş durumda. Aynen Türkiye’de olduğu gibi yeni skandallar da ortaya çıkıyor. Skandalların unutturulması konusunda gündem değiştirici bir adım Rusya Federasyonu’nu yöneten ikili tarafından henüz atılmadı; bekleniyor…
Rusya Federasyonu’nu yönetenler, Türkiye’yi yönetenlerin “skandal unutturma” konusundaki müthiş becerisinden ders alacaklar sanırım…
Rusya’da skandal unutturma becerisinden yararlanarak atılacak yeni adımlar, Putin’i destekleyen gençlik örgütlerine sınav şifrelerini önceden postalamak ve intihalci bir Eğitim Bakanı atamak olabilir mi dersiniz?
(25.07.2011 Haber Ekspres)
MEŞRUİYET TARTIŞMASI - ZAFER YAPICI
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, son günlerde Ortadoğu coğrafyasının geleceğini yakından ilgilendiren tartışmalı sözler söylüyor.
11 Temmuz 2011 tarihli sözleri 12 Temmuz 2011 tarihinde yerli ve yabancı basına aşağı yukarı aynı manşetle taşındı: “Esad Artık Meşru Değil”!
Açıklamanın detayına indiğimizde Hillary Clinton’un Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın artık meşruiyetini yitirdiğini net biçimde ifade ettiğini anlıyoruz. Şöyle diyor ajanslar: “ABD ve İngiltere büyükelçilerinin önceki gün devlet başkanı Beşar Esad yanlılarının saldırısına uğramasının ardından Washington yönetimi şimdiye kadar en sert çıkışı yaptı. ‘Esad vazgeçilmez değildir’ dedi”.
Biri de çıkıp bu yaklaşımı sorgulamadı.
Biri de çıkıp Bayan Clinton’a, “sen kimsin ki tıpkı senin devletin gibi bağımsızlığa sahip bir devletin yönetiminin meşruiyet sahibi olup olmamasına karar veriyorsun” demedi.
Türk Dil Kurumu sözlüğünde meşruiyet sözcüğü geçerli olma durumuyla açıklanır.
Yani Bayan Clinton, tek taraflı olarak yaptığı bir açıklamayla uluslararası hukuka göre kendi devletiyle eşit hak ve yükümlülüklere sahip bir devletin yönetimini “geçersiz” ilan etme hakkını kendinde görüyor.
Aynı mantıkla giderse, canı sıkılırsa bir gün bizim ülkemizin meşru hükümetini de “geçersiz” görme hakkını kendinde göremez mi?
Hillary Clinton “Esad’ın iktidarda kalması için kesinlikle yatırımda bulunmadık” dedi bir de. İktidarda kalması için para aktardığımız birinin devrilmesini destekleyecek kadar aptallık yapmıyoruz demek istedi iç kamuoyuna.
Buradan “iktidarda kalmaları için ABD’nin yatırımda bulunduğu” devlet yönetimleri bir sonuç çıkarmışlar ve rahatlamışlardır…
* * *
Sonra Bayan Clinton Türkiye’ye geldi.
Ne için?
Çok şey için.
32 ülkeden 40 delegenin ve Clinton’un meşru yönetim olarak Libya’ya atadığı Ulusal Geçiş Konseyi temsilcilerinin katıldığı Libya Temas Grubu toplantısı için.
Toplantıda Libya lideri Muammer Kaddafi’ye karşı isyancı gruplara daha fazla diplomatik ve finansal destek sağlanması konusunun ağırlıklı olarak ele alındığı ve isyancıların ülkenin meşru gücü olarak tanındığı söyleniyor.
Toplantının “Kaddafi’nin İpini İstanbul'da Çektiler” başlıklarıyla yerli ve yabancı basında manşetlere taşınması rastlantı değil!
Clinton, Libya Temas Gurubu toplantısının ardından Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile de görüştü.
Clinton, riskleri nedeniyle çok tartışılan Füze Savunma Sistemi’ne Türkiye’nin ev sahipliği yapmasını uygun gördüğünü söyledi. Davutoğlu “Sisteme ev sahipliği yapmaya uygun bakıyoruz dedi”.
Clinton, “Ruhban Okulu’nun açılmaması büyük eksiklik” dedi. Davutoğlu kafa salladı.
Clinton, Türkiye’ye desteğimiz kaya gibi sert” dedi. Davutoğlu, bu kaya gibi sert desteği neden PKK terörüyle mücadelemizde göremedik diyemedi.
Clinton, turkuaz (Türk mavisi) renkli kıyafetiyle Erdoğan ile de görüştü. Clinton’un turkuaz renkli kıyafeti, medyada Clinton’un Türkiye’ye “kaya gibi” desteğinin en somut göstergesi olarak yorumlanıyor!!!
* * *
Bayan Clinton büyük bir özgüvenle mecliste grubu bulunan siyasi parti liderleriyle görüşme taleplerinde bulundu.
Bu talepleri BDP ve CHP kabul ettiler.
Clinton-Demirtaş-Kışanak ve Clinton-Kılıçdaroğlu görüşmeleri gerçekleşti. Görüşmeye ABD’nin bölge politikalarına karşı en sert muhalefeti yürüten Onur Öymen’in yerine, YCHP’nin yeni dış politikasını yürütmek üzere YCHP yönetimine taşınan Faruk Loğoğlu ve Osman Korutürk de katıldı.
MHP lideri Devlet Bahçeli Clinton ile görüşme yapmayı reddetti. Bu durumun da bir “meşruiyet krizine” dönüşebileceği kaygısıyla olacak görüşmeye TBMM Başkanvekili ve MHP İstanbul Milletvekili Meral Akşener’i gönderdi.
Clinton’un Bahçeli’nin yerine Akşener’in görüşmeye gitmesini ABD’nin yaşamsal çıkarına yönelik bir tehdit olarak görüp görmediği, eğer görüyorsa Clinton’un hangi gün “Bahçeli meşruiyetini yitirdi” açıklamasını yapacağı merak konusu...
(18.07.2011 Haber Ekspres)
11 Temmuz 2011 tarihli sözleri 12 Temmuz 2011 tarihinde yerli ve yabancı basına aşağı yukarı aynı manşetle taşındı: “Esad Artık Meşru Değil”!
Açıklamanın detayına indiğimizde Hillary Clinton’un Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın artık meşruiyetini yitirdiğini net biçimde ifade ettiğini anlıyoruz. Şöyle diyor ajanslar: “ABD ve İngiltere büyükelçilerinin önceki gün devlet başkanı Beşar Esad yanlılarının saldırısına uğramasının ardından Washington yönetimi şimdiye kadar en sert çıkışı yaptı. ‘Esad vazgeçilmez değildir’ dedi”.
Biri de çıkıp bu yaklaşımı sorgulamadı.
Biri de çıkıp Bayan Clinton’a, “sen kimsin ki tıpkı senin devletin gibi bağımsızlığa sahip bir devletin yönetiminin meşruiyet sahibi olup olmamasına karar veriyorsun” demedi.
Türk Dil Kurumu sözlüğünde meşruiyet sözcüğü geçerli olma durumuyla açıklanır.
Yani Bayan Clinton, tek taraflı olarak yaptığı bir açıklamayla uluslararası hukuka göre kendi devletiyle eşit hak ve yükümlülüklere sahip bir devletin yönetimini “geçersiz” ilan etme hakkını kendinde görüyor.
Aynı mantıkla giderse, canı sıkılırsa bir gün bizim ülkemizin meşru hükümetini de “geçersiz” görme hakkını kendinde göremez mi?
Hillary Clinton “Esad’ın iktidarda kalması için kesinlikle yatırımda bulunmadık” dedi bir de. İktidarda kalması için para aktardığımız birinin devrilmesini destekleyecek kadar aptallık yapmıyoruz demek istedi iç kamuoyuna.
Buradan “iktidarda kalmaları için ABD’nin yatırımda bulunduğu” devlet yönetimleri bir sonuç çıkarmışlar ve rahatlamışlardır…
* * *
Sonra Bayan Clinton Türkiye’ye geldi.
Ne için?
Çok şey için.
32 ülkeden 40 delegenin ve Clinton’un meşru yönetim olarak Libya’ya atadığı Ulusal Geçiş Konseyi temsilcilerinin katıldığı Libya Temas Grubu toplantısı için.
Toplantıda Libya lideri Muammer Kaddafi’ye karşı isyancı gruplara daha fazla diplomatik ve finansal destek sağlanması konusunun ağırlıklı olarak ele alındığı ve isyancıların ülkenin meşru gücü olarak tanındığı söyleniyor.
Toplantının “Kaddafi’nin İpini İstanbul'da Çektiler” başlıklarıyla yerli ve yabancı basında manşetlere taşınması rastlantı değil!
Clinton, Libya Temas Gurubu toplantısının ardından Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile de görüştü.
Clinton, riskleri nedeniyle çok tartışılan Füze Savunma Sistemi’ne Türkiye’nin ev sahipliği yapmasını uygun gördüğünü söyledi. Davutoğlu “Sisteme ev sahipliği yapmaya uygun bakıyoruz dedi”.
Clinton, “Ruhban Okulu’nun açılmaması büyük eksiklik” dedi. Davutoğlu kafa salladı.
Clinton, Türkiye’ye desteğimiz kaya gibi sert” dedi. Davutoğlu, bu kaya gibi sert desteği neden PKK terörüyle mücadelemizde göremedik diyemedi.
Clinton, turkuaz (Türk mavisi) renkli kıyafetiyle Erdoğan ile de görüştü. Clinton’un turkuaz renkli kıyafeti, medyada Clinton’un Türkiye’ye “kaya gibi” desteğinin en somut göstergesi olarak yorumlanıyor!!!
* * *
Bayan Clinton büyük bir özgüvenle mecliste grubu bulunan siyasi parti liderleriyle görüşme taleplerinde bulundu.
Bu talepleri BDP ve CHP kabul ettiler.
Clinton-Demirtaş-Kışanak ve Clinton-Kılıçdaroğlu görüşmeleri gerçekleşti. Görüşmeye ABD’nin bölge politikalarına karşı en sert muhalefeti yürüten Onur Öymen’in yerine, YCHP’nin yeni dış politikasını yürütmek üzere YCHP yönetimine taşınan Faruk Loğoğlu ve Osman Korutürk de katıldı.
MHP lideri Devlet Bahçeli Clinton ile görüşme yapmayı reddetti. Bu durumun da bir “meşruiyet krizine” dönüşebileceği kaygısıyla olacak görüşmeye TBMM Başkanvekili ve MHP İstanbul Milletvekili Meral Akşener’i gönderdi.
Clinton’un Bahçeli’nin yerine Akşener’in görüşmeye gitmesini ABD’nin yaşamsal çıkarına yönelik bir tehdit olarak görüp görmediği, eğer görüyorsa Clinton’un hangi gün “Bahçeli meşruiyetini yitirdi” açıklamasını yapacağı merak konusu...
(18.07.2011 Haber Ekspres)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)