26 Ağustos 2008

BAYKAL'IN İZMİR'DEN VERDİĞİ MESAJLAR - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal 22-23 Ağustos'ta İzmir'deydi. Baykal, İzmir'de Fuar'ın 77. açılış törenine, basınla ve halkla buluştuğu bir söyleşi toplantısına ve bir dizi etkinliğe katıldı. CHP'nin oldukça önemli saydığım mesajlarını İzmir'den verdi. Bu mesajları notlarımdan aktarıyorum.

1- Terör eylemleri: Şiddeti, terörü bir siyasi mücadele yöntemi olarak kabul etmek, hiçbir şekilde insani anlayış olamaz. Şiddet ve terör bir siyaset yöntemi değildir. İnsanlar farklı şeyler düşünebilir ama bunu birbirlerinin yaşamına kastederek götürmek günümüzün insanlık anlayışında kabul edilemez. Bunlarla bir yere varamayacaklarını görecekler. Ulusal dayanışmamızı, birliğimizi, bütünlüğümüzü, Türkiye Cumhuriyeti'ni sarsmaya yönelik bu eylem, bir umutsuzluğun yansımasıdır, çaresizliğin yansımasıdır. Kaybettikleri mücadelenin intikamını almak isteyerek, masum insanlara bu saldırıları reva görmekteler. Ama bu toplumun onlara karşı tepkisini daha da artırıyor.

2- Anayasa Mahkemesi'nin AKP ile ilgili almış olduğu karar: Anayasa Mahkemesi AKP hakkındaki kararını açıklarken krizi tespit etmiş ama çözmemiştir. Krizin aşılmasının tek yolu AKP'nin laikliğe karşı eylemlerin odağı olmaktan çıkması, çıktığını kamuoyu vicdanının kabul etmesidir. Şu günlerin AKP için alçak gönüllü olma ve eleştirileri dikkate alma zamanı olması gerekir. AKP bir anayasa değişikliği özlemi içindedir ve Anayasa Mahkemesi'nin kararının veri olduğu bir ortamda böyle bir değişikliğe kalkışması tam bir çelişkidir.

3- Kabinede değişiklik istemi: En kısa zamanda Bakanlar Kurulu'nda değişiklik yapılması gerekir. Kabineye laiklik konusunda topluma güven verecek kişiler getirilmelidir. Aslında problem, bakanlardan değil, bakanlara o görevleri veren siyasi iradeden kaynaklanmaktadır.

4- Şaban Dişli konusu ve yolsuzluklar: Şaban Dişli olayı gerçekten çok önemli. Siyasi hayatta rüşvet ve yolsuzluk iddiaları her dönem ortaya atılır. Ama Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir iddia bu olaydaki kadar net, somut, belgeli ve açık şekilde ortaya konmamıştır. Alacak, verecek kişiler, tanıklar protokol imzalamışlardır, rüşvetin şartları, paranın miktarı her şey belirtilmiştir. Bu kadar somut bir kanıtlama hiç yaşanmamıştır. Üstelik bu yolsuzluk, iktidardaki bir partinin en tepe noktalarındaki kişi ile ilgilidir. İlk kez olayın içinde yer alan kişinin partisi, kendini böyle bir olayla ayrıştıramamıştır. Takınması gereken tavrı takınamamıştır.

Baykal belediye yolsuzlukları konusundaki mesajlarını da halkın arasında kendi belediye başkanlarına takılarak verdi. "İmar planlan değişiklikleri, kat artırımları, rant paylaşımları konusunda neden İstanbul gibi çalışmıyorsunuz? Tembelsin Başkan! Bu iş olmaz, beceremiyorsun! İmar komisyonundaki plan değişikliği rekorunu neden kırmıyorsun" demekle AKP yerel yönetim anlayışının şeffaf, etkin, üretken ve demokratik belediyecilik anlayışının antitezi olduğunu vurguladı.

5- Rektör atamaları: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün rektör atamaları konusunda izlediği tutum doğru değildir. Cumhurbaşkanı'nın yaptığı atamaların siyasi mesajının, belli tavrı takınan çevreleri yönetime taşıma tavrı olduğu açıktır.

6- Erbakan'ın affı: Gerçekten hasta, yaşlı bir eski başbakanının çok özel koşullarda da olsa tutuklu olması üzücüdür. Bu tablonun kalkmış olmasından Erbakan'ın memnuniyetini saygıyla karşılıyorum. Ama mahkeme kararının ortadan kaldırılmadığı, yani ortada bir suç olduğu çok açıktır. O bakımdan Erbakan'ın 'hatadan dönüldü' değerlendirmesi yanlıştır. Olay yargı kararından dönmek değil yaşlı, hasta, eski başbakana nezaket gösterilmesidir.

7- Ermenistan'la ilişkiler ve Azerbaycan: Ermenistan Türkiye'yi soykırım yapmış bir ülke olarak görüyor. Türkiye'ye yönelik egemenlik talepleri ve Azerbaycan'ı işgal girişimleri var. Türkiye yıllardır ilişkileri ilerletme konusunda soykırım iddialarını kaldırmasını, Azerbaycan ile müzakerelerin başlamasını talep etmiştir. Bu doğru bir politikadır. Şimdi Ermenistan tutumunu değiştirmemişken sıcak ilişki kurulmaya çalışılmaktadır. Türkiye olarak Azerbaycan'ı üzmeyelim. Ermenistan'la ilişkileri geliştirmek uğruna Azerbaycan'la ilişkiler feda edilemez.

8- Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Kafkasya'daki çatışma: Montrö Antlaşması mutlaka temel ilke olmalıdır ve bunu uygulamalıyız. Bu konuda hiçbir taviz veremeyiz. Türkiye, Kafkasya'daki çatışmanın bir tarafı haline gelmemelidir.

9- Ahmedinecad'ın İstanbul Ziyareti: Bu ziyaret, Ahmedinejad'ın Türkiye'ye,
anayasasına, temel değerlerine, hatta hükümete meydan okuduğu bir ziyarete dönüşmüştür. Ahmedinecad alınan önlemler konusunda 'ben İran'da böyle yapmazdım' deyip hükümeti küçük düşürmüştür. Türkiye Cumhurbaşkanı ile birlikte katıldığı toplantıda Türkiye'nin ilişkilerini dikkate almadan, fütursuzca, kaba şekilde konuşmuştur.

10- Sudan Devlet Başkanı El Beşir'in Ziyareti: El Beşir, soykırım iddialarının hedefi bir siyasi olarak fütursuzca Türkiye ile dayanışma içinde olduğunu, şeriat hukukunun temel alınması gerektiğini söyleyip çekip gitmiştir. Bütün bunlar dış politikadaki özensizliği göstermiştir.

* * *

Deniz Baykal İzmir'de gerek iç politikada gerekse dış politikada çok önemli mesajlar verdi.

CHP lideri bir diğer mesajı da ziyaret ettiği mekanlar ile verdi. Baykal'ın İzmir'deki ziyaretlerinde varoş semtler ağırlıklıydı.

CHP, yolsuzluk ve yandaşlıkla eşanlamlı olarak algılanan AKP belediyecilik anlayışı karşısında şeffaf, etkin, üretken ve demokrat belediyecilik anlayışıyla varoşlarda etkinliğini arttırıyor. Anlaşılıyor ki Deniz Baykal sosyal demokrat iktidarın temel hedef kitlesi olarak varoşları, temel aracı olarak ise başarılı sosyal demokrat yerel yönetimleri görmekte...

Bu nedenle de yaklaşan yerel seçimler CHP için her zamankinden daha önemli...

(Haber Ekspres, 26 Ağustos 2008)

23 Ağustos 2008

MONTRÖ'YÜ TARTIŞMAYA AÇMAK TÜRKİYE'Yİ TARTIŞMAYA AÇMAKTIR - ZAFER YAPICI

AKP iktidarı önemli konularda kritik dış politika hataları yapmaya devam ediyor.

Bu hataların son örneğini de ABD askeri gemilerinin boğazlar üzerinden Karadeniz'e geçişi konusunda Montrö antlaşması hükümlerine aykırılıklara ses çıkarmaması, hatta aykırılıkları örtbas etmeye çalışması oluşturuyor. Örneğin:

1. Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ne göre barış zamanında Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemileri Karadeniz'e geçebilmek için öncelikle Türk hükümetine diplomasi yoluyla en az 15 gün önceden bir ön bildirimde bulunmak zorunda.

Oysa Montrö'nün ilgili hükmünden büyük bir ihtimalle habersiz olan Başbakan Erdoğan 20 Ağustos tarihinde ABD'nin resmi bir bildirimde bulunmadığını açıkladı. Dolayısıyla Montrö'nün önbildirim şartının yerine getirilmediği ortaya çıktı. Montrö'nün önemli bir hükmü daha ilk dakikadan çiğnendi.

2. Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ne göre "insani yardım" için geçecek gemiler ön bildirim süresine bir istisna oluşturuyor. Bu tür gemilerin önbildirim şartı aranmaksızın Karadeniz'e geçmeleri mümkün. Ancak tonajlarının en fazla 8 bin ton olması gerekiyor.

Yani, Montrö'ye göre ABD gemilerinin Karadeniz'e geçişi, önbildirim koşuluna uymadıkları için, sadece savaş gemileri olmamaları ve 8 bin tonun altında olmaları durumlarında mümkün.

ABD sanki önbildirim koşullarını yerine getirmiş gibi yapılan tonaj tartışmaları anlamsız!

ABD hem bildirim yapmadı, hem savaş gemisi yolladı, hem de gönderdiği gemiler 8 bin tonun altında değil, kat kat üstünde.

Üç koldan Montrö'ye aykırılık sözkonusu...

* * *

Montrö'ye aykırılıklar, önemli küresel gelişmelerin yaşandığı günlerde gerçekleşiyor. Yakın gelecekte ABD ve Rusya arasındaki nüfuz çatışmalarının en yoğun yaşanacağı bölgelerden biri Karadeniz. Ukrayna'daki Rus üssünün varlığından rahatsız olan ABD, Karadeniz'de üstünlüğü ele geçirmek için yeni planlar arayışında.

Bir gerçek var ki Karadeniz'e ABD'nin yerleşebilmesi ancak Montrö düzeninin ortadan kaldırılması ile mümkün... Bu nedenle ABD, Montrö'nün tartışılmasına zemin hazırlamaya başladı.

* * *

Değerli okurlarım, hukuki düzenlemeler, bu düzenlemelere uyulmasını sağlayacak irade olmadığı zaman daha fazla tartışmaya açılırlar.

Görünen o ki, Türkiye'nin hükümet kademelerinde bugün Montrö Sözleşmesi'ne uyulmasını sağlayacak siyasi irade ne yazık ki yok. Bu konudaki hukuki ve siyasi tehlikeleri sadece Cumhuriyet Halk Partisi vurgulayıp Meclis'e taşıyor...

Montrö Sözleşmesi'nin tartışmaya açılmasına, CHP bir tarihsel sorumluluk üstlenerek karşı çıkıyor. Ancak ne yazık ki Türkiye'yi yöneten siyasi irade bu tehlikeli sürece katkı sağlıyor...

Oysa Montrö ve Lozan Türkiye'nin kurucu antlaşmalarıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının iki sağlam garantisidir.

İşte bu yüzden Montrö'yü ve Lozan'ı tartışmaya açmak, Türkiye'yi tartışmaya açmaktır. Montrö'yü ve Lozan'ı tartışmaya açtırmak, Türkiye'yi tartışmaya açtırmaktır!

(Haber Ekspres, 23 Ağustos 2008)

21 Ağustos 2008

SİZ BUNA AKTİF DIŞ POLİTİKA MI DİYORSUNUZ? - ZAFER YAPICI

Son bir hafta içinde dış politikada önemli gelişmeler yaşandı.

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad Türkiye'ye geldi. Başbakan Erdoğan ise hem Rusya'ya hem de Gürcistan'a gitti.

Bu yoğun trafik ilk bakışta Türkiye'nin bölgesel düzlemde etkinliğini arttırdığının bir göstergesi olarak düşünülebilir. Nitekim hükümet ve iktidar yandaşı medya tarafından gelişmeler böyle pazarlanıyor.

Gazete sütunlarında Türkiye, hem Ortadoğu'da hem de Kafkasya'da inisiyatif alan güçlü bir bölgesel aktör olarak sunuluyor. Aktif dış politika yürütüldüğü ileri sürülüyor.

Keşke öyle olsaydı. Ama kazın ayağı ne yazık ki hiç de öyle değil! Neden mi? Hemen yanıtlayalım.

* * *

Çünkü Türkiye, AKP iktidarı döneminde Batılı devlet ve örgütlerin yönlendirmelerinin ötesinde dış politika geliştiremiyor. Alternatif üretemiyor.

Çok gezmek ya da çok yabancı devlet yetkilisini ülkeye davet etmek, milli çıkarları aktif bir biçimde savunmayla eşanlamlı değil.

Teferruatları bir kenara bırakın. Ahmedinecad neden Türkiye'ye çağrılmıştı? ABD ve AB'nin mesajlarını İran'a iletmek için.

Başbakan neden Rusya ve Gürcistan'a gitti? ABD ve AB'nin mesajlarını Rusya ve Gürcistan'a iletmek için.

Kısacası posta güvercinliğinin, aktif dış politika olarak yutturulmaya çalıştığı günlerden geçiyoruz.

* * *

Türkiye'nin Batı yönlendirmesinin ötesinde dış politika üretememesi tüm önemli dış görüşmelerde görülüyor.

Ahmedinecad'a Türkiye'de ne söylenmişti? "Batı'nın sizden istediklerini aman yerine getirin. Ses etmeyin. Bush giderayak vurabilir. ABD vurursa fena vurur."

Erdoğan Rusya ve Gürcistan'da ne söyledi? "Aman istikrarı bozmayalım. Kafkasya İstikrar Paktı'nı kuralım".

Kafkasya İstikrar Paktı neydi? İlk olarak Ocak 2000'de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Tiflis ziyareti sırasında ortaya attığı bir işbirliği projesiydi.

Peki ne öneriyordu? ABD ve AB'nin "istikrarı kurma ve koruma adına" Kafkasya'da etkinliğini arttırmasını...

Başka söze gerek yok!

* * *

Değerli okurlarım, gerek Kafkasya'da gerekse Ortadoğu'da önemli gelişmelere gebe bir süreçten geçiyoruz. Türkiye gibi büyük bir bölge devleti, ne yazık ki bu süreçte kendi çıkarları doğrultusunda politika üretemiyor. Süreci doğru okuyamıyor.

Bir yandan Batı eksenine siyasi ve ekonomik anlamlarda daha fazla bağlanılıyor. Büyük Ortadoğu Projesi'nin eşbaşkanlığı hevesi almış başını gidiyor. Kafkasya'da ABD, Türkiye aracılığıyla etkinliğini arttırmaya çalışıyor.

Diğer yandan Türkiye, Rus eksenine de enerji konusunda her gün daha fazla bağlanıyor. Örneğin doğalgaz tedarikinde Rusya Türkiye'de neredeyse bir tekel noktasına erişebiliyor.

Türkiye'nin BOP ve Kafkasya İstikrar Paktı söylemleri, ilgili coğrafyalarda Türkiye'yi "taraf" yapıyor. Bu nedenle de güvenilirliğini zedeliyor.

Türkiye aynı zamanda, yürüttüğü blok politikası nedeniyle gelecekte "karşı tarafta" görmeye zorlanabileceği devletlerle enerji gibi stratejik sektörlerde dengesiz ekonomik ilişkiler içine giriyor.

Yanlış üzerine yanlış, tutarsızlık üzerine tutarsızlık...

Siz buna aktif dış politika mı diyorsunuz?

(Haber Ekspres, 20 Ağustos 2008)

18 Ağustos 2008

İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN...-ZAFER YAPICI

Tuzla'da ölümler sürüyor...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 19 Haziran 2008 tarihinde Tuzla'daki ölümleri "gelişmeye" bağlayıp, "hızlı büyüme önceden öngörülemeyen, planlaması ve altyapısı hazırlanamayan sonuçlar da doğurur. Bu durum sadece ülkemize mahsus değildir" demişti...

Sektörün temsilcileriyle bir dizi toplantılar yapan başbakan, ardından Tuzla bölgesinde yaklaşık bir saat süreyle "havadan" incelemelerde bulunmuştu. Erdoğan'ın bu gezisinin ardından Meclis'te konuyla ilgili bir komisyon kurulmuştu.

Sonuçta değişen ne oldu? Hiçbir şey.

Büyük acılar neredeyse periyodik aralıklarla tekrarlamaya devam ediyor...

Tuzla'da ölümler sürüyor...

Böyle bir ortamda başbakanın ölümleri önlemek için hiçbir gözle görülür önlem almamasına mı yanarsın, ölümleri mazur gösterme çabasına mı?

* * *

Tarih: 11 Ağustos 2008.

Olayın meydana geldiği yer: Tuzla GİSAN tersanesi.

Oluş şekli: Filikanın test amaçlı denize indirilmesi aşamasında ağırlık olarak kum
torbası yerine işçiler kullanıldı. Bu sırada halatların kopması sonrasında filika denize hızla düştü. Ters döndü ve içine hızla su doldu.

Filikanın içindeki işçi sayısı: 19

Ölen işçi sayısı: 3

Yaralı işçi sayısı: 16

Ya ölenlerin ve yaralananların aileleri, eşleri, çocukları, dostları, sevenleri? Ya geri kalan işçilerin "ölümü bekleyişe" dönüşen yaşamları?

* * *

Son olayın ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Tuzla'ya geldi. Radikal önlemler alınacağını söyledi. Kazanın klasik üretim sırasında meydana gelen bir iş kazası olmadığını, ürünün testi sırasında bir "mühendislik hatasının sonucu" gerçekleştiğini belirten Çelik, "Tuzla'ya neşter vurulmalıdır. Ya tahliye edilmelidir, ya da kapatılmalıdır" dedi.

Sayın bakan bu sözleri söylerken aklınızda hangi projeler var bunu bilemeyiz ama bildiğimiz bir şey var; o da bu açıklamanın sorunları çözmek yerine sorunlardan kaçmak anlamına geldiğidir.

Çelik'in sözleriyle mevcut sorunları çözmek yerine sorunları ortaya çıkaran ortamları tamamen ortadan kaldırmak ima ediliyor. Ardından örneğin tüm tesislerin Yalova'ya taşınması gibi önerilerde bulunuluyor.

Oysa yapılması gereken, çalışma ortamını güvenli kılacak tedbirleri aldırma konusundaki iradeyi göstermektir.

Çünkü temel sorunlar halledilmeden tersaneleri nereye taşırsanız taşıyın aynı sorunlar tersanelerin taşındığı yerlerde de yaşanacak...

Olan otuz bin çalışana ve onların ailelerine olacak...

* * *

Değerli okurlarım, biri havada dolaşır. Toplantılar yapar. İnsan yaşamını değil gelişmeyi vurgular. Gelişmeyi hatalı bir biçimde insan yaşamıyla çelişik bir süreç olarak tanımlar üstüne üstlük. Diğeri ise bir işveren edasıyla "gerekirse tersaneler kapatılır" söylemiyle çalışanlara işsizliği hatırlatır... Aslında çalışanları suskunluğa çağırır...

Böyle faciaların yaşandığı bir ülkenin sorumlu yöneticilerine düşen görev öncelikle insan yaşamına verilen değeri ön plana çıkaran bir yaklaşımı benimsemek değil midir? Geçmişin hatalarından ders çıkarmak, aynı hataları tekrarlamama iradesini göstermek değil midir? Güvenli bir çalışma ortamı yaratmak için gerekli tedbirleri kesin ve net bir şekilde almak ve aldırmak değil midir?

Bu kararların alınması için daha ne kadar yoksul tersane çalışanının azalması (ölmesi), daha ne kadar tersane zengininin çoğalması (doğması) gerekiyor?

Sizce bu işte bir tuhaflık yok mu?...

Tuzla'da ölümler sürüyor. Çalışanlar ölümü bekliyor.

* * *

Değerli okurlarım, biliyorsunuz Türkiye'yi yöneten zihniyet kendisini "Osmanlı" olarak tanımlamaya bayılıyor...

O zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun manevi kurucusu Edebali'ye ait "İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın" özdeyişini iktidara ve AKP zihniyetine hatırlatmak gerekmez mi?...

...Söz konusu zihniyet sizce Osmanlı İmparatorluğu'nun manevi kurucusunun yolundan mı gidiyor, yoksa Arap devletlerinin sermaye zengini ancak emeğe saygı ve insan sevgisi yoksunu sonradan görme şeyhlerinin mi?

(Haber Ekspres, 18 Ağustos 2008)

12 Ağustos 2008

AHMEDİNECAD NEDEN TÜRKİYE'YE ÇAĞRILDI? - ZAFER YAPICI

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad 14 Ağustos'ta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün davetlisi olarak Türkiye'ye geliyor.

Bu ziyaretin gerçekleşmesini ilk kim talep etti?

Türkiye'nin dış politikasını şekillendirenler mi? Hayır.

İran'ın dış politikasını şekillendirenler mi? Hayır.

Sorunun yanıtını uzatmadan verelim, batılı ülkeler.

Neden?

İran Batı'yı oldukça kaygılandıran bir nükleer program uyguluyor. Bu programın en önemli unsurunu ise uranyum zenginleştirme konusu oluşturuyor.

Zenginleştirilmiş uranyum, hem sivil amaçla elektrik üretimi için kullanılan reaktörler hem de askeri amaçlı nükleer silahlar ve harp başlıkları için kritik bir yakıt.

Temmuz ayı içinde Cenevre'de İran ile AB arasında, ABD'nin de katılımıyla alt düzey yetkililer arasında İran'ın uranyum zenginleştirme programı hakkında görüşmeler gerçekleşmişti.

Ancak İran görüşmeler sonrasında uranyum zenginleştirme programını herhangi bir şekilde dondurma veya askıya alma sözü vermedi. Başka bir ifadeyle, ABD'nin ve AB'nin İran'dan istediği şey alt düzey görüşmeler ertesinde gerçekleşmedi.
ABD ve AB, son kararın Ahmedinecad'da bittiğini anladı...

Bunun üzerine AKP yönetimine "Ahmedinecad'ın ikna edilmesi gerek, Tahran ile görüşmelisiniz" mesajı iletildi.

Böylece (Batı çıkarlarına karşı) Ilımlı İslam, Radikal İslam'la Batı'nın arabuluculuğuna soyundu...

Siyasal iktidar bu talep üzerine Ahmedinecad'ı davet etme kararı aldı.
Ahmedinecad bu talep üzerine Türkiye'ye geliyor.

Türk dış politikasını şekillendirenler, AB'nin ve ABD'nin İran'dan istediklerini Ahmedinecad'a iletecekler.

AB ve ABD yetkililerinin, türlü nedenlerle doğrudan hiçbir görüşmede bulunmadığı kişilere vermek istediği mesajlar Türk yetkilileri aracılığıyla verilecek.

Böylelikle AB ve ABD bir "başıbozuk devlete" (!) karşı "karizmasını çizdirmeyecek".

Dahası Türkiye'yi yönetenler bu durumu radikal dincilere "dincilik konusunda yeni bir sembolik adım", Batı karşıtlarına AKP yönetiminin "bölge merkezli aktif dış politikası", Batı yandaşlarına ise "AB ve ABD'yle ortak girişim" olarak yutturacaklar. (!?)

Oh ne ala...

(12 Ağustos 2008, Haber Ekspres)

11 Ağustos 2008

ARİF OLAN ANLAR...-ZAFER YAPICI

Hatırlarsınız. Bir süre önce Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Cumhurbaşkanlığı görevine getirilen Abdullah Gül'ü yeni görevinden dolayı kutlamak için Türkiye'ye gelmiş, ancak Anıtkabir'i ziyaret etmemişti.

Yine hatırlarsınız. Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Anıtkabir'e gitmek istemeyen Suudi Arabistan Kralı'nın ayağına giderek onunla otel odasında özel bir görüşme yapmışlardı...

Dahası devletin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk'e saygı göstermeyen bu kişiye Bakanlar Kurulu kararıyla "Devlet Şeref Madalyası" verilmişti.

* * *
Şimdi de bir başka teokratik devlet olan İran İslam Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Ahmedinecad Türkiye'ye geliyor. Tıpkı Suudi Arabistan Kralı gibi Anıtkabir'e gitmek istemeyen Ahmedinecad 14 Ağustos'ta Türkiye'de olacak.

Tepkilerden çekinen yetkililer, Ahmedinecad'ın ziyaretini bir "çalışma ziyareti" olarak ilan etmek zorunda kaldılar. Çünkü "çalışma ziyareti" protokollerinde, "resmi ziyaret" protokollerinin aksine Anıtkabir ziyaretinin programa alınması zorunlu tutulmuyor.

Abdullah Gül ile Ahmedinecad arasındaki görüşmenin Ankara yerine İstanbul'da yapılacak olması da Gül'ün daha önceden planlanmış programı çerçevesinde ziyaret günlerinde İstanbul'da olmasına bağlanıyor.

Böylece Ahmedinecad'ın Atatürk'e saygısızlığının kılıfı Türkiye'nin protokol yetkililerince önceden hazırlanıyor.

* * *

Bu utanç duyulacak kişiliksiz diplomatik manevraya Türkiye'yi zorlayan süreci Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı bakınız nasıl yorumluyor: "Ufak tefek detay" (!)...

Bu sözler olsa olsa, Dışişleri Bakanı'nın kendisini hala Türkiye Cumhuriyeti'nin değil, AKP'nin Dışişleri Bakanı olarak görmekte olduğunun yeni bir kanıtını oluşturuyor.

Oysa Türkiye Cumhuriyeti'nin; Atatürk Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Dışişleri bakanı olan kişiler, devletin kurucusu Atatürk'e saygı göstermeyenlerin Türk milletine de saygısı yoktur deyip böyle talepleri geri çevirmeliydiler.

Devlet ciddiyeti bunu gerektirirdi. Ulusun değerlerine saygı bunu gerektirirdi. Onur bunu gerektirirdi...

* * *

CHP Genel Başkan Yardımcısı Bihlun Tamaylıgil: "Biz laik Cumhuriyet, Atatürk devrimleri ve Atatürk diyoruz ve gerisinin teferruat olduğunu söylüyoruz, AKP'nin Dışişleri Bakanı ise Atatürk'e saygıyı teferruat olarak görüyor. Anıtkabir'de saygı duruşunu ise genel başkanı gibi 'sap gibi dikilmek" olarak algılıyor. İşte bizim kınadığımız zihniyet bu" diyor.

Tamaylıgil bu sözleriyle devlet yönetiminde yapılan söz konusu sorunlu tercihlerin, Türk milletinin sahip olduğu değerlere yapılan acımasız bir saldırı biçimine dönüştüğünü açık yüreklilikle ifade ediyor.

Değerli okurlarım, İran'ı ve onun cumhurbaşkanını; onlar üzerinden de Türkiye'deki kimi radikal dinci çevreleri memnun edebilmek için bu tür davranışlar içinde olmak devlet ciddiyetiyle bağdaşıyor mu?

Türk ulusunun Atasına saygı göstermeyen kendini beğenmiş Atatürk kaçkınlarına hürmet etmek de neyin nesi?

Değerli okurlarım aktif dış politikayı, birilerinin her istediklerine boyun eğmek, her söylediklerini yapmak olarak algılamak çok yanlış bir yaklaşımdır. AKP zihniyeti tam olarak bu yanlışa düşmektedir.

Bu yanlış Türkiye Cumhuriyeti'nin geleneksel duruşuna uymamaktadır. Bu yanlış bizleri dünyada küçük düşürmektedir.

* * *

1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk ne demişti: "...Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliği bulmayan milletler başka milletlerin avıdır..."

Sizce de Atatürk'ün söylediği bu söz her şeyi açık seçik ortaya koymuyor mu? 85 yıl evvel söylenen bu söz bugün bile geçerliliğini korumuyor mu?

Bu sözün üzerine daha ne söylenebilir ki...

Arif olan anlar...

(11 Ağustos 2008, Haber Ekspres)

06 Ağustos 2008

ASIL DARBEYİ KİMLER YAPMAK İSTEDİ? (2) - ZAFER YAPICI

Baykal bu sözleri söylerken Tayyip Erdoğan, karar hakkındaki ilk değerlendirmesinde şunları söyledi: "Hiçbir zaman laikliğe karşı eylemlerin odağında olmayan AK Parti bundan sonra da Cumhuriyetin temel niteliklerine sahip çıkmaya devam edecektir...Her türlü ayrımcılığa karşı milletimizi siyasi tercihi bizden yana olsun olmasın bir ve bütün olarak kucaklaşmayı sürdüreceğimizden kimse kuşku duymasın".

Yani Erdoğan değerlendirmesinde biz nerede yanlış yaptık sorusuna cevap arayacağına, karara rağmen AKP'nin laikliğe karşı eylemlerin odağında olmadığını ısrarla ifade ediyor. Sanki iktidarı süresince "milleti bir bütün olarak kucaklamış" gibi "milletimizi kucaklamayı sürdüreceğimizden kimse kuşku duymasın" sözlerini söylemekten de geri kalmıyor.

Peki şimdi sormamız gerekmez mi? Aşağıdaki sözleri söyleyen kimdi sayın başbakan?..

Eğer Türk milletini kucaklamak istiyorsanız bu sözleri bir daha söylemeyeceğiniz ve bu zihniyeti terk ettiğiniz konularında Türk milleti önüne çıkıp söz vermelisiniz...Bunu yapabilir misiniz?...

İşte söylenen sözlerden bazıları:

* "Türban velev ki simge olsa..."

* "Elhamdülillah şeriatçıyım..."

* "Anıtkabir'de sap gibi duruyorlar",

* Danıştay'a, Yargıtay'a "Diyanete sor",

* Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne "ulemaya sor",

* "Bence demokrasi bir amaç değil, bir araçtır",

* "Amaca ulaşmak için gerekirse papaz cüppesi giyerim",

* "Türkiye'deki hukuk, yani medeni, ceza, ticaret hukuku halka sorulmadan bir yerlerden aktarılmış ve zorla halka dikte edilmiştir",

* "Türkiye, kendisine din olarak Kemalizm'i almış ve kitlelere zorla dikte
edilmiştir",

* "Yahu, milletin bütünlüğü 'ne mutlu Türküm diyene' ifadesiyle sağlanır mı?, Osmanlı 30'u aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir araya getirdi. Biz de inanç birliğiyle tutacağız",

* "Ancak bir inanç birlikteliği bu insanların bütünlüğünü sağlayabilir, aksi takdirde milli bütünlüğümüzü sağlamak mümkün değildir",

* "Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yahu bu millet istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu. Sen bunu önüne geçemezsin ki",

* "Biz inanıyoruz ki, Türkiye'de insanların dini inançlarını ortaya koymaları engellenmiş, cebrî yollarla bastırılmıştır",

* Eğer, "Tevhidi Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi? Harf inkılabı vasıtasıyla bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?",

* "İstiklal mahkemeleri vasıtası ile kurulan darağaçlarında, kimlerin ve hangi suçlamayla idam edildiğini nasıl izah edecekler",

* "Dindar bir cumhurbaşkanı seçeceğiz!"

* "Devlet, dini inançların yaşamasını teminat altına alması gerekirken, tersini yapıyor!"

Bu sözlerin ardında yatan gerçek amaç demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni başkalaştırarak BOP destekli Ilımlı İslam Devleti'ne çevirmek değilse nedir?

Yukarıda söylenmiş sözler AKP'nin "laikliğe karşı fiillerin bir odak noktası haline dönüştüğünü" gösteren sözlerden bazılarıdır. Bu sözler bile, asıl darbeyi hangi zihniyetin yapmak istediğini açıkça ortaya koymuyor mu?

* * *

Değerli okurlarım, Deniz Baykal'ın ifade ettiği gibi Anayasa Mahkemesi krizi tespit etmiştir. Krizin çözümü ise gerçek demokrasinin ve laik, sosyal hukuk devletinin yeniden kurumsallaştırılması ile olanaklıdır.

Gerçek demokrasi, demokrasiyi araç olarak görenler tarafından kurulamamaktadır. Laiklik, laikliği benimsemeyenler tarafından savunulamamaktadır. Sosyal devlet, sadaka kültürünü merkeze alanlar tarafından sahiplenilememektedir. Hukuk devleti, hukuku ancak kendi lehine olduğu durumlarda savunanlar tarafından yüceltilememektedir.

Türkiye'nin demokrat, laik sosyal hukuk devletine inancı içine sindirmiş bir siyasal iktidara ihtiyacı vardır.

Böyle bir iktidarın işbaşına gelmesi ise halkın sandıkta birleşmesiyle olanaklıdır.

"Sivil darbeyi", demokrasiyle etkisizleştirme konusunda her şeyden çok birlik olmaya ihtiyaç vardır!

(Haber Ekspres, 6 Ağustos 2008)

05 Ağustos 2008

ASIL DARBEYİ KİMLER YAPMAK İSTEDİ? (1) - ZAFER YAPICI

Dışarıdan aldıkları açık destekle ülkenin rejimini ve kuruluş felsefesini çeşitli yollarla tasfiye etmeye çalışanların köşeleri tuttukları bir ülkede yaşıyoruz.

Üstüne üstlük, ekonomiden sosyal güvenliğe, sağlıktan eğitime, işsizlikten yoksulluğa, iç politikadan dış politikaya kadar hemen her konuda başarısızlıklarıyla hatırlanacak bir iktidar var ortada. Ekonomistler orta vadede özellikle ekonomik başarısızlıkların daha fazla görünür olacağını ve bir krizin çok da uzakta olmadığını ifade ediyorlar. İktidarın halkın yararına olmayan ekonomi ve sosyal politikalarının son tahlilde büyük bir ekonomik ve sosyal yıkıma yol açmasından endişe ediliyor.

Ve bu süreçte Ilımlı İslam Modeli'ni kurumsallaştırmaya yönelik eylemlere karşı toplumsal tepki ekonomik ve sosyal tepkilerle birleşmeye başlıyor. Türkiye'de siyasal iktidara muhalefet giderek Atatürk ilke ve devrimleri üzerinden okunuyor. Bu durum da hem siyasal iktidarı hem de Türkiye'yi yeniden sömürgeleştirme sürecinde hayli yol almış kimi dış güçleri ürkütmeye yetiyor.

Süreç kısaca böyle.

* * *

Değerli okurlarım sürecin yönü karşısında zor duruma düşeceğini algılayan siyasal iktidar bir gündem değiştirme oyununa girişti. Ortaya attığı Ergenekon tartışmasıyla rejime yönelik tehditlere ve ekonomik ve sosyal gelişmelere karşı yoğunlaşan ve birleşen tepkilerin sinmesi için bir "korku alanı" yaratmak istedi.

Ergenekon, "Pandora'nın Kutusu" haline getirildi. Ve bu kutu hep aralık tutuldu. Kutuya herkesin bir gün girebileceği ve giren herkesin "kötü" olduğu izlenimi verilmeye çalışıldı.

Aslında demokrasinin Atatürk ilke ve devrimlerini savunan güçleri iktidara taşıma olasılığı artınca, bu güçlerin demokrat olmadığı söylemiyle onların toplumsal meşruiyetleri zayıflatılmaya çalışıldı.

İktidar tarafından demokrasi sözcüğü siyasal amaçlarla araçlaştırılıp çarpıtıldıkça, gerçek demokrasiden uzaklaşıldı.

Kısacası Ergenekon tartışmasının ülkeyi yöneten zihniyetin hedeflerini toplum gündeminde örtbas edecek bir siyasi araç olarak ortaya atıldığı görülüyor. Gerçek amacın kendi amaçlarına engel olanları ve gidişatın farkında olan "özde demokratları" yine kendi yapmak istedikleriyle suçlamak olduğu ortaya çıkıyor.

Böylelikle demokrasi söylemiyle demokrasi katlediliyor. Darbe karşıtlığı sloganıyla "sivil darbeler" meşrulaştırılıyor. Hukuk siyasallaştırılarak toplumun hukuka güveni sarsılmaya çalışılıyor. Cumhuriyet rejimiyle rövanş bir başka koldan alınıyor.

* * *

Ergenekon tartışması tüm yoğunluğuyla sürerken, Anayasa Mahkemesi AKP'nin kapatılmasıyla ilgili kararını verdi. AKP kapatılmadı ancak Anayasa Mahkemesi, 11 üyesinden 10'unun oyuyla AKP'nin "laikliğe karşı fiillerin bir odak noktası haline dönüştüğünü" tespit etti.

Değerli okurlarım, CHP Genel Başkanı Baykal'ın Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karar konusundaki değerlendirmesi oldukça önemli. Şöyle diyor Baykal: "Bu çok önemli bir karardır. Anayasa Mahkemesi'nin bir üyesi hariç, üyelerinin tümü AKP'nin laikliğe karşı eylemlerin odak noktasına dönüşmüş bir parti olduğu tespitini, saptamasını yapmıştır... Verilen kararla, hükümet ve parlamento çoğunluğu laikliğe karşı eylemlerin odak noktasındaki bir siyasi partinin denetimi altındadır tespiti yapılmıştır. Bu bir krizdir. Çok ciddi bir krizdir. Anayasa Mahkemesi krizi çözmemiştir, krizi ortaya koymuştur. Krizi tespit etmiştir."

CHP Genel Başkanı Baykal'ın yaptığı tespit, CHP'nin şimdiye kadarki kararlı tutumunun doğruluğunu ve endişelerinin haklılığını ortaya koyuyor. Diğer taraftan da kararın nasıl yorumlanması gerektiği konusunda önemli bir çıkış noktasını oluşturuyor.

(Haber Ekspres, 5 Ağustos 2008)