29 Aralık 2009

ÖZÜR DİLEMEK ERDEMDİR SAYIN KABAK! - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, günlerdir İzmir basınını meşgul eden bir olayın içeriğini sizlerle paylaşmak istiyorum.

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, İzmir ile ilgili sorunları görüşmek üzere Ankara'ya ilgili bakanlığa gider.

AKP İzmir İl Başkanı Ömür Kabak bu görüşme sürecinde yaşananları aynen şu sözlerle yorumlar: "İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı bir bakanlığın kapısındaki güvenlik görevlisinden fırça yiyor ve yerine oturuyorsa vay halimize. Bu durumda İzmir'in hakkını nasıl koruyacak? Bir daha Ankara'ya giderse haber versin elinden tutup ben götüreyim..."

Ardından Kabak, "İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı İzmir'i aciz duruma düşürdü" der.
Bunun üzerine CHP İzmir İl Başkanı Rıfat Nalbantoğlu bir açıklama yapar. Nalbatoğlu açıklamasında şu ifadelere yer verir: "Hayatın her alanında olduğu gibi siyasette da edep kurallarını zorlamanın ve nezaketsizliğin de bir sınırı vardır. Anlaşılan o ki Büyükşehir Belediye Başkanımızla ilgili açıklamalar yapan, AKP İl Başkanı Ömür Kabak'ın bu sınırlardan haberi yok, ya da yaptığı açıklamalar kendi partisinin büyüklerinden aldığı terbiyenin tam bir göstergesidir. Daha önce de defalarca anlatmaya çalıştığımız gibi İzmir'de siyaset yapmak ve İzmir'e yakışan siyasiler olmak için, İzmirlinin kültürünü, kibarlığını, etik değerlerini ve İzmir terbiyesini almış ya da öğrenmiş olmak gerekmektedir. Ortaya çıkan son açıklamada açıkça görülüyor ki, Sayın Kabak bu değerlerin yanından bile geçmemiş... AKP İl Başkanı bir stand-upçı edasıyla 'Bir daha Ankara'ya giderse elinden tutup ben götüreyim' diyebilecek kadar seviyeyi düşürebiliyor. Sayın Kocaoğlu'ndan özür dilemesini sağlayacak yerde, oturduğu köşeden amiyane tabirle, göbeğini kaşıyarak kıs kıs gülmüş ve ilk sahne deneyimini yaşayan komedyen edasıyla sözüm ona komik ama gerçekte hiçbir ahlaki değerden nasibini almamış bir açıklama yapmıştır."

Daha sonra AKP İzmir İl Başkanı Kabak, Nalbantoğlu'na şöyle cevap verir: "Kimin ne kadar nezaketli olduğu yapılan açıklamalardan bellidir. İzmir kamuoyu bu konuda kendisi karar verecektir. AKP'lilere nezaketi öğretecek en son kişi CHP'de siyaset yapanlardır..."

* * *

Değerli okurlarım, AKP İl Başkanı, anlaşılan İzmir'de bir "belediye açılımı" yapmak istiyor...

"Bir daha Ankara'ya giderse haber versin elinden tutup ben götüreyim" sözleriyle kendi "iş bitiriciliği" üzerinden İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu'nu becerisizlikle itham ediyor. Böylelikle İzmirli seçmene komik ancak aynı zamanda bayağı bir üslupla "ancak bizi seçerseniz hükümet desteği İzmir'e gelir" mesajını, vermeye çalışıyor.

Ama Sayın AKP İl Başkanı'nın unuttuğu bir şey var. Ve unuttuğu şey o kadar önemli ki...

Sayın Kabak, AKP İzmir İl Başkanı. Ancak burasının İzmir olduğunu, karşısındakinin İzmirli olduğunu unutuyor!

İzmirlilerin ne kadar hassas, onurlu, demokrat, okuduğunu anlayan ve anladığını cesaretle yorumlayan insanlar olduğunu unutuyor!

* * *

Değerli okurlarım, yukarıda bugünkü yazımıza konu olan olayın içeriğini aktarmaya çalıştım.

Şimdi isterseniz olayla ilgili çözümlememizi derinleştirelim. Neyin yapıldığından yola çıkarak neyin yapılması gerektiğini sorgulayalım.

• Sayın Kabak, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ankara'da bakanlıkta böyle bir haksızlığa uğramışsa, sizin, hükümeti oluşturan partinin İzmir İl Başkanı sıfatıyla yapmanız gereken tek şey "Bir daha Ankara'ya giderse haber versin elinden tutup ben götüreyim" şeklindeki ciddiyetten uzak ve trajikomik sözleri sarfetmek yerine "Bu bir hatadır. Partim adına sizden ve İzmirlilerden özür diliyorum" demekti.

• "Bir daha Ankara'ya giderse haber versin elinden tutup ben götüreyim" demek; yerel seçimlerde CHP'ye ve onun Büyükşehir Belediye Başkan adayına oy vermiş; dahası onu başkan seçmiş tüm İzmirlilere yapılmış bir saygısızlık değil midir? Bu sözlerle İzmir'e yalnız ben hizmet getiririm mi demek istiyorsunuz? İzmir'e hizmet getirmek için her İzmirlinin elinizden mi tutması, her İzmirlinin AKP'li mi olması gerekiyor?
Madem bu kadar güçlüyseniz çıkın şunu söyleyin: "Ben iktidarın İzmir'deki bakanlıklar şubesiyim. Her hizmeti yalnız ben getiririm." AKP'nin yerel yönetim anlayışını böylece anlamış oluruz.

• Sayın Kabak, "AKP'lilere nezaketi öğretecek en son kişi CHP'de siyaset yapanlardır" dediniz. Bu ne kadar talihsiz bir açıklama! Nalbantoğlu size; şahsınıza yönelik açıklama yaptı. Oysa siz CHP'de siyaset yapan kişilere toptancı bir üslupla laf atmaya başladınız. Ben de bir CHP'li siyasetçi olarak "orada durun ve haddinizi aşmayın" diyorum!

• Sayın AKP İzmir İl Başkanı, siz de biliyorsunuz ki nezaketini tartışmaya açmaya çalıştığınız CHP'de siyaset yapanlar dokunulmazlıkların karşısındadır. CHP'de siyaset yapanlar demokratik laik ve sosyal hukuk devletinin ulus, laik ve üniter yapısını korumaya, kollamaya ve yüceltmeye and içmişlerdir. Demokrasiyi yüceltmeye and içmişlerdir. İzmir gibi. İzmirliler gibi! Peki ya siz, örneğin dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ne düşünüyorsunuz? Ya üniter devlet konusunda? Laiklik konusunda? Demokrasi konusunda?... Hadi onları bir kenara bırakın, İzmirli yerel yönetimlerin hizmetlerine merkezi yönetimce getirilen engeller konusunda?...

• Sayın Kabak, inanıyorum ki AKP içinde de bu davranışlarınızı uygun bulmadığını hatta sizin yanlış yaptığınızı söyleyen sağduyulu siyasetçiler olmuştur, olacaktır. Şimdi sizin de bir İzmirli olduğunuzu ispat etmeniz gerekir. Bir İzmirli olduğunuzu "gecikmeli olarak da olsa" ispat edebilmeniz için size naçizane tavsiyem İzmirlinin karşısına çıkmanız, bu davranışlarınızın bir hata olduğunu açık yüreklilikle kabullenmenizdir. Hem tüm İzmirlilerden hem de Aziz Kocaoğlu'ndan ve CHP'de her kademede siyaset yapan kişilerden samimiyetle özür dilemenizdir. Özür dilemek bir erdemdir... Bundan sonra da bir siyasetçi olarak etik ilkelere sadakatle bağlı kalmanız, İzmir'in büyükşehir belediye başkanı şahsında tüm İzmirlilere yapılan haksızlık konusunda kamuoyu önünde AKP yönetimini duyarlı olmaya çağırmanız ve aynı yanılgıya bir daha düşmemenizdir...

(Haber Ekspres, 29 Aralık 2009)

24 Aralık 2009

YASAMA DA SUSTURULURSA!... - ZAFER YAPICI

Anayasa'nın yasama yetkisiyle ilgili 7. maddesi şöyle der: "Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nindir. Bu yetki devredilemez."

Ayrıca Anayasa'nın 87. maddesine göre TBMM'nin görev ve yetkilerinden biri Bakanlar Kurulu'nu ve bakanları denetlemektir.

* * *

Değerli okurlarım, 2010 yılı bütçesinin görüşmeleri TBMM'de 14 Aralık 2009 tarihinde başladı. Bu görüşmeler kapsamında önce muhalefet liderleri konuşmalarını yaptılar. Ardından Başbakan Erdoğan kürsüye çıktı. Başbakan Erdoğan, cevap hakkı doğuran ve bir o kadar da tahrik edici sözler içeren konuşmasının ardından muhalefet sıralarından yükselen seslerden rahatsız olunca Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin'e dönerek, "Siz mi susturursunuz, ben mi susturayım" dedi.

* * *

Bu veciz söz (!) üzerine şu soruları sormamız gerekmez mi?

1. Yürütmenin yani Bakanlar Kurulu'nun başı olan Başbakan nasıl oluyor da kendini ve bakanlarını denetleyen yasamayı temsil eden TBMM Başkanı'na "Siz mi susturursunuz, ben mi susturayım" diyebiliyor?

2. Başbakan "TBMM üyelerini susturmak" söyleminde nasıl bulunabiliyor?

* * *

Kendini TBMM üyelerini susturacak güçte görmesi ve bunu Türk milletinin gözleri önünde dile getirmesi Başbakan'ın demokrasi anlayışını ortaya koymuyor mu? Başbakan bu cesareti ve yetkiyi kendisinde nasıl bulabiliyor? Başbakan bu gücü nereden alıyor? Demokrasiye ve hukuka saygısı olan bir başbakan bu tip davranışlar sergileyebilir mi?...

Ne acı değil mi değerli okurlarım. Ama daha acı olanı, Türk Milleti adına yasama yetkisini devredilemez kılması gereken Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin başkanı sıfatını taşıyan Mehmet Ali Şahin'in de bu davranış karşısında aciz, çaresiz ve sessiz kalmasıdır.

AKP'de biat kültürünün kurumsallaşmış olduğu yüzlerce örnekle ortada. Ancak Türkiye Cumhuriyeti devlet yönetimine bu biat kültürünün taşınmaya çalışılması esas düşündürücü olan...

Devlet protokolünün üçüncü sırasında yer alan başbakanın, ikinci sırada yer alan TBMM başkanına bu şekilde davranması devlet geleneğimize uygun mu?...

* * *

Kuvvetler ayrılığı; yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirlerinden ayrı, bağımsız ve aynı zamanda birbirlerini denetleyebilir olmalarını ifade eder. Bu güçler birbirlerinden ayrıldıkça parlamenter demokrasi güçlenir.

Peki bizde parlamenter demokrasi gerçekten mevcut mu?...

Ülkemizde yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsız mı? Bir başka ifadeyle yasama, yürütme ve yargı kendi serbest iradeleri ile hareket edebiliyor mu?...
Cevabı çok net... Hayır!

* * *

Yürütmenin yasama üzerindeki baskısına örnek teşkil edebilecek bir diğer olay da geçtiğimiz günlerde yaşandı.

Abdi İpekçi Parkı'nda üç gündür eylem yapan Tekel işçilerine 17 Aralık 2009 tarihinde 12 CHP milletvekili ve yöneticisi destek ziyaretinde bulunmuştu.

Ancak işçiler ve onları haklı davalarında yalnız bırakmayan CHP'liler polisin biber gazı ve suyla müdahalesine hedef oldular. Birçok milletvekili de biber gazından etkilendi...

Yürütmenin bir üyesi olan İçişleri Bakanı'nın bilgisi dahilinde yasamaya yani milletvekillerine polisler tarafından biber gazının sıkılmış olması yürütmenin yasama üzerindeki baskısını gözler önüne sermiyor mu?

* * *

Değerli okurlarım, yürütmenin (hükümetin-başbakanın) hem yasamayı (Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni) ve onun başkanını hem de yargıyı baskı altında tutacak; bu erklerin kendi iradeleri ile serbestçe karar vermelerini önleyecek girişim ve davranışlarda bulunması parlamenter demokrasinin güçlü olmasını engellemektedir...

* * *

Bugün eğer parlamenter demokrasinin güçlü olması gerçekten isteniyor ise; kuvvetler ayrılığı ilkesini güvence altına alacak hukuksal tedbirler vakit geçirmeden alınmalıdır.

...Bilinmelidir ki gidişat, demokrasi konusunda hiç de iç açıcı değildir!...

(Haber Ekspres, 22 Aralık 2009)

18 Aralık 2009

HUKUK DEVLETİNİN ÖNÜNDEKİ ENGEL: DOKUNULMAZLIK - ZAFER YAPICI

Anayasa'nın 81. maddesine göre Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri göreve başlarken aşağıdaki şekilde ant içerler: "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyet'e ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim."

Değerli okurlarım, bir TBMM üyesi ancak yukarıdaki andı hatasız okursa milletvekili kimliğine kavuşmuş olur.

Bugün TBMM'de milletvekili olan herkes yukarıdaki anda namusu ve şerefini ortaya koyarak bağlılık yemininde bulundu...

Üstelik 70 milyonun, Türk milletinin önünde...

Ancak görülüyor ki bu vekillerden bazıları şimdilerde içtiklere andı unutup kendi "amaç ve zihniyetlerinin" andını içmekteler.

Peki aklınıza bu iki yüzlülüğü sorgulamak gelmiyor mu?

· Neden bu vekiller devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini korumuyorlar? Neden 90 yıllık uluslaşma mücadelemizi, açılımlarla tersine çevirmeye çalışıyorlar? Neden etnik, dinsel ve mezhepsel ayrışmaya gidiyorlar?

· Neden hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyet'e ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalmıyorlar? Neden yargıyı siyasal erke bağımlı hale getirmek istiyorlar? Neden suçu belli olmayanlar, neyle yargılandığını bilmeyenler cezaevlerini dolduruyor da bu millete silah sıkmış teröristler sınırda karşılanıp mobil mahkemelerde serbest bırakılıyorlar? Neden demokrasiyi araç olarak kullanarak demokrasiye, laikliğe ve cumhuriyete zarar verenler yargılanmıyorlar? Neden Atatürk ilke ve devrimlerini işlevsizleştirme girişiminde bulunmak bir yerlere gelmenin önkoşulu haline getiriliyor?

· Neden toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakattan ayrılıyorlar? Neden Türk milletinin huzurunu ve refahını ortadan kaldırmak isteyenlere taviz veriyorlar? Neden işsize, yoksula, kimsesize, köylüye, çiftçiye, memura, işçiye milli gelirden yeteri kadar pay vermiyorlar? Neden onları sadaka kültürüne mahkum ediyorlar? Neden Anayasa'da yazılı olan hak ve özgürlüklerden toplumun geniş kesimlerinin yararlanabilmesi konusunda gayret sarfetmiyorlar? Neden anayasa değişikliği konusunu sürekli gündeme taşıyorlar?

...Peki tüm bunları; tüm bu olumsuzlukları neye güvenerek gerçekleştirebiliyorlar?...

Cevabı açık

Bir milletvekili içtiği anda sadık kalmasa da, onu kamufle edecek, onu sorgulatmayacak ve onun Türk milleti önünde hesap vermesini engelleyecek bir zırha sahip: Dokunulmazlık!

Bugün kimi milletvekillerinin içtiği anda sahip çıkmamasının ve andın içeriğine ters düşecek hareketlerde bulunmasının arkasında yatan en büyük güvence "dokunulmazlıktır".

Aslında hukuk devletinin kurumsallaşmasının önündeki en büyük engellerden biri dokunulmazlıktır!

Bugün dokunulmazlıklar, TBMM'de Türk milletinin önünde namusu ve şerefi üzerine ant içip de ona bağlı kalmayanların sığındıkları ortak bir liman haline gelmiştir.
Bu limanda, milletvekili yeminiyle bağdaşmayan zihniyet ve amaçlar gemilere yüklenmektedir.

Gemilere yüklenen her zihniyet ve amaç, hukuk denizinde özgürce yol alarak tehlikeli limanlara yanaşmaktadır...

Eğer hukuk denizinde izinsiz dolaşanlara geçit verilmezse; bir başka ifadeyle dokunulmazlıklar kaldırılırsa ve hukuk denize hakim olursa...

O zaman bu kişiler ne üzerinde dolaşacak deniz ne de yanaşacak liman bulabilirler...

O zaman namus ve şeref sözü verip içtiği andın arkasında durmayanların gerçek zihniyet ve amaçları iyot gibi açığa çıkar. Hukuk devleti gereğini yapar...

Milletvekili andı bir kez daha anlam kazanır.

Cumhuriyet'e gerçekten sahip çıkılır.

...O zaman demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti; Atatürk ilke ve devrimleriyle birlikte sonsuza değin yaşar.

(Haber Ekspres, 15 Aralık 2009)

12 Aralık 2009

İZMİR FAŞiSTTİR DİYEREK FAŞİSTLİK YAPMAK (2) - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, dün incelemeye başladığımız yazıdaki bir diğer çelişki de ünlü profesörün anlattığı bir örnek olayda gizli. Makalede, yazarın İzmirli bir gayrimüslim tanıdığının babasının 1964 yılında sınırdışı edildiği bilgisine yer veriliyor. Bu veri, İzmir'in faşizme kayışının tarihsel bir kanıtı olarak kullanılıyor. Ancak yazının devamında yazarın sözkonusu arkadaşının sonraki yıllarda İzmir'de büyük zenginliklere kavuşuyor olması aktarılıyor. Bu kişinin İzmir'in vergi rekortmeni haline gelmesi (haklı olarak) övülüyor.

Şimdi sormak gerekmez mi? İzmir nasıl bir kent ki 1960'ların ortalarından itibaren Türk dışı herkese karşı şiddete pirim tanıyan bir faşizme kayıyor da bu kentte "öteki" olarak algılanmaya müsait bir kişinin bu denli zenginleşmesine olanak tanınıyor?

Faşizm, her zaman, ırksal yakınlığa sahip olduğu kitleleri "ötekilerin" aleyhine zenginleştirme yoluna gitmez miydi?

Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?

* * *

Yazı, İzmir'in ekonomik olarak geri bırakılmışlığının faturasını da –ironik bir biçimde- İzmirlilere kesiyor. Hatta anlaşılıyor ki çok ünlü "İzmirli" yazar, "İzmir ekonomisinin İstanbul'un gölgesinde kalmasından" garip bir zevk alıyor. Bir "oh olsun" demediği kalıyor. Oysa bu yazar kendini bir zamanlar "solda" tanımlıyordu. Marksist kurama aşina birisinden beklenen, en azından geri kalmışlığın yapısal nedenlerini sorgulamayı hatırlaması; geri kalanı değil, geri bıraktıranı eleştirmesi; adaletsizliğin düzeltilmesi yönünde öneriler getirmesiydi.

Değerli okurlarım, İzmirimiz AKP iktidarı tarafından sadece vergi toplamaya gelince hatırlanıyor. AKP destekli neoliberalizm, en çok bizleri vuruyor. Sanayicimiz desteklenmiyor. Köylümüz açlığa mahkum ediliyor. Kentimiz sırf AKP'ye oy vermediği için yıllardır kamu yatırımlarından alması gerekenden çok çok az pay alıyor. Örneğin İzmir il özel idaresine genel bütçeden ayrılan (zaten çok yetersiz olan) ödenek bu sene büyük ölçüde azaltıldı.

İzmir'in çoğu CHP'li belediyeleri, CHP ağırlıklı il genel meclisi üyeleri, kuşa çevrilen kaynaklarıyla bir mucizeyi gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

* * *

Yazıda İzmir'in tarihsel olarak kimliğini "öteki" üzerinden kurduğu iddiasına da yer veriliyor.

Bu iddiaya bir İzmirli olsa olsa güler.

Değerli okurlarım, İzmir kent kimliği cumhuriyetin hiçbir döneminde "öteki"ni merkeze alarak kurulmadı. İzmir'de kent kültürünün oluşumunda en anahtar katkıyı tarih boyunca Müslümanlarla kol kola Gayrimüslimler, yerli İzmirlilerle yan yana İzmir'e göç etmiş her etnik kökenden insanlar verdiler. Tüm bu kimlikler kaynaşarak, bir ortak paydada buluşarak bir arada yaşadılar, dostluklar geliştirdiler, kız alıp verdiler.

Bu ortak payda demokrasi ve cumhuriyetin temel değerleriydi.

Dolayısıyla İzmir'de, İzmirli olmuş bir Gayrimüslim de, bir dindar Müslüman da, dinsiz de, Alevi de Sünni de, Arnavut da Kürt de Arap da... bilmem kaç kuşak İzmirli de 10 sene önce İzmir'e yerleşmiş herhangi bir etnik kökene sahip olan kişi de insanları kimliklerine göre kategorilere ayırmaz. Etnik kimliğin, dinsel kimliğin, mezhepsel kimliğin lafını etmez, ettirmez. Çünkü tüm bu değerleri bir arada tutabilecek tek bir kimlik olduğunu bilmektedir. O da Mustafa Atatürk'ün, "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözüyle özdeşleşen Türk milli kimliğidir.

Bunu kaşımaya yönelik her türlü girişime rağmen ayrışmaya müsaade etmez, ettirmez.

Faşistler gibi düşünmez, doğası gereği düşünemez...

Demokrasiyi ve cumhuriyetin değerlerini içselleştirdiği için faşizme karşı durmayı düşünür!

Dolayısıyla İzmir'in kent kimliği "öteki" üzerine değil, "ortak değerler" üzerine inşa edilmiştir.

Bu ortak değerlere yönelik bir saldırı olasılığı algıladıklarında, İzmirli olmanın anlamını kavramış, İzmir kent kültürünü içselleştirmiş tüm İzmirliler ortak hareket ederler.

O gün, evlerine Mustafa Kemal'in kalpaklı resmini, Türkiye Cumhuriyeti'nin ay yıldızlı bayrağını asan her etnik kökene sahip olan insanların bir kısmı fakirdi, bir kısmı zengin. Bir kısmı Gayrimüslimdi, bir kısmı Müslüman. Bir kısmı Aleviydi, bir kısmı Sunni. Bir kısmı dekolteliydi, bir kısmı başörtülü. Bir kısmı yerliydi, bir kısmı göçmen. Bir kısmı yaşlıydı, bir kısmı genç. Bir kısmı bilmem kaç fakülte bitirmişti, bir kısmı adını yazmayı bile bilmez. Bir kısmı işverendi, bir kısmı işçi. Bir o kadar da işsiz...

İzmir'i bilenler bilir.

Hepsi İzmirliydi, hepsi demokrattı, hepsi faşizme karşı durmuştu.

...Ve hepsi Mustafa Kemal'i anlamıştı....

(Haber Ekspres, 12 Aralık 2009)

İZMİR FAŞİSTTİR DİYEREK FAŞİSTLİK YAPMAK (1) - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, İzmir'de Kürt ayrılıkçılığının ve terörizmin propagandasını yapan bir gruba karşı geçtiğimiz günlerde gelişen toplumsal tepki medya dünyasında önemli bir yer edindi.

Konu hakkında çeşitli gazetelerde birçok yorum yazısı yayınlandı. Bu yazılar televizyon tartışmalarına taşındı.
Kısaca bu yazıları dört ana gruba ayırmak mümkündü.
Birinci grup yazılar, İzmir'in kent kültürünü gerçekten tanıyan ve sosyoloji bilgisi bu kültürün faşizm karşıtı konumlanışını çözümlemeye yetecek derecede yüksek olan kişilerce kaleme alınmıştı.

İkinci grup yazılar, İzmir'in kent kültürünü tanıyan ve tarihsel olarak özgürlük ve demokrasi yanındaki konumlanışını algılayabilen ancak sosyolojik birikimleri bilimsel çözümleme yapmaya yetmeyen kişilerce kaleme alınmıştı. Bu yazılar temelde doğru argümanlara sahip olmakla birlikte, bu argümanları kanıtlama noktasında zayıf kalıyordu.

Üçüncü grup yazılar, cehaletin doğrudan sonucuydu. Hem İzmir'i tanımayan hem de sosyolojik çözümleme konusunda yetkinliği olmayan kişilerce kaleme alınmış yazılardı bunlar. Ben bu yazılara kısaca "cehalet yazıları" diyorum ve bu yazıları üzerlerinde çözümleme yapmaya değer bulmuyorum.

Dördüncü grup yazılar ise İzmir'i tanımayan ancak sosyolojik çözümleme yetkinliği olan kişilerce kaleme alındı. Ancak bu kişiler çok büyük bir yöntem hatası yaptılar. Toplumsal olayları medyanın aktardığı biçimiyle doğru kabul ettiler. Bir başka deyişle, toplumu medyanın anlatısı üzerinden çözümlemeye giriştiler. Böylelikle İzmir'deki toplumsal tepkiyi ırkçı bir eylemmiş gibi sunabildiler. Oysa İzmir'i biraz olsun tanıyanlar bunun tersini ilk bakışta algılayabilirlerdi...

* * *

Değerli okurlarım, geçtiğimiz pazar günü, bir gazetede yayınlanan bir yorum yazısı, yukarıdaki sınıflandırmamı aştı!

Bu yazı, milliyetçilik konusunda uzman olduğu iddiasını her tartışmada seslendiren çok tanınmış bir profesör tarafından kaleme alınmıştı. Üstelik bu profesör İzmirliydi!

İsim vermek istemiyorum. Çünkü isimden ziyade yazılanların içeriği önemli!

Yazıyı okumaya hazırlanan bir okur, ilk olarak şunu düşünebilirdi. Bu yazı hem İzmir'i tanıyan, hem de sosyolojik çözümleme yapma yetkinliği olan bir kişi tarafından kaleme alınmış. Yazılanlar doğrudur o zaman!

Evet, sözkonusu profesör hem İzmir'i tanıyan bir İzmirliydi. Hem de sosyoloji konusundaki bilgisini yayınlarıyla "ispat etmiş" bir "uzmandı".

Ancak 1000 sözcüklük bu yazısı, neredeyse 1000 çelişki ve hata barındırıyordu.

Bu nedenle son tahlilde söz konusu yazıyı içerik olarak bir "cehalet yazısı" olarak değerlendirsem ve çözümlemeye değer bulmasam da; bu ülkenin "aydınının" (!) düştüğü içler acısı hali yansıtması bakımından ibretlik buldum ve bugünkü yazımda, bu makaleye, birkaç konudaki yanlışları üzerinde durarak yer verdim.

* * *

Yazının içeriğine geçmeden önce, yazıda kullanılan bir görsel malzemeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü yanlışlıklar zinciri buradan başlıyor.

Terörist örgütün propagandasını yapan kişilere karşı, taş tuttuğu elini havaya kaldırarak slogan atan İzmirli bir genç kızımıza ait bir fotoğraf, makalenin görsel malzemesi haline getirilmiş. Makale, inanarak okuyan birinin, okumayı bitirdiği anda, İzmirli bu genç kızın görselliğinde tüm İzmir kentini faşist-ırkçı olarak yaftalamasını sağlayacak bir biçimde kurgulanmış.

Peki, böyle yapmakla sözkonusu genç kız ve daha ötesi koskoca bir kent, bu yaftalamayı sahiplenmeye hazır kitlelerin hedefi haline getirilmiyor mu? Hadi yazıyı yazanı, yazıyı yayınlayanı geçiyorum, bu fotoğrafı yazıyla birlikte basanlar gazetecilik konusunda bu kadar mı bilgisizler? Bir taraftan İzmir faşisttir demeye, diğer taraftan faşistçe hedef göstermelere yönelmeye kimin hakkı var?

* * *

Yazının hemen başında PKK provokasyonunu protesto eden eylemcilerin güllü DTP bayrağını yıldızlı PKK bayrağı sanarak DTP bayrağı üzerinde tepindikleri aktarılmış. İyi de güllü DTP bayrağının taşındığı her mitingde, güllü DTP bayrağından çok yıldızlı PKK bayrağını görmüyor muyuz? Partinin resmi liderlerinin posterlerini mi görüyoruz, Öcalan'ın mı? DTP'nin lider kadrosundaki her politikacıdan her Allahın günü PKK'yı övücü sözler işitmiyor muyuz? Kendilerini PKK'yla ilişkilendirmek için özel bir gayret içinde olduklarına şahit olmuyor muyuz? Bu durumda kendini teröristten yana konumlayan mı suçludur, kendini teröristten yana konumlayanla teröristin bayrakları arasında fark kalmadığının ayırdına varan mı?

* * *


Yazıda tüm toplumsal ve siyasi olgular büyük bir tekyanlılıkla ele alınmış. Bunun en bariz göstergesi 1964 olayları. Yazar, 1964 yılında bazı Gayrimüslimlerin sınırdışı edilmesini eleştirmiş. Ancak bu olaylar öncesinde 1963 yılında Kıbrıs'ta Türkler'e karşı başlatılan ırkçı saldırıları (Kanlı Noel) görmezden gelmiş. Oysa bu ırkçı saldırılarda 8.667 Kıbrıs Türk'ü yaşadığı 103 köyü terk etmeye zorlanmış, onlarca Türk yaşamını yitirmişti. Buna rağmen, İzmir'de Rum nüfusa yönelik en ufak bir saldırı gerçekleştirilmemiş, böyle bir olasılık akıllara dahi gelmemiş, Gayrimüslimlere yönelik topyekün bir sınırdışı etme süreci yaşanmamıştı.

* * *

Değerli okurlarım, sözkonusu makaledeki yanlışlıkları çözümlemeye yarın da devam edeceğiz.

(Haber Ekspres, 11 Aralık 2009)

10 Aralık 2009

İZMİRLİ DOKTORLARIMIZIN BÜYÜK BAŞARISI - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, ülke gündemimiz oldukça yoğun. Ve ne yazık ki bu yoğun gündemin büyük bir kısmını kötü yönetimler, yolsuzluklar, entrikalar, başarısızlıklar ve toplumsal gerilimler oluşturuyor. Doğaldır ki bu durum, ülke insanımızın iyimserlik düzeyini daha da geriletiyor.

* * *

Böyle günlerde başarı haberlerine daha fazla gereksinim duyuyoruz. Her başarı haberinde gelecek için biraz olsun umutlanıyoruz…

Geçtiğimiz günlerde sevindirici bir başarı haberi değerli hekim dostum Necmettin Yakut’tan geldi. Necmettin Yakut, yıllar önce geçirdiğim bir kalp krizinin hemen ertesinde açık kalp ameliyatımı gerçekleştiren ekibin oldukça önemli bir üyesiydi.

Necmettin Bey’e kalbimi emanet etmiştim kısacası…

Ve çok başarılı bir ameliyat neticesinde sağlığıma kavuşmuştum.

* * *

Şimdi bu çok değerli hekim dostumun büyük pay sahibi olduğu bir başarı öyküsünü kısaca sizlere aktarayım...

Değerli okurlarım, bilindiği üzere kalbin durdurularak yapıldığı açık kalp ameliyatlarında, kalp-akciğer pompası denilen bir alet kullanılıyor. Ancak bazı hasta gruplarının bu cihaza bağlanması uygun görülmüyor. Bu durumda, bu cihaz kullanılmadan çalışan kalpte by-pass yapılıyor.

Çalışan kalpte by-pass yapıldığı hallerde, hastalarda tek damar tıkalıysa sorun yaşanmıyor. Ancak kalp ameliyatlarının önemli bir kısmında birden fazla tıkalı damar durumuyla karşılaşılıyor. Birden fazla damarda tıkanıklık varsa ameliyata önce hangisinden başlanması gerektiği sorusu ise tıp dünyasında tartışmalı olmayı sürdürüyor.

İzmir Özel Gazi Hastanesi’nden doktor arkadaşlarım Necmettin Yakut ve Engin Tulukoğlu bu soruya uluslararası alanda kabul görmüş kardiyoloji dergisi “The Hearth Surgery Forum”da yayınladıkları bir bilimsel çalışmayla yanıt verdiler. Hatta bu dergide İzmirli doktorlarımızın çalışması bilim dünyasına katkısı nedeniyle kapak konusu edildi.

Yayın, Özel İzmir Gazi Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahisi Kliniği ekibinin üç yıllık bir araştırmasına dayandı. Çalışan kalpte by-pass yapıldığı hallerde hem sağ hem de sol damarı tıkalı hasta için ne olursa olsun sol taraftan ameliyata başlanması gerektiği sonucuna ulaşıldı.

Değerli okurlarım, bu konuyla ilgili dünya çapında derinlemesine bir çalışma olmaması, Yakut ve Tulukoğlu’nun yayınını bir bilimsel yenilik noktasına taşıyor. Dahası, söz konusu çalışmayla ameliyatta tartışma konusu olan “nereden başlayalım?” sorusuna son nokta konulmuş oluyor. Necmettin Bey’in ifade ettiği gibi örneğin damarlarda yüzde 70 ile yüzde 90 darlık olan hastalarda ne olursa olsun ameliyata sol damarın by-passı ile başlanması gerektiği bilimsel olarak kanıtlanmış oluyor.

Yakut ve Tulukoğlu’nun bilimsel yaklaşımlarının bir sonucu olarak birçok kalp ameliyatı çok daha başarılı geçebilecek…

Önerilen yöntem ile hem ameliyattaki risk faktörleri azaltılacak, hem de hastalar daha çabuk bir biçimde sağlıklarına kavuşabilecekler.

* * *

Değerli okurlarım, ben de “kalbimi onlara emanet ettiğim” İzmirli genç doktor arkadaşlarımı uluslararası düzeyde kazanmış oldukları başarılarından dolayı yürekten kutluyorum.

(Haber Ekspres, 8 Aralık 2009)

01 Aralık 2009

ACİL DEMOKRASİ - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, 17 Kasım 2009 tarihli yazımızda üslubun demokrasilerdeki rolü konusunda bir tartışmaya girişmiştik. Bugün, bu tartışmadan yola çıkarak ülkemizi yöneten siyasi iradenin sembolü olarak tanımlanabilecek başbakanın bir söylemini demokrasi bağlamında değerlendireceğiz.


Şu sözler Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından 8 Kasım 2009 tarihinde TRT 1'de yayınlanan "Politik Açılım" adlı programda söylendi. Sözler, başbakanın demokrasi kavrayışını açıkça ortaya koyması bakımından önemli...

Şöyle diyor Erdoğan: "...Muhalefet eleştirel yaklaşımları tabii ki yapacak. Ama katkı vermesi gereken yerde de katkı verecek ki, o ülke hem demokrasisi ile güçlensin, hem de ülke güçlensin..."

* * *

Değerli okurlarım, bu sözlerin yapı çözümünü yaptığımızda şöyle bir sonuçla karşılaşıyoruz. Başbakan, "katkı vermesi gereken yerde de katkı verecek ki" sözleriyle, muhalefetin nerede ve hangi durumlarda katkı vermesi gerektiğini belirleme yetkisini kendinde görüyor. Muhalefetin, ancak kendinin uygun gördüğü yerde durması durumunda demokrasinin gelişebileceğini ve ülkenin güçlenebileceğini ifade ediyor.

Oysa demokrasilerde, iktidarlar, muhalefetin hangi durumlarda ne şekilde hareket etmeleri gerektiği konusunda en ufak bir söz hakkına sahip olamazlar.

Başka bir ifadeyle, iktidarların -hangi gerekçeyle olursa olsun - muhalefetin nasıl hareket etmesini belirleme yetkisini kendinde gördükleri rejimlere demokrasi denilmez, denilemez...

Böyle durumlarda ülke güçlenmez, faşizm güçlenir!

Bu tür rejimlerde muhalefet partileri var olabilir. Ancak bu partilerin işlevi tabela partileri olmayı aşamaz. Çünkü muhalif bir duruş sergileyemezler. Neyi söyleyecekleri, neyi söyleyemeyecekleri, hangi konuda hangi duruşa sahip olacakları iktidarlar tarafından belirlenir. Aksi halde muhalif güçler, siyasal iktidar tarafından ülkenin güçlenmesinin önünde engel olarak değerlendirilir. Sistem dışına itilir.

* * *

Bu tür durumlarda toplumsal muhalefetin uyanık olması şarttır. Bu da yetmez toplumun uyanık olması, acil demokrasi istemini merkeze alarak gerçek demokrasi yanında tavır alması gerekir.

Lakin bir zamanlar toplumun desteğine dayanarak inşa edilmiş ancak gittikçe demokrasiden sapmış herhangi bir yönetimin faşizmi kurumsallaştırmasını engelleyecek tek güç yine toplumdur!

(Haber Ekspres, 1 Aralık 2009)

MİLLİ İRADE - ZAFER YAPICI

Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. Ardından Amasya'ya geçti ve Amasya Genelgesi'ni yayınladı (22 Haziran 1919).

Değerli okurlarım, Mustafa Kemal'in milli mücadeleye başlarken, Amasya'da yayınladığı genelgenin içeriği "milli irade" ilkesi ile özetlenebilir.

Amasya Genelgesi ile "milli irade" sözü Anadolu topraklarında ilk kez telaffuz edildi.

Dahası bu ilke, sadece kurtuluş mücadelesini örgütleme noktasında merkeze alınan bir ilke olmadı. Teokratik bir saltanat devletinden laik ve demokratik cumhuriyete geçişin her aşamasında yol gösterici ilke oldu.

* * *

Atatürk, Amasya Genelgesi'nin ilk maddesinde işgalci güçlerin etkisi ve denetimi altında olması nedeniyle milletine karşı sorumluluğunu yeterince yerine getiremeyen bir hükümetin varlığı saptamasında bulundu. Böyle bir durumda "milletin istiklalini (bağımsızlığını) yine milletin azim ve kararlılığının sağlayacağını" ifade ederek, istiklale ulaşma yolunu belirledi.

Bütün illerin her livasından (sancak) katılan halk temsilcileriyle, milli mücadeleyi, milli iradeyi merkeze alarak örgütledi.

İstiklal sonrasında kurduğu cumhuriyette de milli irade kavramını anahtar unsur olarak tutmaktan asla vazgeçmedi.

İlke ve devrimleriyle milli iradeyi denetim altına alma değil yüceltme yolunu seçti.

* * *

Değerli okurlarım, Atatürk'ün anlayışına göre "milli irade" demek; herkes eşittir demektir. Zengini fakiri, kadını erkeği, Alevisi Sünni'si; maddi olanakları-ırkı-etnik kökeni-mezhebi ne olursa olsun bütün halkın eşit yurttaşlık haklarıyla donatılması demektir.

"Milli irade", yurttaşlık bilincine doğru giden yolun ilk adımıdır.

"Milli irade" yi benimsiyorsanız yolunuz cumhuriyete çıkar.

Cumhuriyeti de içinize sindiriyorsanız yolunuz demokrasiye çıkar.

Ulusun egemenliği ve "milli irade"; cumhuriyet, laiklik ve demokrasi doğrultusunun vazgeçilmezleridir.

Türkiye Cumhuriyeti bu doğrultu üzerinde gelişmesini sürdürmüş ve demokrasiyi özümsemiştir.

* * *

Bu nedenle Türkiye'de cumhuriyete geçiş, sıradan bir rejim değişikliği değildir. Cumhuriyet, bir kültür değişimidir, bir çağ değişimidir, bir uygarlık değişimidir.

Böylesine köklü bir değişimi; insan hak ve özgürlükleriyle, hukukuyla, eğitimiyle, sanatıyla, kültürüyle, çağdaş değerleriyle gerçekleştirip sürdürebilmek kolay olmamıştır.

Türkiye bu köklü değişimi Mustafa Kemal'in cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik ilkeleriyle başarmıştır.

Türkiye bu köklü değişimi Mustafa Kemal'in devrimleriyle başarmıştır.

Türkiye bu köklü değişimi, Mustafa Kemal'in, milli bağımsızlık (siyasi, mali, adli, kültürel...), milli birlik ve beraberlik, yurtta sulh cihanda sulh, çağdaşlaşma, bilimsellik ve akılcılık, insan sevgisi gibi bütünleyici ilkeleriyle başarmıştır.

Türkiye bu köklü değişimi Mustafa Kemal'in, "Ne mutlu Türküm diyene" anlayışıyla başarmıştır.

Türkiye bu köklü değişimi Mustafa Kemal'in anlayışıyla inşa edilen demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin laik ve üniter yapısını anayasaya bağlı kalıp güçlendirerek başarmıştır.

* * *

Kısacası "milli irade", Türkiye Cumhuriyeti devrim tarihini yazan, ayakta tutan ve sonsuza dek yaşatacak olan Türk milletinin iradesidir.

* * *

CHP Genel Başkanı Baykal milli iradeyi bakın nasıl yorumluyor: "...Milli irade devleti kuran idaredir. Milli irade anayasadır. Siyasi irade var. O da anayasanın koyduğu çerçevede yetki kullanmadır. Milli irade sadece sandıkta şekillenmedi. Bağımsızlık savaşında, milli mücadelede şekillendi. Sakarya 'da, Kocatepe'de, 9 Eylül'de oluştu. Milli iradenin içinde askeri var sivili var, erkeği var kadını var. Bunun bedelini ödeyen irade var. Şimdi sen onun içindesin. Bir ülkede her siyasi gerilimden sonra rejimi değiştirelim demek hazımsızlık iradesidir. Siyasi gerilimler olur, tartışmalar olur sonra merciine gider. Anayasa hep senin işine gelecek kararı alacak diye bir şey yok. Seni anayasanın içine çekmek için var. Milli irade kurucu iradedir. Onun içinde her şey var. O yıllar alır. Sabır var kan var, şehit var. Onunla uğraşmayacağız. Onun içinde her şey var..."

* * *

Bugün geldiğimiz noktada Baykal'ın savunduğu milli irade anlayışı önemini korumuyor mu?... Baykal'ın konuşmaları Türk milletinin hassasiyetini yansıtmıyor mu?


* * *

Ne acıdır ki yukarıda anlatmaya çalıştığım "milli irade" AKP tarafından sandıktan çıkan "oy"un getirdiği bir güç olarak algılanmakta ve "ben istediğimi yaparım mantığıyla" hareket edilmektedir.

Değerli okurlarım, "milli irade"nin Mustafa Kemal'in kurtuluş ve kuruluş felsefesiyle kurulan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin değerleriyle yoğrulmuş bir tarihsel ve toplumsal olgu olduğunu bilmemek ve bilmezlikten gelmek "milli irade"ye yapılan en büyük hakaret ve haksızlık değil midir?...

Kendinden olanları iktidar nimetlerini kullanarak hakim toplumsal gruplar haline getirmek, kendinden olmayacakları türlü baskılarla sessizleştirmek ve genel olarak toplumu biat kültürüne eklemlenmeye zorlamak milli iradeyi ipotek altına almaya çalışmak değil midir?

Toplumu etnik, dinsel, mezhepsel veya dilsel hatlar boyunca ayrıştırmak; açılımlarla-saçılımlarla bizi birleştiren tüm değerlerin altını oymak, "milli iradeye" verilen en büyük zarar değil midir?

"Milli iradeyi" sadece kendisi olarak yorumlayıp, kendisine uygun hareket etmeyen tüm kitleleri ötekileştirmek, "milli iradeyi" yok saymak değil midir?

Yorum sizin...

(Haber Ekspres, 24 Kasım 2009)