28 Eylül 2015

"ESADLI GEÇİŞ" ve "PKK SİLAH BIRAKAMAZ" SÖZLERİ -ZAFER YAPICI

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta Moskova'daydı. Putin ile 1 saat 10 dakikalık bir görüşme gerçekleştiren Erdoğan, görüşmenin ardından ilk kez "Esedli Geçiş" kavramından söz etti. Erdoğan'ın açıklaması şu şekildeydi: "Tabii burada Esedsiz bir sürecin olması veyahut da bir geçiş sürecinde belki Esedle gidilme gibi bir şey olabilir" ("Geçiş Sürecinde Belki Esed İle Gidilebilir", Milliyet, 24.09.2015) Bu yaklaşım Erdoğan'ın bir süredir sürdürdüğü "Esadla asla" yaklaşımından önemli bir kopuş olarak yorumlanabilir. Ancak Kremlin ziyaretinin hemen ertesinde bu şekilde konuşan Erdoğan, sonra yeniden farklı konuştu. Yenişafak Gazetesi'nin haberine göre Erdoğan, İbrahim Cevahir'in cenaze töreninin ardından şunları söyledi: "Türkiye'nin Esed rejimine yaklaşımında herhangi bir değişiklik yok. Esed ile asla Suriye'nin kurtuluşu mümkün değil. Zaten muhalif kesimler de evet demiyor. Zerre kadar Suriye sevgisi varsa bırakıp gitmelidir" ("Esed'le Olmaz", Yeni Şafak, 26 Eylül 2015, s. 1). Erdoğan'ın birbiri ardına gelen iki açıklaması, AKP dönemi Türk dış politikasının yapısı hakkında önemli bir gösterge oluşturuyor. AKP iktidarında Türkiye, tutarsız, bölge devletlerine güven vermeyen, devletlerin toprak bütünlüğünü koruma gibi geleneksel bir söylemi bile reddeden bir çizgiye sürüklendi. Ne yazık ki bu tutarsızlıkların bedelini ödüyoruz, görünen o ki ödemeye de devam edeceğiz. Bir not olarak söyleyelim. Batı'nın mülteci kaygısıyla Moskova'nın gündeme getirdiği "Esadlı Geçiş" söylemine destek olması, Erdoğan'ın yeni bir u dönüşüne yol açabilir. * * * Aynı tutarsızlıkları CHP lideri Kılıçdaroğlu'nda da görmek mümkün. HDP çizgisindeki YCHP'lilere, cemaatçilere, Ermeni soykırımı yapılmıştır diyenlere gösterdiği ilgi ve alakanın yüzde birini partisinin Kemalist tabanından esirgeyen Kılıçdaroğlu'nun son çıkışı büyük bir yanlışlık anlamına geliyor. Bir televizyon programında Kılıçdaroğlu bakın PKK ile ilgili neler söylüyor: " “PKK, Kandil’e çekilse dahi silah bırakamaz. Bu gerçeği görmemiz lazım. IŞİD ile çarpışıyorlar, ABD de destek veriyor” (Tarafsız Bölge, CNN Türk, 16 Eylül 2015). Kılıçdaroğlu, ABD'nin istemediği bir şey Ortadoğu'da gerçekleşmez diyor. Teslimiyetçi bir dış politikanın ipuçlarını veriyor. Buna karşılık bakın emekli büyükelçi ve eski CHP milletvekili Onur Öymen neler diyor: “Ne demek, nasıl olsa silahı bırakmaz? Silahı bırakmaz demek, terörü karşı yenilgiyi kabul ediyoruz demektir. Silahı bırakacak? Bırakmak zorunda. Türkiye silahı bıraktıracak. Nasıl Suriye’de iken bıraktırdık, aynı şeyi burada da yapacağız. O bölge karışık değil iken de bırakıyor muydu silahı? Yabancı ülkeler silahı bırakma çağrısında bulundular mı? Hep Türkiye’ye masaya otur çağrısında bulunuyorlar? Bütün mesele şu: Yabancı ülkelerin bu işteki rolünün bir, farkında mısın? İki, bunlar tepki gösterecek gücün ve cesaretin var mı?” ("Kılıçdaroğlu'nun PKK Silah Bırakamaz Sözleri Tepki Çekti", Aydınlık, 22 Eylül 2015). Kılıçdaroğlu, CHP'den ikinci bir AKP çıkarmaya çalışırken, CHP'li Öymen'in sözlerini iyi okumak lazım... Gerçek çözümü bulabilmek için...(HABER EKSPRES GAZETESİ- 28.09.2015) Zafer YAPICI

GÖÇ VE TERÖR - ZAFER YAPICI

Karayip kökenli İngiliz edebiyatçı Andrea Levy’nin bir röportajında söylediği sözlerden yola çıkalım bugün. Şöyle diyor Levy: “İngiliz kimliği beni tanımlayamıyorsa, o zaman İngiliz kimliğini yeniden tanımlayın”. Andrea Levy kimdir? İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’ye eski sömürge bölgelerinden göç etmek zorunda kalan kişilerden birinin çocuğudur. İngiliz toplumunun bir türlü kabul etmek istemediği bir yabancıdır. Oysa o, öyle ya da böyle orada; İngiltere’de doğmuştur, orada yaşamaktadır. Ve o kimliğe sahip olmak istemektedir… * * * Evet, İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne göçe bakış konusunda Batı’da çok şey değişmedi. Bugün de göçü ya bir sorun biçiminde tanımlayan ya da bundan çıkar devşiren Batı, İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz özelinden farklı bir noktada değil. Demokratik değerleri içselleştirme iddiasındaki Avrupa, kapsayıcı, yurttaşlığa dayalı milli kimlikler üretmekte çekimser kalmayı sürdürüyor. Bu çekimserliğin doğal bir sonucu var. Ortadoğu’dan Avrupa’ya yönelen göç dalgalarına Batı’nın tepkisi, Batı’yı Batı yaptığı iddia edilen değerlerin sorgulanma sürecini başlatıyor. Diğer taraftan, Türkiye’de yaşanan terör olaylarına Batı’nın şaşı bakışı da sorgulanacak bir diğer konu oluyor. Batı, teröristler kendine karşı eylemde bulununca uluslararası topluma “ya benimle birliktesin ya da sen de teröristsin” derken, yanıbaşındaki bir ülkeyi; Türkiye’yi birbirine katan eli kanlı terör çetesi mensuplarına alttan alta “özgürlük savaşçısı” muamelesi yapmayı sürdürüyor. Kimsenin kimseyi algı yönetimiyle yönlendiremeyeceği bir noktadayız… Kimse, ABD’den ve AB’den birer müttefik çıkarmaya kalkmasın… * * * Batı önce Ortadoğu’yu birbirine kattı. Etnik ve mezhepsel siyaseti yaydı. Ülkeleri böldü. Halkları düşmanlaştırdı. Şimdi bu sürecin bir sonucu olan göçle yüzleşti. Belki bir gün, bu sürecin diğer sonucu terör ile de yüzleşmek zorunda kalacak. En azından o zamana kadar, bu ikinci sorunla yüzleşmek zorunda kalanlara destek konusunda çekimserliğini koruyacak. * * * Sonuç ortada. Türkiye’de hem Batıcılığın, hem de etnik ve mezhepsel siyasetin sorgulanacağı bir süreç başlıyor. Teröristi besleyip büyütenlerin kimler oldukları kaçınılmaz bir biçimde anlaşılacak. Göçe yol açanların kimler olduğu kavranacak. Hiçbir antidemokratik uygulama bu sorgulama sürecini engelleyemeyecek, geciktiremeyecek. * * * Türkiye, önemli bir göç ve terör dalgasıyla sınanıyor. Eşzamanlı olarak da seçimlere hazırlanıyor. Daha dün terörle müzakere edenden, teröristle mücadele edenin çıkamayacağı gün gibi ortada… Bu yüzden, “biz onlardan daha Batılıyız” diyerek Batı desteğini devşirmek için teröristle müzakere çizgisine geçmeyecek; “Batı kimliği beni tanımlayamıyorsa, kendi kimliğimi yeniden tanımlayacak değilim” diyecek bir siyasi çizgiye toplumun teveccühü söz konusu olacak. Bir daha şehit acısı yaşamamak için… Barış için… * * * Bu sosyolojik süreci doğru okuyup safını netleştirmesi gerekenlerin başında, cumhuriyeti kuran parti var… …Bilmem anlatabildim mi? (14.09.2015 HABER EKSPRES GAZETESİ) Zafer YAPICI

HANGİ ÇOCUĞA YAKIŞIR ÖLÜM? - ZAFER YAPICI

Hangi çocuğa yakışır ölüm? Hiroşima’da atom bombası ile öldürülen “yedi yaşındaki kıza” mı? Vietnam Savaşı’nın tam ortasında, Saygon şehrinin kuzeyine ABD uçağından atılan dört Napalm bombasının öldürdüğü Kim ve kuzenlerine mi? Liberya ve Sierra Leone’de iç savaşlarda yitip giden otuz binden fazla çocuk savaşçıya mı? Sadece 2014’te Irak’ta savaş nedeniyle ölen bin beş yüz bebeğe mi? IŞİD zulmünden kaçan on bir yaşındaki Zainb Ahmet’e mi? Dokuz yaşındaki Hayder Ahmet’e mi? Beş yaşındaki Galip’e mi? Üç yaşındaki Aylan’a mı?... Silvan’da PKK’nın bombalı saldırısında hayatını kaybeden ön üç yaşındaki Mehmet Emin’e mi? Hangi çocuğa yakışır ölüm? * * * Nazım Hikmet seslenir “Kız Çocuğu” şiirinde. Bilirsiniz… “Kapıları çalan benim,/ Kapıları birer birer./ Gözünüze görünemem,/ Göze görünmez ölüler./ Hiroşima’da öleli,/ Oluyor bir on yıl kadar./ Yedi yaşında bir kızım./ Büyümez ölü çocuklar.” Savaşın çocukları ölümü yaşamazlar sadece. Ölümle yaşamaya alışırlar. Ölümü sıradanlaştırırlar zihinlerinde. Ölümden daha tehlikeli olan, sıradanlaştırmaktır ölümü. Ölümü sıradanlaştırmak, her gün yeniden ölmektir. Ümit Yaşar Oğuzcan anlatır bu durumu “Vietnam’lı Bir Çocuk İçin Ağıt” şiirinde. “Babasını döve döve öldürmüşler/ Küçümencik gözlerinin önünde/ Anasının yarısını bir bomba alıp götürmüş/ Kan ve et yığını öbür yarısı…/ Oturmuş ağlıyor Vietnamlı bir çocuk/ Minik yumrukları sıkılmış kinle/ Belli bir şeyler düşünüyor/ Kederden harap olmuş bir beyinle.” * * * Çocukların ölmesinde, ya da ölümle yaşamasında en büyük etken Batı olmuştur. Bugün, Aylan’ın kıyıya vurmuş ceset fotoğrafını, binlerce parçalı bir yapbozun parçalarından biri olarak görüyorum o yüzden. Parçaları birleştirip, bütünü görmek, göstermek istiyorum… Japonya’da, Vietnam’da, Liberya’da, Sieera Leone’de, Irak’ta, Suriye’de, ya bombaları yağdıran, ya da etnik ve mezhepsel kim tohumlarını ekerek, bombaların yağmasına vesile olan, Batı değil de kimdi? Avrupa ve ABD bu süreçlerde kimin insan haklarını savundular? İşte bu nedenle Aylan’ın fotoğrafına bakıp da Batı’yı mültecilere kucak açmıyor diye insan hakları bağlamında eleştirmek gerçeği görememektir. Batı’nın önce mülteci yaratıp sonra onlara kucak açması neyi değiştirir? Bir insanı vatansızlaştırmak belli başına bir insan hakları ihlali değil midir? Aylan öldü. Aylan’ın katili etnik milliyetçiliktir. Aylan’ın katili mezhepçiliktir. Aylan’ın katili emperyalizmdir… Onun ölümü gibi ölümlerin bir daha yaşanmaması için, etnik milliyetçi ve mezhepçi politikalara karşı kararlı bir duruş sergilemek gerekmektedir. Emperyalizmle mücadele etmek gerekmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunda gitmek gerekmektedir…(HABER EKSPRES GAZETESİ-07.09.2015) Zafer YAPICI

“KAHREDEN HAZIRLIK” - ZAFER YAPICI

Güne ancak böylesine insanı kahreden bir haberle başlanabilirdi… Haber şu: Erzurum Şehit Aileleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, duvarları Erzurumlu şehitlerin fotoğraflarıyla tamamen dolunca, küçük depoyu da oda olarak düzenlemişti. Erzurum’da 30 yıldaki şehit sayısı 512’ye yükseldi. Dernek şimdi, olası kötü günlere hazırlık için fotoğrafların boyutlarını duvara sığsın diye küçültüyor (Posta, 23 Ağustos 2015, s. 1). * * * Terör, şehitler, pusular, kan… Hepsini yaşıyoruz. Ancak sizlere aktardığım haber tüm bu acıların ötesinde vahim bir psikolojik ve sosyolojik süreci yaşamakta olduğumuzu gösteriyor. Acıların süreceğine yönelik bir varsayımın zihinlerimizde oluşmaya başladığını... Umudumuzun yitmekte olduğunu… Artık toplumca daha büyük acılar için hazırlıklar yapar durumdayız. Tıpkı Derneğin duvarlarında olduğu gibi, zihinlerimizde de yeni alanlar açıyoruz olası yeni acıları sığdırabilmek için. Diğer taraftan felaketler büyüdükçe, şehitler arttıkça, bireysel acılar toplumsal belleklerde sıradanlaşıyor. Dernek, zorunlu olarak önce depoyu da kullanmaya başlıyor şehit fotoğraflarını sergilemek için. Sonrasında mekansal sıkıntılar, onları fotoğraf boyutlarını küçültmeye zorluyor. Zihinlerimiz de böyle değil mi? Felaketler arttıkça her bir yeni felaket için zihinlerimizde ayrılan alan azalıyor. Acı içinde yaşamak, bir süre sonra yeni bir acıyı algılamayacak kadar büyük bir yıkıma sürüklüyor insanı… Acıyı kanıksamaya doğru gidiyoruz anlayacağınız... Acının acı olmaktan çıkmasından daha büyük bir acı yaşanabilir mi? Bu gidişin bir sonu olmalı!(HABER EKSPRES GAZETESİ-24.08.2015) Zafer YAPICI

NATO, PKK VE ÇÖZÜM SÜRECİ - ZAFER YAPICI

ABD Başkanı Barack Obama, Türkiye'ye "PKK'yı boşver, IŞİD ile mücadele et" diyor. Bir taraftan İŞİD'i kendi büyütmemiş gibi, sorumluluktan kaçıp ona karşı Türkiye'yi cepheye sürmeye çalışıyor. Diğer taraftan kendi palazlandırdığı terör örgütü PKK'yı aklıyor. İyi terörist, kötü terörist ayrımıyla aslında kendini açığa çıkartıyor. HDP Eşbaşkanı Demirtaş, AKP'yi ABD'ye, AB'ye ve NATO'ya şikayet ediyor. PKK kanlı eylemlerini arttırdıkça anketlerde AKP güçleniyor. CHP içindeki HDPliler oldukça aktif. Partiyi HDP-ABD-AB çizgisine taşımak için yapmadıkları kalmıyor. MHP'nin ne yaptığı anlaşılmaz politikaları en çok AKP'ye yarıyor. Siyasetin çözümsüzlüğü algısı çoğaldıkça, çözüm olarak yeniden AKP'nin tek başına iktidarı parlatılıyor. ABD ve AB, HDP aracılığıyla CHP'yi "açılımı garanti altına almak için", AKP ile koalisyona sürüklüyor. MHP ise AKP'nin stepnesi rolüne sürükleniyor. AKP, PKK'nın eylemlerinin etkisiyle oyunu arttırıyor. Oy artışını garanti ettikçe, yeniden AB'ye ve ABD'ye olumlu mesaj veriyor. Rotaya giriyor. Yeniden açılım lafları ediyor. Türk siyasetinde garip bir düzenek oluşturuldu. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Ancak tüm eller ve tüm cepler pis kokuyor... Herkes birbirine benziyor... Türkiye üzerinde kanlı bir oyun oynanıyor. Gerçek çözüm yok ediliyor.(HABER EKSPRES GAZETESİ-10.08.2015) Zafer YAPICI

SEVMEK YAŞATMAKTIR…ZAFER YAPICI

Sokaklarımızı sadece insanlarla paylaştığımızı sanırsanız yanılırsınız. İnsanın önceliği karşısında çoğu zaman dikkat çekmeyen bir arka plandan ibaret kalsalar da; sokakların başka sahipleri de vardır. Kediler, köpekler, kuşlar örneğin. Aslında bizden çok onlar sahiptir sokaklara. Çünkü sokaklar insanın ikamet dışı mekânıyken sadece, onların vazgeçilmez evleridir… Bir minik sokak köpeği örneğin; mahallemizin yaşayan bir parçası değil midir? Hanginiz, evinizin önünde bir yavru kedinin sevimli bakışlarına şahit olmadınız? Onları görmezlikten gelebilir miyiz? Peki ya yok sayabilir miyiz? Nasıl ki biz insanlar yememize, içmemize, güvenliğimize, sevmemize ve sevilmemize önem veriyorsak unutmamalıyız ki sokak hayvanlarının da yemeye, içmeye, güvenliğe, sevilmeye ve sevmeye hak ve ihtiyaçları vardır. Biz insanlar hayati ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz veya en azından ifade edebiliyoruz. Çoğu zaman “yoksulluk ya da açlık sınırında” yaşamlara sahip olsak da... Ama onlar kendi ihtiyaçlarını karşılamakta bizler kadar bile şanslı değiller. Gelin o şansı onlara bizler verelim. Çünkü onların da en az bizim kadar bu dünyanın nimetlerinden faydalanmaya; yaşamaya hakları vardır. Nasıl ki biz insan haklarından, hak ve özgürlükten, demokrasiden yararlanmak istiyorsak, onların da hayvan haklarından yararlanmasını sağlamalıyız. Eğer onlara “gören gözlerle” bakarsak bu gerçeği görürüz ve tabiî ki gerekeni yaparız. Haydi, şimdi vakit geçirmeden onları görmeye, tanımaya ve onlarla dost olmaya çalışalım… Göreceksiniz sevgiyle verilen bir tas su, bir dilim ekmek ve bir tas yiyecek sizi nasıl mutlu edecektir… Bu mutluluğu mutlaka tadın. Biz insanlar iyi bir yaşam için kendi hak ve özgürlüklerimizi savunuyor; hak ve özgürlüklerimiz uğruna mücadele edebiliyoruz. Peki, kendi hak ve özgürlüklerini savunamayan sokak dostlarımızın haklarını savunmak, onlar için de mücadele etmek biz insanlara düşmez mi? Onların da güven içinde karınlarının doyurulmasına, susuzluklarının giderilmesine hakları yok mu? Ya bu hakkı bulamadıkları, aç ve susuz kaldıkları zaman?... İşte sorun burada; ya bulamadıkları zaman?... Bu Ağustos ayının yakıcı sıcağında sevgiyle verilen bir yudum su veya bir avuç yiyecek hayvan dostlarımızı olduğu gibi sizi de mutluluğa taşıyabilir… Hele bu aşırı sıcaklarda oruç tutmuş milyonlarca insanların açlığın ve susuzluğun nasıl bir şey olduğunun bilincini yaşadığı bir sırada… Aç ve susuz olduklarını dile getiremeyen sokak dostlarımızın halini daha iyi anlayacaklardır… ...Çünkü sevmek yaşatmaktır aynı zamanda. Mutluluk da sevginin bir türevi değil midir? Öyle ise… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 03.08.2015) ZAFER YAPICI

TERÖR - ZAFER YAPICI

Devlet yönetimleri ile terör örgütleri arasındaki ilişkiler hep tartışmalı olmuştur. Kimi durumlarda devletler, başka devletler üzerinde etkilerini arttırabilmek, devletleri kendi yararlarına bir çizgiye çekebilmek, ya da basitçe zayıflatabilmek için diğer devletler aleyhine terörist eylemleri desteklemişlerdir. Terör, kimi durumlarda ne yazık ki, bir dış politika aracına dönüşmüştür. Ancak hiçbir sağduyu sahibi devlet yönetimi, kendi halkına da saldıran bir terörist grubu sevimli göstermek yanılgısına düşmemiştir. Hiçbir devlette medya kuruluşları, kendi halkına kurşun sıkan, pusu kuran, askerini, polisini öldüren teröristleri, idealleştirmemiştir, meşrulaştırmamıştır. Siyasi partiler, teröristlerin sığınma limanlarına dönüşmemiştir. Türkiye iki terör örgütünün açık tehdidi ve saldırısı altındadır. İkisi de terör örgütüdür. Biri diğerinden iyi değildir. İkisi ile de etkili mücadele şarttır. Türkiye’nin bugün bu durumda olması, yakın tarihimizde terörle mücadele konusunun iç ve dış politikada teröristle müzakereye evrilmesinin doğal bir sonucudur. Suriye politikasındaki açık yanlışların doğal bir sonucudur. Ordunun çeşitli tertiplerle zafiyete uğratılması bu yanlışların yakıcılığını daha da arttırmıştır. Bir kez daha söylüyoruz. Türkiye iki terör örgütünün açık tehdidi ve saldırısı altındadır. İkisi de terör örgütüdür. Üstelik görülüyor ki ikisi de Batılı güçlerin kontrolü altındadır. Bu demek oluyor ki, iki örgüt aslında birdir. Terör, Batı’nın kontrolü altındaysa, Batı’ya üslerini açarak, onun istihbaratına güvenerek, onunla istihbarat paylaşarak, terörle nasıl mücadele edilebilir? Gelecek ayların anahtar sorusu bu olacaktır…( HABER EKSPRES GAZETESİ- 27.07.2015) Zafer YAPICI

KOALİSYON MU ERKEN SEÇİM Mİ?- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, bayram ertesinde siyaset gündemini hükümet kurma çalışmaları oluşturmaya devam edecek. AKP’nin bu süreçteki stratejisi açık. Muhalefet partilerini, gerekirse erken seçime gideriz tehdidiyle müzakere sürecinde sıkıştırarak mümkün olduğunca dizginleri elden bırakmadan yeni bir hükümet kurmak. Nitekim Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan cumartesi günü yeniden erken seçimden söz etti. Koalisyon şartlarının oluşmaması durumunda en isabetli yolun seçim olacağını dile getirdi. AKP’den yetkililer de ara ara aynı söylemi seslendiriyorlar. Diğer taraftan anketler aracılığıyla belirsizlik ortamının AKP’nin oyunu arttırdığı ile ilgili bir algı oluşturuluyor. Muhalefet partileri, seçim sonrasında oldukça başarısız bir sınav verdi. Seçim kampanyasının merkezinde “oy verin gitsinler” olan CHP, AKP’yle koalisyon kurmaya en yakın parti konumunda. Çelişki açık. Parti yönetimi, açılım gibi Türk siyasetinin temel sorunlarında AKP ile hemfikir. CHP’de zaman zaman dış politika konusunda bir AKP eleştirisi görüyoruz. Dışişlerindeki başarısızlıkları ortadan kaldırmak söylemiyle olası bir koalisyon durumunda bu bakanlık medya kanalıyla talep ediliyor. Ancak CHP’nin dış politikasını yürütecek kişiler HDP yahut AKP hayranlarından oluşacaksa, AKP dış politikası çizgisi CHP kanalıyla sürer. Korkumuz bu. MHP, muhalefet yaparmış gibi yaparak, AKP’ye kritik konularda destek olmayı sürdürüyor. Meclis başkanlığı konusunda MHP’nin tavrı, MHP’nin Türk siyasetindeki rolünü açığa çıkartan bir faktöre dönüştü. HDP ile AKP arasındaki farklar neredeyse ortadan kalktı. HDP, AKP’den Kürt oyları almaya çalıştıkça AKP’ye benzeyen bir siyasi harekete dönüştü. HDP’de solu görmek imkansızlaştı. Toprak ağaları vekil oldu. Dinsel ve etnik argümanlar merkeze yerleştirildi. Parti, ABD-AB çizgisinin Türkiye’deki en temel aktörlerinden biri konumunda. Arada farklar bulunuyomuş gibi gözükse de son tahlilde Türk siyasetinin merkez partileri aynı çizgide buluşuyorlar. AKP, CHP, MHP ve HDP’nin kimliğinin merkezinde emperyalizm karşıtlığı yok. Etnik ve mezhepsel siyasetten nemalanma arayışındalar. Hepsinin ekonomi programı birbirine benziyor. Neoliberalizm karşıtlığı ortadan kaldırılmış. Türkiye’de 24 Ocak kararlarından itibaren neoliberal ekonominin yarattığı tahribatlar, emekliye 14 maaş vererek, mazot fiyatını indirerek çözülebilecek kadar basit değil. Bu noktada, muhalefetin soyguncu ekonomik düzeni değiştirme önerisi de yok bu yönde bir eleştirisi de… Koalisyon da olsa, erken seçim de olsa, bu şartlarda bu düzen değişmeyecek gibi gözüküyor. Şartların değişmesi ise yalnızca CHP’nin Atatürk çizgisinde bir atılım yapması, köklü bir değişim yaşaması ile mümkün…(HABER EKSPRES GAZETESİ- 20.07.2015) Zafer YAPICI

MECLİS BAŞKANLIĞI SEÇİMİ VE MUHALEFET - ZAFER YAPICI

Sözün özünü en başta söyleyelim. Muhalefet, Meclis Başkanlığı seçimlerinde son derece kötü bir sınav verdi. MHP, bir muhalefet partisinin yapması gereken en son şeyi yaptı. İktidar partisinin meclis çoğunluğunu kaybettiği kritik bir dönemeçte, onun meclis başkanlığını kazanacağını bile bile kendi adayında ısrar etti. MHP, HDP ile uzlaşmama söylemi ile AKP ile uzlaştı. Eğer bir AKP-CHP hükümeti oluşursa, MHP ana muhalefet partisi olacak. Meclis başkanlığı seçimi sonrasında MHP’nin olası bir ana muhalefeti bana Jirinovski’nin Rusya Federasyonu’ndaki ana muhalefetini çağrıştırmaya başladı. Jirinovski, Putin’in söylemlerini son tahlilde destekleyen, ancak muhalefet yaparmış gibi görünen bir liderdi... CHP yönetimi ise, MHP’nin kendi adayında ısrarlı olacağını anlar anlamaz, Deniz Baykal’ın adaylığına destek verdi. Yani, kendi adayının seçilmeyeceğini anlayınca Deniz Baykal’ı “kendi adayı” yaptı. Hem Deniz Baykal’ı etkisizleştirmek için, hem de MHP’yi eleştirmek için bir koz elde etti. Ne yazık ki diğer taraftan CHP, rantçı belediye başkanları ve para ile vekil “seçilen” belediye başkan eşleri ile anılmaya başlandı. Üstelik CHP’de, bir başka partiye; HDP’ye ailecek oy verdiği iddia edilen genel başkan yardımcıları bile var. CHP’de örgüt kültürü yok edildi. Sadece sol elini havaya kaldırarak yemin etmekle solcu olunmuyor… CHP’de ideoloji kalmadı. HDP’nin, Türkiye’ye güven veren bir siyasi aktör olamayacağı yeniden kanıtlandı. Terör konusundaki tavrı ortada olan HDP, Kılıçdaroğlu ile yolsuzluk konusundaki televizyon tartışmalarından hepinizin hatırlayacağı bir toprak ağasını meclis başkanlığı gibi önemli bir koltuğa önerdi. HDP, sol bir siyasi parti olma iddiasındayken, gerçekte bir etnik hareket ve Ortaçağ’dan kalma aşiret örgütlenmesi… Mecliste böylesine bir muhalefet çoğunluğunun iktidar alternatifi yaratmaması gayet normal. Açıkça ifade edilmiyor ama anlaşılan üç siyasal parti de AKP’nin koltuk değneği olmaya hevesli. Korkulan, bundan sonra “iktidarcılık oyununu” AKP’nin kuracağı. Bu durumda CHP, MHP ve HDP, AKP’ye ortak olmak için birbiriyle yarışan aktörler olacak… Yazık bu ülkeye… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 06.07.2015) Zafer YAPICI

ŞAPKADAN MİLLİLİK ÇIKAR MI? - ZAFER YAPICI

12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardından Türkiye’de Nihat Erim, Ferit Melen ve Naim Talu ara dönem hükümetleri kurulmuştu. Bu süreç sonrasında Türk siyasetinde ilginç bir deneyim yaşandı. Uzlaşmaz gibi görülen iki siyasi parti; Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milli Selamet Partisi (MSP) biraraya geldi ve hükümeti kurdu… 1971 koşullarında iki partinin bir “ortaklık” kurmasını imkansız görenler, Bülent Ecevit’in liderliğindeki CHP’nin laik; Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki MSP’nin İslamcı kimliklerini tezlerine kanıt olarak ileri sürüyorlardı. Peki bu imkansız gibi görülen koalisyon nasıl kuruldu? Koalisyon görüşmelerini MSP adına Oğuzhan Asiltürk, CHP adına Deniz Baykal yürüttü. Deniz Baykal ve Oğuzhan Asiltürk’ün görüş birliği yaptıkları konu millilikti. Nitekim kısa süreli bu koaliyon sırasında, Türk dış politikasının en önemli zaferlerinden biri olan Kıbrıs Barış Harekatı gerçekleştirildi. ABD’nin büyük baskısına direnilerek Haşhaş ekimi Türkiye’de serbest bırakıldı. Anadolu köylüsü rahat bir nefes aldı. * * * Bugünkü koalisyon görüşmeleri, Baykal’ın oynadığı rol, Meclis Başkanlığı süreci, Baykal’ın CHP tarafından Meclis Başkanlığı’na aday gösterilmesi, akla ister istemez 1970’leri getiriyor. Oysa bugünkü yaşananlar, 1970’lerden son derece farklı. AKP ve CHP koalisyonu kurulabilir. Ancak bu olası koalisyonun kimliği millilik olmaktan uzaktır. HDP’ye ailecek oy verip vermediği tartışılan bir kişinin CHP’de Genel Başkan Yardımcısı olabildiği süreçte, CHP adına koalisyon sürecinin “millilik” vurgusu ile yürütülmesi imkansız gözükmektedir. AKP, zaten “çözüm sürecinde” gösterdiği performans ile “millilik” konusunda geçer not almaktan uzak bir siyasi partidir. Kısacası bugünün CHP’si CHP değil YCHP; bugünün MSP’si MSP değil AKP’dir. Dolayısıyla CHP-MSP koalisyonunu YCHP-AKP koalisyonu ile kıyaslamak anlamsızdır… Şapkadan tavşan çıkar ama YCHP’den CHP, AKP’den MSP çıkmaz. Olası bir koalisyonun temel mantığının millilik olması imkansızdır. Küresel sermaye çevrelerinin bu koalisyonu ısrarla önermeleri, CHP ve AKP yönetimlerinin durdukları yeri göstermesi açısından önemlidir. * * * Bu koşullarda, bugünün CHP’sinde “millici” bir çizgide yer alan Baykal’ın tasfiye sürecinin Baykal’ın siyaset-dışı bir makam olarak değerlendirilen Meclis Başkanlığı’na adaylığı ile sürmesi kuvvetle muhtemeldir. (HABER EKSPRES GAZETESİ- 29.06.2015) Zafer YAPICI

SEÇİM SONRASI TABLO - ZAFER YAPICI

Üç aşağı beş yukarı tahmin ettiğimiz bir seçim sonrası tablo ile karşı karşıyayız. AKP’nin oyunun % 40’a düşebileceği, CHP’nin bir miktar oy kaybı ile konumunu koruyabileceği, HDP’nin rahatlıkla barajı geçebileceği, MHP’nin bir miktar yükselebileceği belli idi. Dört partili bir mecliste, bugün meclise giren her siyasi partinin lider kadrosu kendini “başarılı” olarak gösterme telaşında. AKP iktidara mecbur. Neredeyse iktidarda doğan partinin seçmenini mobilize etmesinin tek yolu iktidarda kalmak… İktidara mecbur olması, partiyi kısa vadeli bir başka stratejiyi uygulamaya da itebilir. Koalisyon pazarlıkları sürecini bir istikrarsızlık kaynağı olarak sunarak, “istikrar” vurgusuyla bir erken seçime gitmek… CHP de iktidara mecbur. Kılıçdaroğlu ekibinin iddialı ve gösterişli seçim kampanyasının, AKP’ye yönelik tepkilerin arttığı bir süreçte bile seçmende karşılık bulamaması okları Kılıçdaroğlu’na yöneltiyor. YCHP’nin ideolojik tutarsızlıklarının seçmen desteğini azalttığı fikri üzerinden parti yönetimi eleştirilebilir. Bu durumda Kılıçdaroğlu’nun tek şansı partiyi iktidara taşımak. “Başbakan olma” söylemiyle yeni bir başarı öyküsü kurgulayarak başarısızlık algısını soğutma girişimi, Kılıçdaroğlu’nun yapacağı tek şeydi. Onu da yaptı… MHP iktidara mecbur olmayan bir siyasi hareket olarak biraz daha rahat. “Çözüm süreci”ni açık veya örtülü olarak destekleyen siyasi partilerin oluşturduğu bir koalisyonda tek muhalefet partisi olarak kalacağını, böylelikle de sürece tepkili herkesin desteğini alabileceğini düşünüyor. Ancak diğer taraftan, AKP ile bir koalisyon oluşturma taraftarı gruplar da parti içinde seslerini yükseltiyor. Bu gruplar, MHP’nin pazarlık gücünü yükselttiği için Bahçeli’nin uzlaşmaz tavrına şimdilik sıcak bakıyorlar. Ancak, Bahçeli’nin tavrını tutarlı bir biçimde sürdürmesi partide bir krize yol açabilir. HDP en rahat parti. Dış desteğe medya desteğini de ekleyerek önemli bir seçim başarısı elde etti. Koalisyona girmek, muhalefet partisi olarak kalmak, ya da olası bir koalisyona belirleyici bir aktör olarak dışarıdan destek vermek alternatiflerinin üçünde de oy kayıplarına uğramayacaklarını düşünüyorlar. Bu durumda, iktidarda olmaya en fazla ihtiyacı olan AKP ve CHP yönetimlerinin koalisyon kurmaları en büyük olasılık. Bir taraftan CHP’nin flaş seçim vaadlerini yerine getirmeme gerekçesi bu koalisyonla oluşmuş olacak. Diğer taraftan AKP uluslararası sistemle uyumlulaştırılmış bir parti ile işbirliği yaparak, “sistemle” barışını koruyabilecek. AKP-MHP koalisyonu da ihtimal dahilinde. MHP’nin iç dengeleri bu koalisyona yönelik MHP tavrını belirleyecek. AKP-HDP koalisyonu da, AKP tarafından iktidardan düşmemek için düşünülebilecek bir alternatif olarak elde tutuluyor. CHP odaklı koalisyon ihtimalleri ise daha zayıf. HDP ile MHP arasındaki uyuşmazlık bu olasılığı şimdilik zayıflatan esas faktör… (HABER EKSPRES GAZETESİ-15.06.2015) Zafer YAPICI

01 Haziran 2015

YA VİCDANIN SESİ GÜVENLE SANDIĞA YANSIRSA…ZAFER YAPICI

Güven; korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu, itimat anlamındadır. Güvenilir olma ise, güven duygusu vermektir. Bir insanın, bir kurumun v.s. güvenilir olması; korku, çekinme, kuşku durumu yaratmadan inanma, bağlanma ve itimat duygusu verebilmesidir. Güvenilirlik sağlanırsa sevgi, saygı, hoşgörü ve barış teminat altına alınır. Çünkü güven, “aynı gemide olma hissi”ni büyütür. Peki ya güven duygusu bir kez olsun zedelenmişse ne olur? Daha kötüsü onlarca, yüzlerce, binlerce kez zedelenmişse? Yanıt basit. Felaket olur… Sosyal yaşamın her alanında, güven duygusunun zedelenmesi parçalanmaları ve dağılmaları üretir. Evlilikte güvenin bitmesi evliliği, iş yaşamında güvenin bitmesi ortaklığı, dostlukta güvenin bitmesi dostluğu tüketir… Ve ne yazık ki siyasal alan da bir istisna değildir… *** On üç yıldır iktidarda olan AKP hükümeti Türk halkının siyasete güvenini yitirmesine yol açmıştır. Tarafsızlık taraf haline getirilmiştir. Kuvvetler ayrılığı prensibi ortadan kaldırılıp yasama, yürütme ve yargı adeta birleştirilmiştir. Hukuk siyasallaştırılmıştır. Eğitim dinselleştirilmiştir. Tüm kurum ve kuruluşlar hükümetin birer temsilcisi haline getirilmiştir. Cumhuriyetin tüm yapıtları ortadan kaldırılmıştır. Cumhuriyet, laiklik ve çağdaş demokrasiden uzaklaşılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve devrimlerinden hızla uzaklaşılmıştır. Yolsuzluk, yoksulluk ve yandaşlık artmıştır. Dinsel öğretiler bilimin önüne geçmiştir. Milyonlarca aç, işsiz, yoksul ve geçinemeyen asgari ücretliler ordusu yaratılmıştır. Çiftçi, köylü ve küçük sanayici ürettiğini satamaz ve geçinemez hale gelmiştir. Ya emeklisi, işçisi, memuru, öğrencisi, öğretmeni, engellisi, kimsesizi… Kendileri ve yandaşları bir taraftan çerez edebiyatı ile halkın alım gücüyle alay ederken, diğer taraftan zırhlı makam arabaları, uçakları, helikopterleri, yatları, örtülü ödenekleri ve yüzlerce kişilik koruma ordularıyla bir elleri yağda bir elleri balda yaşamaktalar. Vicdan cüzdana yenik düşüştür. Halk sadakaya muhtaç edilmiştir. Güven sarsılmıştır. Şimdi yeni bir umut doğuyor yedi haziranda… Muhalefet partileri AKP karşısında umut olmak için vaatlerini ifade ediyor. AKP rahatsız oluyor. Devlet çöker diyor. Ya kendi savurganlıkları için ne söylüyor?... * * * Kısacası vicdanla cüzdan… Cumhuriyet ile cumhuriyet karşıtları çekişecek. Değerli okurlarım, bu seçimde ya vicdandan yana oy kullanıp geleceğiniz olan çocuklarınızın önünü açıp cumhuriyetimize, laikliğe ve çağdaş demokrasiye sahip çıkacaksın ya da cüzdandan yana oy kullanıp yoksulluğa devam edip verilenlerle yetineceksin. Ya vicdan kazanacak ya da cüzdan. Ya vicdanlı milletvekillerini seçeceksin ya da cüzdanını seven milletvekilleri… Geleceğini ve umutlarını sandığa net bir şekilde yansıtmak istiyorsan tek seçeneğin vicdanın sesini dinleyip o doğrultuda oyunu kullanmak! Seçim senin. (HABER EKSPRES GAZETESİ-01.06.2015) ZAFER YAPICI

SEÇİME GİDERKEN CHP- ZAFER YAPICI

Seçime çok kısa bir zaman kaldı. CHP'yi gözlemliyorum... Ermenilere soykırım yapıldığını savunan İstanbul 2. Bölge 1. sıra adayına destek toplantısında CHP'li Sezgin Tanrıkulu "geçmişle yüzleşme" çağrısı yapmış. Kemal Kılıçdaroğlu, iktidar olmaları durumunda "açılım sürecini" sürdürme vaadinde bulunmuş. Aynı Kemal Kılıçdaroğlu, Zaman gazetesine verdiği mülakatta, hükümetin uygulamalarını CHP'nin 1930'lardaki uygulamalarına benzetmiş. "Şu anki uygulamalar tek parti döneminden daha kötü" demiş. Vekil adayları arasında cemaatçiler boy göstermiş. Örneğin CHP'nin Kocaeli adaylarından Cuma Karavar, "100 tane çocuğum olsa hizmet hareketinin okullarına gönderirim" demiş. CHP Şanlıurfa'da aşiret adayına ilk sırayı vermiş. Elazığ ve Ağrı'da da benzer durumlar söz konusu... * * * CHP yenileniyor; doğru. Ancak etnik milliyetçilikle, cemaatçilikle, aşiretçilikle yenileniyor. Eşitlikle, özgürlükle, dayanışmayla değil. Atatürk ile hiç değil! CHP kendi seçmen tabanının "kerhen" vereceği oylara güvenerek eksensiz bir partiye dönüşüyor. * * * Kendini kaybeden herhangi bir siyasal oluşum kazansa da aslında kaybediyor... Kaybetse de... Bu bağlamda seçim sonuçları CHP'nin başarısını/başarısızlığını değerlendirebilmek için anlamlı bir ölçüm aracı olarak gözükmüyor.(HABER EKSPRES GAZETESİ-25.05.2015) Zafer YAPICI

ASGARİ ÜCRET- ZAFER YAPICI

2015 yılının ilk altı ayında asgari ücret net 949 TL. İkinci altı ayında; yani Temmuz ayından itibaren net 1.000 TL olacak. On üç yıldır iktidarda olan AKP hükümetinin asgari ücretle çalışan beş milyon kişiye reva gördüğü ücret bu… Türk-İş’in 2015 Mart ayında yapmış olduğu araştırmaya göre, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.301 TL, yoksulluk sınırı ise 4.238 TL olarak açıkladı oysa. Değerli okurlarım, asgari ücret açlık sınırının bile 300 TL gerisinde… Yoksulluk sınırından ise tam 3.238 TL aşağıda... Haziran’ın yedisinde seçimler var. Partiler meydanlarda seçim bildirgelerini heyecanlı bir şekilde seçmenlerine anlatmaya başladılar. Asgari ücretle ilgili vaatleri önce CHP açıkladı. Net 1.500 TL. Ardından MHP 1.400 TL, HDP de 1.800 TL olarak ilan etti asgari ücret vaatlerini… AKP iktidarının ise on üç yılda verdiği ortada… Hal böyleyken AKP iktidarı, diğer partilerin kaynaklarını da açıklayarak ürettiği ve kamuoyuna sunduğu yeni asgari ücret vaatlerinin üzerinde bir asgari ücreti kaynaklarıyla beraber açıklama cesaretini gösteremediği için başka yollar denedi. İktidarı kaybetme korkusuna kapılarak diğer partileri hayalcilikle itham etti. “Asgari ücret açık artırmaya çıkarıldı, var mı alan. Ya böyle bir şey olur mu?” “Biz geldiğimizde 184 liraydı. Şimdi 1000 liraya çıktı. Asgari ücrette 5 kattan fazla artış var”. “Bunlar asgari ücretin ne anlama geldiğini bilmiyorlar”. “Asgari ücreti 1.500 TL yapmak vatana ihanettir”. “…Asgari ücreti arttırıp işverenleri zor durumunda bırakırsanız işyerleri kapanır, kayıt dışı istihdam artar. İrrasyonel yapılan her vaat bumerang gibi gelir onları bulur”. Bu sözler AKP iktidarının yöneticileri tarafından 2015 yılında milletvekili genel seçimine gidilirken söyleniyor… Gelin 2002 yılında milletvekili genel seçimlerine gidilirken AKP lideri Recep Tayip Erdoğan’ın asgari ücretle ilgili miting alanlarında söylediği sözleri dile getirip bugünkü durumla karşılaştıralım. "...Bir bardak çay 20 kuruş, bir simit 20 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün çayla ve simit yiyerek karınlarını doyurmaları halinde ayda 180 lira ödemek zorunda. Asgari ücret ise 184 lira. Bu insanlar kalan 4 lira ile diğer ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar? Sizin Allah'tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu?" . Şimdi o gün söylenen o sözlerle iktidara gelen AKP’ye bugünün şartlarıyla cevap verip hesabı soralım. Bugün bir bardak çay 1 TL, bir simit 1 TL. Beş kişilik bir aile, üç öğün çayla ve simitle karınlarını doyurmaları halinde ayda 900 TL ödemek zorunda. Asgari ücret 1.000 TL. Bu insanlar kalan 100 TL ile diğer ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar? Sizin Allah'tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu? Siz on üç yıldır iktidarda değil misiniz?... Bu ne yaman çelişki... 2002 yılından beri irrasyonel yaptığınız her vaat bumerang gibi sizi işte böyle bulur ve vurur. Büyük lokma yiyecek büyük söz söylemeyeceksiniz. Türk ulusu artık bu gerçeği gördü. Şimdi sıra 7 Haziran’da seçmenlerin sandığa fırlatacağı umut bumerangının 8 Haziran’da kendilerine aydınlık bir gelecek olarak geri dönmesinde...(HABER EKSPRES GAZETESİ- 10.05.2015) ZAFER YAPICI

“BİR TEK OY” BİLE…ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, uzun sözlere gerek yok. “Bir tek oyun” bile Türkiye’nin “aydınlık” veya “karanlık” geleceğinin belirleyicisi olabileceği bir süreçteyiz. Hepimiz, bağımsızlığımızı ve cumhuriyetimizi korumanın ve savunmanın, “demokrasi içinde” o bir tek oyun bile doğru kullanılması ile sağlanabileceğinin bilincinde olmalıyız. Özellikle de on sekiz yaşını dolduran ve ilk defa yedi Haziran’da oy kullanacak genç seçmen kitlesine Türkiye’nin içinden geçtiği bu “zor zamanlarda” çok büyük görevler düşüyor. Kendisi genç, beyni genç, yüreği genç insanlara, “zor zamanlarda” düşen büyük görevleri bugünleri anlatırcasına Atatürk açıklıyor “Gençliğe Hitabesinde”. Bugünleri görmüş gibi; cumhuriyetin, laikliğin, demokrasinin ve vatanın bölünmez bütünlüğünün tehdit ve tehlike altında olduğunu görmüş gibi, bize yol gösteriyor. Bağımsızlığı ve cumhuriyetin önemini, tehditlerin büyüklüğünü ve bu tehditlere karşı Türk Gençliği’nin gücünü açıklıyor. Yönetim başında bulunanların “aymazlık ve sapkınlık ve hatta hainlik içinde” bulunabileceklerini, hatta “böylelerinin kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan (dış) düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebileceklerini” vurguluyor. Bu “zor zamanlarda” Türk Gençliği’ne güvenini sunuyor Atatürk gençliğe hitabesinde… Türk Gençliği’ne, “karanlığı öteleyip, “aydınlık” geleceği kurmada önemli görev düşüyor bugün. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” sözünü hatırlayıp, ümmet değil millet olduğumuzu, Türk Milleti olduğumuzu haykırmalıyız… En başta, sandığımıza sahip çıkarak… Yurttaşlık bilincimizle aydınlık geleceği kurmada “bir tek oyun” bile gücünü bilerek…(HABER EKSPRES GAZETESİ-04.05.2015) ZAFER YAPICI

27 Nisan 2015

SUFLE - ZAFER YAPICI

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle Başbakan Davutoğlu koltuğunu ilkokul öğrencisi Pelin Topraksoy’a devretti. Devretti devretmesine de gazetecilerin soracağı sorulara Pelin'in nasıl cevap vereceği konusu bir endişe yarattı. Ya tüm tedbirlere rağmen, riyakarlıktan uzak, saf ve temiz çocukluk galip gelirse? Ya Pelin bütün istek ve düşüncelerini içinden geldiği gibi özgür bir şekilde dile getirirse? Bunun sonu maazallah ne olurdu? Davutoğlu çareyi Pelin'in kulağına sufle yapmakta buldu… Örneğin, "enerji sorunumuz var; neden nükleer santral inşa etmiyoruz?" sorusuna "Nükleer enerjide çok yetersiziz. Rusya’da ve birçok ülkede var, biz de temellerini attık" yanıtını fısıldadı Davutoğlu. "Çözüm süreci hakkında ne düşünüyorsunuz?" sorusuna… ..."Kardeşlik" yanıtını… "Muhalefetin seçim vaatleri hakkındaki düşünceleriniz neler?" sorusuna… ..."Bol keseden atıyorlar" yanıtını… Davutoğlu Pelin'in kulağına AKP zihniyetinin siyasi mesajlarını fısıldayarak hem kamuoyuna hem de geleceğimiz olan çocuklarımıza egemenliğin kayıtsız ve şartsız kimin elinde olduğunu bir kez daha gösterdi... Siyaset fırsatçılığı yaptı. Hem de 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda... Pelin'e sadece bir günlüğüne koltuğunu geçici olarak verdi. Ama onun özgürce düşüncelerini ifade etmesine izin vermedi. * * * Çünkü özgür birey yerine biat eden bireylerden oluşan bir toplum yaratmak hedef. Düşüncelerini ifade etmekten çekinen, korkan birey… İnandığını savunamayan birey... * * * Bir de Mustafa Kemal Atatürk'e bakalım. Bakın Atatürk 1920'li yıllarda geleceğimiz olan çocuklarımız ile ilgili neler söylüyor:. "En çok hoşuma giden halleri riyakarlık bilmemeleri, bütün istek ve duygularını içlerinden geldiği gibi açıklamaları...” “Çoğu ailelerin öteden beri çok kötü bir alışkanlıkları var; çocuklarını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar lafa karışınca, sen büyüklerin konusuna karışma der, sustururlar. Artık çocuklarımızı düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da, başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız.” Ya şimdi çocuklarımızı nelere alıştırıyorlar?... * * * Değerli okurlarım sizce Türkiye’yi yönetenler, özgür bir şekilde mi karar alıp düşüncelerini ifade ediyorlar? Yoksa sufle ile tek yerden emir alarak mı?... Yorum sizin. * * * 23 Nisan Yurdu koruyan/ Yarını kuran/ Sen ol çocuğum… Eskiyi unut/ Yeni yolu tut/ Türklüğe umut/ Sen ol çocuğum… Bizi kurtaran/ Öndere inan/ Sözünü tutan/ Sen ol çocuğum… Küçüksün bugün/ Yarın büyürsün/ Her işte üstün/ Sen ol çocuğum… Çalışıp öğren/ Her şeyi bilen/ Yurduna güven/ Sen ol çocuğum... (Hasan Ali YÜCEL) (27 NİSAN 2015-HABER EKSPRES GAZETESİ) ZAFER YAPICI

22 Nisan 2015

CHP HALKA UMUT VEREBİLİYOR MU?- ZAFER YAPICI

Döviz kurunun ve işsizliğin tarihi seviyelere çıktığı bir ülke eğer seçime gidiyorsa, muhalefetin başarı ihtimali yüksek olmaz mı? Ülkeyi yanlış politikaları ile adım adım bölünmeye götüren iktidarın bulunduğu bir ülkede, muhalefet güçlenmez mi? Söz konusu Türkiye ise o ihtimal yüksek olmayabilir. Muhalefet güçlenmeyebilir. Bu durum, büyük ölçüde muhalefet gibi gözüken yapının gerçekte muhalefet olmamasının bir sonucudur. CHP, ana muhalefet partisi. Seçime giderken CHP'nin stratejisine bakalım. Partinin omurgasını oluşturan Kemalizm parti yönetimi tarafından neredeyse tasfiye edilmiş. Altı oku benimseyenler özenle listelerden ayıklanmış. Partinin olası iktidarında ekonomi politikalarının Kemal Derviş gibi bir sistem içi aktöre emanet edileceği açıklıkla ilan edilmiş. Atatürk'e hakaret edenler, Atatürk'ün değerler sistemi ile uzaktan yakından alakası olmayanlar partiye baştacı yapılmış. Ermeni soykırımını savunanlar ilk sıralarda milletvekili adayı yapılmış. Genel Başkan, partinin 1930'ların CHP'si olmaması ile övünür hale gelmiş. PKK'nin siyasi kanadının meclise girebilmesi için duacı olmuş. AKP Anayasası'na onay vermiş. Tüm bunlar ne anlama gelmektedir? Tüm bunlar CHP'nin artık CHP olmadığının kanıtlarıdır. Partinin bayrağı altı oktur, tamam. Ancak parti, altı okla kavgalılar kulübü haline dönüştürülmüştür. Ne büyük bir çelişkidir ki, partinin tabanını oluşturan Atatürkçülerin oyları ile Atatürk düşmanları egemen kılınmaya çalışılmaktadır. Araya bir kaç Atatürkçü (!) eklenerek kitleler uyutulmaya çalışılmaktadır. Tüm bunlar yaşanırken, CHP olur da tek başına iktidara gelirse, ne değişecektir sorusu cevap beklemektedir. Hadi biz de adaylardan yola çıkarak bir CHP kabinesi oluşturalım. Başbakan: Kemal Kılıçdaroğlu; nam-ı diğer Tuncelili değil, Dersimli Kemal. Başbakan Yardımcısı: Mahmut Tanal, cemaate destek eylemlerinin gediklisi. İçişleri Bakanı: Mehmet Bekaroğlu, 'Kefere Kemal' sözlerinin sahibi. Çevre ve Şehircilik Bakanı: Mustafa Sarıgül, yorumsuz! Ekonomi Bakanı: Kemal Derviş, daha ne diyelim. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı: Ali Murat Bucak, Bucak aşireti liderlerinden. Milli Savunma Bakanı: Selina Doğan, Ermeni tehcirini soykırım olarak niteleyenlerden. Dışişleri Bakanı: Murat Özçelik, ABD, CHP'ye çok iyi bir partner olarak bakıyor diyerek amacını açıklayan kişi. Maliye Bakanı: Selin Sayek Böke = neoliberalizm. Milli Eğitim Bakanı: Sezgin Tanrıkulu, CHP'nin HDP'si... Varın gerisini siz düşünün... * * * CHP zaten bu haliyle tek başına olası bir AKP-HDP koalisyonu gibi... E, hadi oylar CHP'ye o zaman! AKP-HDP koalisyonuna karşı... Sözün özü: Bugün, bu CHP, hem CHP olmaktan çıkmıştır hem de umut olmaktan. Umut ise gerçek CHP'dedir. Bu nedenle, bugünkü CHP'yi desteklemenin neyi desteklemek olacağı sorusu bu seçimlerin anahtar sorusudur.(HABER EKSPRES GAZETESİ-20.04.2015) ZAFER YAPICI

13 Nisan 2015

BİNDİK BİR ALAMETE…ZAFER YAPICI

Totaliter rejimlerin en temel özellikleri, sıradan insanın günlük yaşamına varıncaya kadar tüm ekonomik, siyasal ve toplumsal süreçlere devletin çoğu zaman zor kullanarak müdahaleler gerçekleştirmesi ve güçlü bir propaganda aygıtıyla karşıt fikirlerin hiç yokmuş gibi sunulduğu bir hayali ortamı yaratmasıdır. Bir rejim totaliterliğe doğru kayıyorsa “tek kişi, tek lider, tek parti” sloganları yaygınlaşır. Psikolojik ya da fiziksel terör yöntemleri halk üzerinde denenir. Bu rejimde tehdit, korku salma, adil olmayan yargılama mekanizmalarıyla sindirme, politik baskılarla yönlendirme gibi yöntemler sıklıkla kullanılmaktadır. Totaliter rejimler insanları bizden ve bizden olmayanlar diye ikiye ayırır. Bu ayrımlaşmanın yardımıyla itaate dayalı birliğini kuvvetlendirir. Medya tekeli totaliter rejimlerin en temel özelliklerinden biridir. Medya tekeli gerçekte olmayanı olmuş gibi, olanı da olmamış gibi göstermekte totaliter yönetimlerin işine yarar; hem de propaganda konusunda büyük bir rezerv anlamına gelir. Gerçekte eşitsizlikten ibaret olan sanal bir eşitlik düşüncesi ya da gerçekte ahlaksızlıktan ibaret olan sanal bir ahlak fikri yaratılabilir... Totaliter rejimlerde düşünce ve ifade özgürlüğü yalnız yöneten grubu doğrulayanlar ve yöneten grubun çıkarına hizmet edenler için vardır. Yönetim aleyhine fikir ileri sürülemez. Yönetenler kişisel yaşamdaki tercihlere bile müdahil olma hakkını kendilerinde görürler. Bu rejimlerin üstünlükleri akıldan çok dogmalara ve zorbalığa dayanır. * * * Sahi biz on üç yılda nereye geldik?... 7 Haziran’dan sonra da nereye gideceğiz?...(HABER EKSPRES GAZETESİ-13.04.2015) Zafer YAPICI

06 Nisan 2015

HANGİ BİLİNÇ? - ZAFER YAPICI

Prof. Dr. Afet İnan'ın yazdığı "Vatandaş için Medeni Bilgiler" kitabından söz edeceğiz bugün. 1930 yılından itibaren uzun yıllar boyunca ülkemizde "Yurttaşlık Bilgisi" ders kitabı olarak okutulan bu eserin belki de en önemli yanı eserin büyük bir kısmında Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kaleminin izlerini görmenin mümkün olmasıdır. “Vatandaş için Medeni Bilgiler” veya “Yurttaşlık Bilgisi” isimli bu eserin konu başlıkları ise şunlardır: Ulus, Toplumsal Özgürlük, Başka Ulusların Ortaya Çıkışları, Özgürlüğün Çeşitleri, Ulusun Genel Tanımı, Kamuoyu, Ulusallaşma İlkesi, Kamuoyunun Kendi Kendine Örgütlenmesi, Türk Ulusçuluğu, Gazeteler, Devlet, Dernek Kurma ve Eğitim Öğretim Özgürlüğü, Egemenlik, Devlet Biçimleri, Demokrasi İlkesinin İçeriği, Haber Verme ve Şikayet Hakkı, Demokrasi İlkesinin Tarihsel Gelişimi, Bireysel Hak ve Siyasal Hak, Demokrasi İlkesinin Belirgin Nitelikleri, Özgürlüğün Korunması ve Yaptırımları, Cumhuriyet, Bağnazlığı Aşma (Hoşgörülülük), Anayasamız, İş Bölümü, Demokrasiye Karşı Olan Çağdaş Akımlar, Dayanışma, Yurttaşa Karşı Devletin Görevleri, Çalışma, Meslek, Özgürlük, Meslek Nasıl Seçilir ve Nasıl Gerçekleştirilir, Özgürlüğün Tarihsel Gelişimi, Yurttaşların Devlete Karşı Görevleri, Bireysel Özgürlük. Atatürk, bu önemli eser ile Türkiye Cumhuriyeti'nin istikbali olarak gördüğü ve gelecekte ülkenin yönetimini devralacak fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür neslin medeni ve çağdaş bir toplumu nasıl oluşturacağını anlatmıştı… Cumhuriyeti, demokrasiyi ve laikliği sonsuza değin yaşatmanın önemini vurgulamıştı. * * * Ya şimdi?... Cumhuriyet feryat ediyor. Demokrasi can çekişiyor. Laiklik kan kaybediyor. Hukuk, sosyal, ulus ve üniter devlet yapısı çökertiliyor. Milli eğitim dinselleştiriliyor. Devletin tüm kurumları işlevleştiriliyor. Daha ne bekliyorsun?... Rejimi değiştirmek istiyorlar rejimi! Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin ilkelerini, devrimlerini, rejimini ve onurlu yurttaşlık bilincini! Aslında seni değiştirmek istiyorlar, seni. Geleneğini, yaşantını, bakış açını, vicdanını, düşünceni, özgürlüğünü… Kısacası ülkenin yönetimini devralacak fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür neslin medeni ve çağdaş bir toplumu oluşturacağından korkuyorlar. Haziran'ı bekliyorlar; Haziran'ın yedisini… * * * Bu yaz ya zifiri karanlığa yürüyeceksin anlayacağın... ...Ya biraz olsun aydınlığa. Bilincin rehberin olacak! (HABER EKSPRES GAZETESİ- 06.NİSAN 2015) ZAFER YAPICI

30 Mart 2015

SEÇİME GİDERKEN - ZAFER YAPICI

Türkiye genel seçimlere giderken ilginç bir siyaset mühendisliği çalışması ile karşı karşıyayız. MHP, bir milletvekilinin ağzından Fethullah Gülen ile aynı çizgide açıklamalar yapıyor. YCHP, CHP’nin antitezi olmak yolunda ilerliyor. Bu ortamda medyada HDP ön plana çıkarılıyor. Bu siyasi hareket sütten çıkmış ak kaşıkmışçasına yüceltiliyor. Ülkede demokrasinin geleceği, sanki HDP’nin meclise girmesine bağlıymış gibi sunuluyor. Oysa HDP daha bugünden AKP’nin görünmez koalisyon ortağıdır. AKP’nin yanında HDP’nin güçlenmesinin, PKK çizgisini Ankara’da daha görünür kılmanın ötesinde hangi sonucu olabilir? Kimse bana HDP’nin sol bir vizyonu olduğu masalından söz etmesin. HDP’nin muhafazakar Kürt seçmeni yanına çekmek için muhafazakarlaşan, solculuğu ise farklı etnik kökenden kişilerle aynı platformları paylaşmadan ibaret gören sığ bir anlayışa sahip olduğu ortadayken… HDP’nin YCHP ile benzeştiği noktalar tam da bunlar. YCHP, biraz Kürtçü, biraz neo-liberal, biraz cemaatçi, biraz AB’ci, biraz Amerikancı, biraz mezhepçi bir siyasal hareket oldu Kılıçdaroğlu yönetiminde. Altı ok fiilen değiştirildi. Parti bukalemunvari bir yapıya büründü. Çelişkileri o kadar arttı ki AKP’yi eleştiremez hale geldi. Atatürk, sadece geniş tabanını elde tutmak için ara ara seslendirilen bir sembole dönüştürüldü. MHP, CHP’nin aksine dönüşümünü bir lider değişikliğine gitmeden gerçekleştirdi. Kendine bir seçim önce kumpas kuranları dolaylı yoldan aklamaya yeltenecek kadar gerçeklikten koptu. * * * 2015 seçimlerine giderken tarih bizlere üç önemli soru soruyor: 1. Türkiye’yi Türkiye’den yönetebilmek bu kadar zor mudur? 2. Böylesine birbirine benzeyen siyasi aktörler arasında gerçekleşecek seçim ne sonuç verebilir? 3. Peki ya çözüm nedir? (HABER EKSPRES GAZETESİ-30.MART 2015) Zafer YAPICI

23 Mart 2015

ÜRETMEDEN TÜKETMEK ve ÜRETMEDEN KAZANMAK!...ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, on üç yıllık AKP iktidarında Türkiye’nin toplumsal yapısına üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarının sızması birbirini besleyen iki sürecin doğal sonucudur: 1. Neo-liberal Ekonomi Süreci: Günümüzde, ekonomik bağımsızlığı olmayan her ülkeye dayatıldığı gibi Türkiye’ye de neo-liberal ekonomi politikaları dayatılmaktadır. Neo-liberalizme göre kamu sektörü, stratejik sahalarda bile küçültülmeli ve özelleştirmeler gerçekleştirilmelidir. Sendikalar dizginlenmeli, sosyal güvenlik hakları budanmalı, (yandaş) sermaye ağı yaratılmalıdır. Rekabetçi olarak sunulan ancak hiç de rekabetçi olmayan “neo-liberal piyasa ortamı”, üstün değer olarak gösterilmelidir. Spekülatif sermayenin paradan para kazanabileceği ortam yaratılmalıdır. Devlet tarafından, neo-liberal piyasa mücadelesinin “oyun dışı” kalanlarını; yani “sistemin kaybedenlerini” gerçekten kollayacak hiçbir önlem alınmamalıdır. 2. Sadaka Süreci: Sadaka siyaseti, neo-liberal ekonomi sürecinin kaybedenlerinin edilgenliğini ve sisteme itaatini sağlamak için kullanılmaktadır. Neo-liberal ekonomi politikalarının kazananları doğal olarak sistemin sürekliliğine destek olmaktadırlar. Ancak sistemin sürekliliğinin sağlanabilmesi için kazananların desteği yetmemekte, hemen her durumda sistemin kaybedenlerinden de destek alınması gerekmektedir. Bu noktada üretilen sadaka politikası, sistemin kaybedenlerini kollarmış gibi görünerek (ama aslında hiçbir zaman korumayarak), neo-liberal ekonomi sürecinin hakimiyetinin sürmesine hizmet etmektedir. * * * Değerli okurlarım, neo-liberal ekonomi sürecinin hakimiyeti sürdükçe kitleler daha da fakirleşmekte ve son noktada avuç açar hale düşürülmektedir. Bu durumda ortaya atılan sadaka politikası kitleleri neo-liberal sistemin içinde tutmaktadır. İşte bu sayede neo-liberal ekonomi süreklilik kazanmaktadır. Neo-liberal ekonomi süreklilik kazanınca kitleler daha fazla avuç açar hale gelmekte, kitleler daha fazla avuç açar hale geldikçe sadaka kültürü etkinliğini arttırmakta, bu döngüsellikte kazanan hep neo-liberalizm olmaktadır. Kısaca ve basit bir dille bir kez daha izah edelim. Neo-liberal ekonomi politikası - çoğu zaman devletin olanaklarıyla – üretmeden kazanan yeni zenginler yaratmaktadır. Diğer taraftan spekülatif uluslararası sermayenin paradan para kazanmasına uygun bir ortam oluşturmaktadır. Bu zenginlik, hiçbir biçimde üretime dayanmadığından, toplumun geri kalan kesimlerinin fakirleşmesi sonucunda oluşmaktadır. Fakirleşen kitleler ise bir taraftan sadaka kültürüyle, diğer taraftan da “işini bilenlerin” ya da “şansı dönenlerin” bir gün zenginleşebileceğine dayalı bir vaat ile avutulmaktadır. Böylelikle neo-liberal hırsızlık ekonomisi, döngüsel bir biçimde hakimiyetini sürdürebilmektedir… * * * AKP zihniyeti, Türkiye’de neo-liberal ekonomi ve sadaka kültürünü kurumsallaştırarak, üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarının temel uygulayıcısı olmuştur. Bir başka ifadeyle, Türkiye’de AKP, yoksulun daha da yoksullaştırıldığı, zenginin daha da zenginleştirildiği bir ekonomi modelinin en muhafazakâr savunucusudur! AKP iktidarı, Cumhuriyetin kurumlarından bankalara kadar ülkemizin stratejik öneme sahip kurum ve tesislerin büyük kısmını değerlerinin altında bir fiyatla yabancılara satmıştır. Bu kurumları ve tesisleri alanların çok büyük bir kısmı üretime; dolayısıyla istihdama yönelik hiçbir proje üretmemişlerdir. Aksine üretimi engelleyen ve üretimi yok sayan bir anlayışla kendi çıkarlarını daha da geliştiren bir tutum içine girmişlerdir. Paradan para kazanmışlardır. Tüm bu gelişmeleri görmezlikten gelen iktidar, “sanal mutluluğu” yaratan sıcak para akışını sürdürebilmek için “yüksek faiz” politikasını içine sindirip, istikrar naraları atarak ekonomiyi yönlendirmeye çalışmıştır. Son tahlilde ülke ekonomisini spekülatif sermayenin insafına terk etmiştir. * * * Değerli okurlarım üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarına sahip olan iktidar bu anlayışını on üç yıldır topluma egemen kılmaya çalışıyor. Hem zenginleştirdiği küçük bir gruba, hem de yoksullaştırdığı milyonlara… Gelinen noktada neler mi var? Yolsuzluk, yoksulluk, umutsuzluk ve güvensizlik… Sadece bunlar…(HAber ekspres gazetesi-23 mart 2015) ZAFER YAPICI

16 Mart 2015

SAĞLIK OLSUN MU DİYECEĞİZ, SAĞLIKLI OLALIM MI?... ZAFER YAPICI

Her şeyin başı sağlıktır deriz zaman zaman... ...Sağlığın ne kadar kıymetli bir hazine olduğunu, sağlık olmadan hiçbir şeyin değerinin olmadığını üstüne basa basa vurgulamak için söyleriz bu sözü. Söyleriz de bize şifa veren elleri görmezden geliriz. Bazen yurttaş olarak, bazen devlet olarak… Düşünemeyiz hangi şartlar altında bizi sağlığımıza kavuşturmak için çaba sarf ettiklerini... *** Kanuni Sultan Süleyman’ın Zigetvar Kalesi'ni alırken hastalanıp, hasta yatağında söylediği “halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözlerini Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Sağlık Bakanı iyi tercüme ediyordur umarım. 13 Mart'ta sağlık çalışanlarının haklarını dile getirmek amacıyla yapacağı bir günlük iş bırakma eylemi ile ilgili bu yazımı kaleme alırken TV haberlerinde Başbakan Davutoğlu’nun 14 Mart Dünya Tıp Bayramı nedeniyle sağlık çalışanlarına bir müjde vereceği duyuruldu. Yazıma ara vererek pür dikkat izlemeye başladım. Eşinin de doktor olduğunu; sağlık çalışanlarının sıkıntılarını yakından bildiğini dile getirerek özetle "müjdelerini" sıralamaya başladı Davutoğlu. İsteyen hekimlere 70 yaşına kadar çalışma hakkı tanınacağını... ...Sağlık çalışanlarına yönelik herhangi bir şiddeti gerçekleştiren fail hakkında 24 saat hemen gözaltı, eğer birkaç kişi tarafından gerçekleştirilmiş ise 48 saat gözaltı şartı getirileceğini... ...Nöbet ücretlerine yüzde 50, riskli yerlerde nöbet tutanların ücretlerine de yüzde 75 zam yapılacağını söyledi. Sadece saat başı 3.5 TL zam. Bu kadar… Donup kaldım. Doktoruna, hemşiresine, hasta bakıcısına kısacası şifa dağıtan sağlık çalışanlarına reva görülen haklar bunlar mıydı?... Demek ki AKP zihniyeti Kanuni Sultan Süleyman’ın yukarıdaki sözlerini tercüme edememiş; içselleştirememiş. Sağlık olsun!… Olsun da sağlığımız bozulduğunda ne yapacağız nereye gideceğiz, nereden ve kimden şifa bulacağız?... Onlara da mı sağlık olsun, geçer gider diyeceğiz? Yoksa, sağlığımıza kavuşmak için bize teşhisleriyle, tedavileriyle, şefkatleriyle şifa dağıtan fedakar sağlık çalışanlarına yurttaş olarak, devlet olarak sahip çıkıp gereken saygıyı, sevgiyi gösterecek miyiz? Huzur dolu güvenli çalışma ortamının yaratılmasına katkı sunacak mıyız? İşte sağlık çalışanlarının sundukları acil istekler: 1. Performansa dayalı ücret sisteminden vazgeçilmeli. 2. Sağlık ortamlarının şiddetten arındırılması için Türk Ceza Kanunu’nda değişiklik yapılmalı. 3. Alo 184 Sabit Hattı’nın faaliyetleri durdurulmalı. 4. Hastalara 20 dakikadan daha kısa süre içerisinde hekim randevusu verilmemeli. 5. Birinci basamakta çalışanlar arasındaki ücret eşitsizliği son verilmeli. 6. Özel sağlık kuruluşlarında çalışanların sendika, meslek örgütü taraf olarak kabul edilmeli. 7. Sağlık alanında meslek örgütlerini muhatap almayan uygulamalar durdurulmalı. 8. Mecburi hizmet ve geçici görevler kaldırılmalı. 9. Sağlık çalışanlarının nöbet ertesi izin hakkı uygulanmalı. 10. Sağlık çalışanlarının tamamı devlet memuru statüsünde olmalı. 11. Emekli sağlık çalışanlarının ücreti insan yaşamına uygun hale getirilmeli. 12. Sağlıkta insan gücünün planlanması ilgili tarafların katılımıyla yapılmalı. 13. Eğitim alınan kurumlar ehil ellerde olmalı. 14. Sağlıktaki katkı payı ve tüm ilave ücretler kaldırılmalı. Değerli okurlarım, sizce bu istekler hayatımızı kurtaran, bize şifa veren sağlık çalışanları için fazla mı? Üstelik sağlık çalışanları iş bırakma eylemlerini 2014'ün ilk on ayında 2 milyar 750 milyon TL katkı ve reçete parası cebinden çıkan tüm yurttaşlar için de yapıyor... Aslında sağlık eylemleri sadece sağlık çalışanlarının hak alma eylemleri değil, aynı zamanda bu eylemler tüm yurttaşlarımızın sağlığına kavuşması ve şifa bulması ile ilgili eylemler. O halde, SAĞLIK OLSUN mu diyeceğiz? Yoksa… SAĞLIKLI OLALIM mı?... *** NOT: Sağlık olsun deyimi, üzücü bir durum veya bir zarar karşısında avunma anlamında kullanılır. Bir zarara uğradık ama önemli değil, üzülmeye değmez, canımız sağ olsun, kapatırız manasına gelir.(HABER EKSPRES GAZETESİ-16.03.2015) ZAFER YAPICI

09 Mart 2015

8 MART’IN ARDINDAN…ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, benim de içtenlikle katıldığım görüş kadın sorununun sadece bir cinsiyet sorununa indirgenemeyeceği, bir toplum sorunu, bir kültür sorunu olarak değerlendirilmesi gerektiği yönünde. Bunu çözen toplum, çok büyük bir atılım gücünü elde eder, bunu çözememiş olan toplumlar ise çok büyük sorunlarla, sıkıntılarla karşı karşıya kalırlar.” Aslında bu sorunun çözülmesi çağdaşlaşmanın hem gereği hem de temel aracıdır. Çağdaşlaşmanın temelinde kadın-erkek eşitliği yatarken, bu eşitliğin sağlanması aynı zamanda toplumsal değişimin diğer alanlarına da etki eder. Kadın–erkek eşitliğinin toplum tarafından benimsenmesi, uygulanması ile barışın, dayanışmanın ve paylaşmanın önü açılabilir. *** 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü… Kadın haklarının vurgulandığı bu güne Türkiye’de, kadının varolan haklarını da elinden alma girişimleri damgasını vurdu… En temel hak olan yaşam hakkının ve ekonomik özgürlüğünün elinden acımasızca alınması karşısında… Bugün hala, siyasal iktidarın desteğiyle, erkeğin hakkının kadından daha fazla olduğuna dair bir toplumsal kabul, yaşamı yönlendirmeye devam ediyor olması… Kadının kafasına türban giydirmeye çalışan AKP zihniyeti, onu toplumdan ve çalışma hayatından uzaklaştırıp dört duvar arasına sıkıştırmanın gayreti içinde. Bu zihniyet bir de kadınlara görev biçiyor utanmadan. Çok çocuk doğurma görevi! Kadınlar evde otursunlar, kapansınlar, çalışacaklarsa da düşük maaşlarla, ikincil işlerle yetinsinler…İstenen bu! Adını doğru koyalım. Bugün yaşadığımız süreç dinsel dogmalarla ve siyasal baskılarla kadına, ikincil olmayı dayatma sürecidir. Asıl amaç ise, kadını ikincil duruma getirip soygun ekonomisinin sürekliliğini sağlamaktır… Neo-liberal ekonomi mantığının kadına yaklaşımı şöyledir: Kadın, kendi işgücünün gerçekten artı değer yaratmadığına çeşitli yollarla ikna edilmeye çalışılır. Çoğunlukla bu süreçte gelenek ya da din ön plana çıkarılır. Amaç kadının düşük ücret almasının doğal olduğuna onu inandırmaktır. Böylelikle yetişkin kadın, yetişkin erkeğin ücret düşüklüğünü hane içinde telafi edici unsur olarak yeni rollere sahip olur. Bu rollerin oynanması da yetişkin erkeğin ücret düşüklüğünün sürdürülebilirliğini sağlayarak kapitalist sisteme katkıda bulunur. Daha açık bir örnekle ifade edelim. Bir hanede hem erkeğin hem de kadının çalıştığını düşünelim. Önce kadın, erkeğe göre daha düşük maaş alması gerektiğine ikna edilir. Örneğin, erkeğe göre geride olduğuna yönelik bir inanç bu noktada kullanılır. Erkek de, sosyal güvenliğin olmadığı bir ortamda işini kaybetmemek için düşük maaşa razı olur. Böylelikle “isyanın” önüne geçilir. Ekonomik düzenin sürekliliği sağlanır. AKP zihniyeti, soyguncu ekonomi düzeninde kadını düşük maaşa razı etmekle yetinmiyor. Ayrıca kadınları eve kapatma yolunda bir kimlik politikası da yürütüyor. Bu ne anlama geliyor? Kadınların bir kısmı hiç çalışmasın. Sadece evde “en az üç” olmak üzere çocuk baksın…Erkek de iş güvencesi olmadığından düşük maaşa razı olsun. Hanede, normalde kadına biçilen ekonomik düzenin sürekliliğini sağlama görevini de bu kez iktidarın odun-kömür-makarna dağıtım şebekesi üstlensin. Bunu da “oy karşılığında” yapsın. Böylece hem ekonomik düzen sürsün hem partinin iktidarı! Daha bitmedi. Çok çocuk doğsun ve doğan çocuklar da geleceğin işsiz havuzuna eklensinler de, düşük ücretler kader olarak görülmeye devam etsin…Her şey aynen böyle sürsün. Halk sadakaya mahkum olsun, birileri köşeleri dönsün! Oh ne âlâ! Değerli okurlarım, sosyal devlet anlayışı, soygun ekonomisi ve AKP zihniyetinin alternatifidir. Birbirini besleyen soygun ekonomisi ve AKP zihniyetinin aşılması için sosyal devleti, kadın haklarını ve laikliği içine sindirmiş, etnik ve dini kimlik üzerinden siyasetten arınmış bir siyasal bilincin toplum tarafından kabul görmesi ve tüm “gerçek mağdurların” bu ilkeleri savunan bir partide birleşmesi gerekir. *** “Bir toplum aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse ilerlemesine ve medenileşmesine teknik bakımdan imkan, ilmi bakımdan da ihtimal yoktur.” (1923- M. Kemal ATATÜRK) (HABER EKSPRES GAZETESİ-09.03.2015) Zafer YAPICI

02 Mart 2015

PABUŞÇU’NUN MİLLETVEKİLLİĞİNE…ZAFER YAPICI

“90 yıllık reklam arası sona erdi” sözü ile cumhuriyeti hedef alan AKP Balıkesir Milletvekili Tülay Babuşçu’nun şimdi de, “Başkan RTE” adlı twitter kullanıcısının yayınlamış olduğu “Bizans dostu kahpe İsmet İnönü” başlıklı mesajı paylaşmasını esefle kınıyoruz. Bu paylaşım yalnızca Kurtuluş Savaşı'nın kahraman öncülerinden, Cumhuriyetimizin kurucularından, Lozan kahramanı ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’ye karşı bir nefret söylemi içermiyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu iradesine karşı bir başkaldırı niteliğini de taşıyor. Paylaşımı yapanın bir kadın olması üzüntümüzün boyutlarını arttırıyor. Bugün TBMM çatısı altında bir kadın olarak Tülay Babuşçu milletvekilliği görevini sürdürebiliyorsa bunu Atatürk ve İnönü’nün kadınlara verdiği seçme ve seçilme hakkından yararlanarak gerçekleştiriyor. Babuşçu bu gerçeği unutmuş gözüküyor. Eğer 5 Aralık 1934’te Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilmeseydi… ...Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve vatanseverler olmasaydı, devrimler yapılmasaydı… Twitterdeki mesajın gerçek sahibinin zihniyeti, kadın haklarının hangisini Türk kadınına tanıyabilecekti? *** Değerli okurlarım, CHP bu konuyu TBMM gündemine taşıdı. Bunun üzerine AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal, “…Biz de bu konuda gerekli araştırmaları yapacağız. Tabii ki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularından İsmet İnönü’ye ilişkin ağzıma alamayacağım bu ifadeyi eğer gerçek bir kişi olarak kullanmışsa bu bizim asla tasvip edebileceğimiz bir şey değildir.” dedi. Ağzına dahi alamadığın, söyleyemediğin o sözleri paylaşan; yani onaylayan, yani benimseyen kişi yazan kadar sorumlu değil midir? Peki siz AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal olarak ne yapmayı düşünüyorsunuz? İşte ağza dahi alamadığınız o sözleri paylaşan vekilinizin itirafı: Genel Kurul'da muhalefetin yükselen tepkisi üzerine söz alan Babuşçu, “Biraz önce çok farkına varmadan yaptığım bu retweetle ilgili gerek CHP grubundan gerekse meclisimizin ve Cumhuriyetimizin kurucu başkanlarından Sayın İsmet İnönü’den, başlığı fark etmeden resim odaklı paylaştığım, daha doğrusu retweet yaptığım bu konuyla ilgili, hem başlık hem içerikle ilgili özürlerimi sunuyorum. Cidden herhangi bir kastım yoktu, dikkatsizlik sonucu olmuştur. Huzurlarınızda Sayın İnönü’yü tekrar rahmetle anıyorum, ruhu şad olsun ve tekrar Cumhuriyetimizin kurucusu için hepinizden özür dilerim.” Özrü kabahatinden büyük… Değeli okurlarım, İşte AKP zihniyeti bu… Takiyye yap amacına ulaş… On iki yıldır farkına varmadım, kastım olmadı, dikkat etmedim, yanlışlık oldu ifadelerini kullanarak Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve vatanseverlerin kurduğu gözbebeğimiz Cumhuriyetimizi işlevsizleştirdiler. Bu zihniyet her özür dilediğinde kazanılmış bir zaferin sarhoşluğunu yaşamaktaydı. Çünkü özür konusu olan şeyler hep taktiksel adımlardı. Bu adımların atılmış olmaları kritik eşikleri aşmak anlamına geliyordu; önemliydi. Özür, sadece uyutmak içindi...(HABER EKSPRES GAZETESİ-02.03-2015) Zafer YAPICI

25 Şubat 2015

2007'DEN BUGÜNE SİYASETTE NE DEĞİŞTİ?- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, seçimlere az bir zaman kaldı. Milletvekili aday adaylığı süreci tüm partilerde kimi zaman büyük tartışmalar eşliğinde sürüyor. İşte bu noktada, 3 Haziran 2007 tarihinde Haber Ekspres'te yayınlanan bir köşe yazımı, noktasına virgülüne dokunmadan size hatırlatmak istedim. "Hangi Yol?" başlıklı köşe yazımın yayınlanmasından bugüne geçen 7 yılı aşkın süre zarfında Türkiye'de siyasal katılım süreçlerine hakim olan anlayış ile ilgili bir değişiklik olup olmadığını gelin siz tartışın... * * * Seçimler yaklaşıyor. Hem de Türkiye’nin kaderinin belirleneceği seçimler… Bu seçimlere hazırlanmada iki yol vardı milletvekilli aday adayları için… Birinci yol, kötü yoldu… Kelimenin tam anlamıyla Makyavelist yol…Amaca ulaşmada her yolu meşru gören yol… Bu kötü yoldan geçerek nasıl milletvekilliğine ulaşılabilirdi? Birçoğu uydurma isimlerle, kendini destekleyenler sanal ordusundan (!) gerçekte hiç olmamış imza listeleri hazırlayarak… Parti yetkililerinin kapılarının önünde yatıp, acz içinde yağcılık konçertoları sunarak… Ona buna yandaşlık ağlarından nasiplenme sözü verip, hayali ihaleleri şimdiden bir bir dağıtarak… “Ben bir aday olayım da listeye giremesem de” diye başlayıp; “bu aday adaylığımı hangi kurumun başına geçmek için kullansam” diye devam eden “zihin egzersizleri” geliştirerek… Tüm bunları yaparken, ezberlenmiş (ama genellikle ezberlendiği için birkaç gömlek büyük gelen) replikleri tekrarlayıp, bilgili, kararlı, cesur ve dürüst rolünü oynayarak… İlkesizlik denizinde yüzülen yıllara inat, masalsı bir sihirli değnek vasıtasıyla sadık “partici” haline dönüşüvererek… Gelecekte kullanılmak ve kartvizitlere yazılmak üzere bir zamanlar kazara üye yahut yönetici olunan sivil toplum örgütlerini (!) iliğine kadar sömürerek… Köşe başlarını tutmuş olanlarla, köşeleri dönme adına ortaklıklara girişerek… Aklını, mantığını, vizyonunu ve projelerini değil; etnik, dinsel, mezhepsel ya da yöresel kökenini oy alma adına; bireysel çıkar gayesiyle kullanma yolunda yapay çabalara girerek… Bu liste uzadıkça uzar… İkinci yol ise birinci yola karşıtlıktır…Öyle kıyısından köşesinden değil, cepheden karşıtlık. İkinci yol iyi yoldur. Çıkarcı ve bireyci değil; onurlu ve toplumcu yol… Nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmeyenlerin yolu… Bu yolu izleyenler için milletvekilliğine nasıl ulaşılabilir sorusu anlamsızlaşmaktadır. Çünkü bu yolu izleyenler milletvekilliğini fors kullanıp halka efelenme mevkii olarak görmemektedirler. Bireysel çıkarları maksimize etme yeri olarak değerlendirmemektedirler… Peki neden milletvekili olmak istemektedirler? Bu amaç, öncelikle “kötü yola düşmelerinin” zorunlu bir sonucu olarak milletvekilliğini halkın yararına kullanamayacak olanlara tepkiden kaynaklanır. Basitçe siyasetin kirlenmişliğine tepkidir. Aslında gerçek amaç; kirlenmişliği temiz bir yol izleyerek temizlemektir… Bu yolda emek vardır, çalışma vardır. Seçim dönemlerine sıkışan göstermelik çalışmalar değil, yıllar boyu; ömür boyu çalışma... Kendisini, yakın çevresini, aynı etnisiteyi, mezhebi ya da başka türden ikincil aidiyetleri paylaştığı kimseleri diğerleri karşısında kayırmak için değil; inandığı değerler için, ürettiği projelerin uygulamaya aktarılması için, vatanı, milleti, kenti için çalışma; tarifi imkansız bir emek… Yani, bu yol toplumu kategorilere ayırıcı değildir. Birleştirici ve bütünleştiricidir, üreticidir…Bütünleşmenin ve üretimin harcı ise emektir… Bu yolda paylaşma vardır. “Hep ben, hep bana” dememe vardır. Biz bilincini yükseltme vardır. İyi ilişkiler kurulan her kişi ve kurumu; işgal edilen her koltuğu araçlaştırmama vardır… Gerektiğinde toplum yararına fedakarlık edebilme erdemini gösterme vardır! Bu yolda etnik köken, din, mezhep ya da yöresel kökeni bireysel çıkar için asla kullanmama vardır. Kimlik vurgusunun sözünü bile etmeme, ettirmeme vardır. Bu yolda pazarlıklara girişmeme vardır. İnce hesaplar, oynak dengeler peşinde koşmama; küçülmeme vardır… Halka hizmet etme amacı vardır. Sözde değil, özde halka hizmet etme amacı… Dönmeme vardır! Hiçbir rant, çıkar, mevki için dönmeme! Bu yolun iki temel dayanağı vardır. Akıl ve onur… İşte bu yüzden bu yolu izleyenler kendilerine güvenirler. Öyle süklüm püklüm, el avuç açarak değil, her zaman başları dik dolaşırlar… Peki hangi yol kazanacak? Hangi yolun kazanacağı, Türkiye’nin kaderini belirleyecek etkenlerden bir diğeri. Çünkü hangi yolun kazanacağı, hangi siyaset tarzının yöneten olacağını da gösterecek… Siz bu yazıyı okurken, hangi yolun kazanacağının ilk işaretlerini yavaş yavaş görmeye başlıyor olacaksınız değerli okurlarım…(HABER EKSPRES GAZETESİ-23.02.2015) Zafer YAPICI

18 Şubat 2015

GENÇLİK - ZAFER YAPICI

Farklı farklı tanımladılar gençliği... Hep işlerine geldiği gibi yorumladılar. Ulus ötesi güçler, yarattıkları popüler kültürün tüketicisi olarak düşündü gençliği. Yavan hamburgerlerinin yiyicisiydi gençlik. Diktikleri kötü kotların giyicisi, ne olduğu belirsiz kolaların içicisi, uyduruk Hollywood filmlerinin izleyicisi, sundukları radikal (!) fikirlerin destekçisi... Kısacası, “cilalı imaj devrinin öncü tüketicisiydi” gençlik. Popüler kültürün kalıpları, gençliğin adı konmamış hapishanesi oldu. “Özgür” olduğunu sanmaksa en büyük yanılgısı… Sosyal devlet anlayışından kopan iktidarlar oy kapısı olarak yorumladılar gençliği. Derme çatma üniversitelerde eğitim görüp, işsizler ordusuna katılacak bireyler olarak tasarladılar. Teröristler canlı bomba ve tetikçi, emperyalistler paralı asker, tarikatçılar devlete sızma aracı, insan tacirleri “mal” olarak sundular. Firmalar her an bir diğeriyle ikame edilebilecek işgücü, ağalar yanaşma yahut töre taşıyıcısı olmadan ibaret saydı onları. Kimileri değerini başlık parasıyla ölçtü onların, kimileri eşeğinden bile değersiz saydı. Yorucu eylemlerin afiş asıcıları olarak gördüler kimileri onları. “Sadece” afiş asıcıları… Bazı siyasi parti tabelalarına adları bile kondu. “Genç” sözcüğü onların tabelalarında içi boş bir vitrin oldu… Sözün özü, ya “tüketen” olarak gördüler gençliği, ya da edilgenleştirdiler. Ve bu tüketenlik veya edilgenlik hep onların amaçlarına hizmet etti; gençliğin değil… Gelin şu gençliği edilgen tutmaktan beslenen küresel oyunları ve bu oyunların ak pak cambazlarının (!) sis perdelerini biraz aralayalım. Öyle günler geçiriyoruz ki, bugünlerde emperyalist ülkeler zamanında silahla elde edemediklerini sinsi oyunlarla elde etmeye çalışmaktadırlar. Lozan’da kazandıklarımızı geriye almak için uğraş vermektedirler. Bölücü oyunlarıyla, ülke ekonomisinde dizginleri ele alma gayretleriyle Sevr’i dayatmak istemektedirler. Bu planın uygulanmasının temel yolu da Türkiye’yi onurlu Kemalist geçmişinden kopartıp, onun içini boşaltmaktır. Büyük Ortadoğu Projesi ile Türkiye’ye biçilen rol bu içi boşluktur. (Batı çıkarlarına karşı) “Ilımlı İslam” modelidir bahsettiğimiz. Önce Türkiye’yi dönüştürme, sonra da demokrasi getireceğiz diyerek Türkiye üzerinden Ortadoğu’yu dönüştürme projesidir. Kuşkusuz ilk olarak Türkiye’de böyle bir dönüşümü gerçekleştirmek için, toplumun siyasetten uzaklaştırılması, böylelikle oluşturulacak iktidarın Batı çıkarlarına karşı ılımlı ve laiklik karşıtı bir yapıya kavuşturulması gerekliydi; öyle de oldu…Hatırlayınız RTE’nin danışmanının Amerika’da söylediği “onu kullanın; delikten süpürmeyin” sözlerini. Şimdiye kadar gelmiş geçmiş hiçbir iktidar, iktidarını sürdürebilmek için ABD karşısında bu kadar küçülmemişti… Bu danışman sözü, Türkiye’yi bağımlı ve yönetilebilir bir ülke haline getirme amacının net ifadesidir. Aslında iktidarın on üç yılının tüm icraatlarının özetidir. Şu şahit olduklarımızın ardından ülkenin rejimi ve bölünmez bütünlüğünün tehdit ve tehlike altında olduğunu vurgulayan yurtseverlerin konuşmalarını hala duymazlıktan mı geleceğiz? Ulus devletin tehlikede olmasının aslında geleceğimiz tehlikede olduğu anlamına geldiğini görmezlikten mi geleceğiz? Yakın gelecekte ülkemizi şimdinin gençleri yönetecek. İşte bu nedenle, böylesine önemli dönüşümlerin yaşandığı bir süreçte gençliğimizi ülke yönetimlerine ilgisiz bırakmak için iç ve dış güçler çeşitli oyunlar oynamaktadırlar. Çalışma hakları ve dolayısıyla ekonomik özgürlükleri ellerinden alınan gençleri düşünün. Okuyamayan ve sokakta bulunan gençleri, denetimsiz bir ortamda uyuşturucu batağına saplanan gençleri, okuyabilmek için tarikatların, cemaat vakıflarının yurtlarında avuç açmak zorunda bırakılan gençleri, magazinle uyutulan gençleri…Bu ortamı sağlayan, böyle olmasını planlayan dış ve iç güçler kendilerine bağımlı kadrolar oluşturma çabası içindeler. Kendilerinin ürettiği her şeyi koşulsuz tüketen, etken değil edilgen kadrolar oluşturma çabası içindeler. İşte bu noktada, Türk gençliğini bu edilgenlikten kurtarılmak yönünde gayret göstermek; geleceğimizi kurtarmak adına hepimizin görevidir. İlköğretimden başlayarak onların önünü açacak, özgürce fikir üretmelerini sağlayacak, onlara özgüven aşılayacak eğitim politikalarını hayata geçirmemiz gerekiyor. İş hayatına atılacaklara istihdam olanaklarını emin ve güvenilir bir biçimde sunmamız gerekiyor. Ülkemizde uyuşturucu trafiğini, şiddeti okullarımıza yerleştiren anlayışların ortadan kalkmasını sağlayacak atılımları gerçekleştirmemiz gerekiyor. Cemaat ve tarikat vakıflarının, gençler üzerindeki kuşatmasının süratle kırmamız gerekiyor. Üniversitelerimizi gerçekten “bilim yuvaları” haline dönüştürmemiz gerekiyor… Türk gençliğine Mustafa Kemal Atatürk’ün anlayışıyla sahip çıkmamız ve ona güvenmemiz gerekiyor… Bu düşünceleri benimsemiş bir anlayışı; Atatürk’ün anlayışını yeniden iktidar yapmamız gerekiyor! Yaşadığımız olumsuzlukları ve gençlerin devrimizin popülerleri tarafından ne olarak görüldüğünü tartıştık birlikte. Oysa biz böyle mi başlamıştık çağdaşlık koşumuza? 19 Mayıs 1919; yani bir milletin uyanışının başlangıç tarihi; kimin bayramıydı? Atatürk kime emanet etmişti cumhuriyetimizi; geleceğimizi? Gençlik, Kemalist devrimin sürekliliğinin, tam bağımsızlığın garantisi değil miydi? Gençlik, en etkin, en öncü, en güçlü yanımız değil miydi? Değerli okurlarım, bugün tartıştığımız tüm bu olumsuzluklara rağmen karamsar olmamamız gerekiyor. İnancım, içinde yaşadığımız, gençliği tüketici olmaya ve edilgenliğe; yani son tahlilde itaate indirgeyen bu yapıyı milletçe değiştireceğimizdir. Gençlerin değiştireceğidir. Zaten tüketim toplumu olmayı dayatanların, muhafazakarlığı edilgenliğe eşitleyerek politika yürüten iktidarın, ortaçağ kalıntılarının ve küresel çağın emperyalist güçlerinin en büyük ortak korkuları da budur. Gençlerin Atatürk ilke ve devrimlerinin mantığını kavramış, etik değerlerine sahip çıkan bir anlayışta yetişmesinden ve demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletine devrimci bir anlayışla sahip çıkmalarından korkulmaktadır. Atatürk ilkelerini benimsemiş bir gençliğin, bağımsızlıkçı ve özgürlükçü niteliğinden korkulmaktadır. Hâlâ Atatürk’ten korkulmaktadır. Çünkü Atatürk gençliği, Mustafa Kemal’i anladıkça, yani küresel oyunların farkına vardıkça, tüketenlikten ve edilgenlikten kurtulacaktır. Gücünün, değerinin ve öneminin farkına varacaktır. Ne cilalı imaj devrinin tüketicisi olacaktır, ne canlı bomba. Ne devlete sızma aracı olacaktır, ne de emperyalistin paralı askeri. Ne mal olacaktır, ne sömürülen işgücü. Ne horlanan yanaşma olacaktır, ne de töre taşıyıcısı…Yurttaş olacaktır, üreten olacaktır, etkin olacaktır. Umut olacaktır... “Bu ortam ve koşullarda bile” Türk gençliği önce tek bir “oy”un bile gücünü bilerek oyunları bozan, sonra bu düzeni değiştiren olacaktır! *** “Bütün ümidim gençliktedir.” Mustafa Kemal ATATÜRK “Her şeye rağmen muhakkak bir ışığa doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir.” Mustafa Kemal ATATÜRK (HABER EKSPRES GAZETESİ-16 ŞUBAT 2015) ZAFER YAPICI

09 Şubat 2015

YAŞAMI GERÇEK GÖZLERLE GÖRMEK - ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, sıcak bir yaz günü, yeşil doğa ile mavi denizin birleştiği yüksekçe bir yerde, ağacın altında oturmuş bir yazar hem doğanın güzelliklerini seyrediyor, hem de anılarını yazıyormuş. Aradan biraz zaman geçince karşıdan bir kişinin kucağında büyük bir taş ile uçurumun kenarına gitmekte olduğunu görmüş. Yazar o kişinin ne yapmak istediğini anlamak için onu daha yakından izlemeye koyulmuş. Bir ucu adamın boynuna takılmış, diğer ucu da kucağında taşıdığı taşa bağlanmış bir ipin varlığını farketmiş. Yazar durumun vahametini anlamış ve seslenmiş: “Dur beni dinle, ne yapmak istiyorsun? Sakın kendini uçurumdan aşağıya atma! Biraz beni dinle!”. Adam: “Bıktım artık, yaşamak istemiyorum” demiş. Yazar telaşa kapılmış, adamı nasıl ikna edeceğini düşünmüş ve ona: “Değer mi? Her şeye rağmen hayat o kadar güzel ki, kafanı kaldır etrafına gerçek gözlerinle şöyle bir bak ne göreceksin” demiş. Adam kafasını kaldırıp etrafına bakmış. Masmavi denizi, yemyeşil doğayı, kuşları, martıları, böcekleri, çiçekleri, kelebekleri…ve sonunda gökyüzünün o güzelliğine güzellik katan gurubu görmüş. Adam şaşkın bakışlar içinde kucağındaki taşı yere bırakıp yazara doğru ilerleyip şunları söylemiş: “Ben şimdiye kadar yeşilin bu kadar yeşil, mavinin bu kadar mavi, grubun, çiçeklerin, böceklerin, martıların bu kadar güzel olduğunu fark edememişim. Meğerse yaşamak ne güzelmiş. Bundan sonra hayat benim için yeni başlıyor”. Bu sözler üzerine yazar da: “Gerçek mutluluk insanın elinde, avucunun içinde. Önemli olan onu gerçek gözlerle görmek, ne yapacağını bilmek ve engelleri aşma iradesini kararlılıkla devam ettirmektir” demiş. Değerli okurlarım, yukarıda anlatılanlardan bir ders çıkarabilir miyiz? Bugün yoksulluğun arttığı, yolsuzluğun çığ gibi büyüdüğü bu ortamda insanlarımızın çoğu mutsuzluğa itilmemiş midir? AKP iktidarının yanlış politikaları karşısında insanlarımız çaresizlik içinde değiller mi? Bu zihniyetin amacı halkımızın sorunlarını arttırıp bizleri ülke yönetimine duyarsız kılmak değil midir? “En iyisini biz biliriz, egemenlik benim elimde ben istediğimi yaparım” mantığını hakim kılmak değil midir? Çanakkale’de, Dumlupınar’da, İnönülerde savaşa katılan kadınlarımız, erkeklerimiz o zaman da aç, yoksul değiller miydi? Mehmetçikler, Seyit Onbaşılar…Elif Analar…Onlar aç kaldılar, yoksulluk çektiler ama bağımsızlık için her şeye göğüs gererek bugünkü Türkiye’yi Gazi Mustafa Kemal’le birlikte kurdular. Bizler simdi aç bırakıldık, yoksul bırakıldık diye bu gidişe dur demeyecek miyiz? Sesimizi yükseltmeyecek miyiz? Bir Seyit Onbaşı, bir Elif Ana olamayacak mıyız? Bu duygularımızı bastıran AKP iktidarının eline mi bakacağız? Bizi aç bırakanlara, bizi kendilerine bağlamak isteyenlere; benim olanı bana sadaka gibi vermeye ne hakkın var diyemeyecek miyiz? Artık bu oyunları anlamanın ve sandıkta hesap sormanın zamanı gelmedi mi?... Üretmeden tüketen, iktidarın eline bakan, sadece seçimlerde ona oy veren, dünya ile iletişimi kopartılmış, balık tutmasına değil kuru ekmek verilmesine alıştırılmış bir toplum yaratmaya çalışıp arkasından da “bak halk o kadar memnun ki sesi bile çıkmıyor” deme aymazlığında değiller mi? Yoksula iş, gelecek verilmesi gerekirken AKP iktidarı yoksulu daha da yoksullaştırarak adeta kendine muhtaç (devletin olanaklarını kullanarak yardım yapan) ve bağlı bir toplum yaratma gayreti içinde değil mi?... Bu duruma seyirci mi kalacağız? “Yeter artık beni sömürdüğün, yeter artık beni sadaka bekler duruma getirdiğin, ben bu ülkenin yurttaşıyım ben sana kulluk edemem, ben senin oy depon değilim” diye milletçe ne zaman haykıracağız? Neden korkuyor, neden ürküyoruz? Zengin ülkenin fakir insanları değil miyiz? Tüm kaynaklarımızı bir avuç insanın kullandığı, adaletin, paylaşımın, dayanışmanın, üretimin ve eşitliğin egemen olmadığı ülkemizde yanlış yönetimin iç ve dış politikalarının yandaşçı, ayrıcalıklı ve teslimiyetçi uygulamaları ülkemizi, milletimizi bu hale getirmemiş midir? Yaşam o kadar güzel ki. Hele Türkiye’de yaşamak! Yeter ki, neden zengin ülkenin fakir insanları olduğumuzu gerçek gözlerle görüp, bu soruları kendimize soralım. Türk Milleti olarak bu zenginlikleri bizimle paylaşacak olan siyasetin yanında olalım, ona destek verelim. Gerçek güzellikleri yaratacak sizlersiniz, bizleriz; hepimiziz, Türk Milletiyiz. Egemenlik kayıtsız şartsız hepimizin elinde olduğuna göre; bu egemenliğimizi emanet edeceğimiz iktidarı belirlerken sandık başında vekaletimizi hangi zihniyetlere vereceğimizi çok iyi düşünmeliyiz… İşte o zaman yeşilin yemyeşil, mavinin masmavi, doğanın, insanların, gökyüzünün, çiçeklerin, böceklerin, martıların, kuşların….ne kadar güzel olduklarını fark ederiz. (haber ekspres gazetesi-09.Şubat 2015) Yaşamı gerçek gözlerle görme umuduyla… ZAFER YAPICI

02 Şubat 2015

DEMİRTAŞ VE KILIÇDAROĞLU’NDAN ÇİPRAS ÇIKAR MI? - ZAFER YAPICI

Yunanistan’da parlamento seçimlerinde Radikal Sol Koalisyon % 36,5 oyla büyük bir zafer kazandı. Zafer, Türkiye’de politik çevrelerde ilginç bazı tartışmalar yarattı. Genç lider Çipras’ın başarısı ile paralellik kurarak imaj tazeleme gayreti Türkiye’de kendini solda tanımlayan, ama kanımca sol ile uzaktan yakından alakası olmayan hareketlerde açıkça görülüyor. Öncelikle alelacele açıkça bir etnik kimlik hareketi olan HDP’nin eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile Çipras arasında benzerlikler vurgulandı. İkisi arasında gençlikleri dışında bir benzerlik göremeyenlerdenim. Sonra CHP aynı yarışa girdi. Kılıçdaroğlu Yönetimi da solu etnikçilik üzerinden okumakta inat ediyor. İşte bu nedenle etnik bir seçim ittifakı arayışıyla önce ÖDP’ye gitti. Yolun sonunda HDP görünüyor. Yani, Türkiye’deki sol hareketlerin çok büyük bir kısmı, etnikçilik tuzağına düşerek emperyalizm karşıtı mücadeleyi sürekli öteliyor. Böylelikle, küresel kapitalist sistemle sorun yaşamayan bir sol (?) anlayış kurumsallaştırılıyor. Biraz da Çipras’a bakalım. Çok radikal şeyler söylüyor Çipras. Öncelikle parlamentonun önündeki barikatları kaldırıyor. Dış borçları ödemeyeceğini ilan ediyor. Özelleştirmeleri durduruyor. AB’nin Rusya’ya yaptırım kararına açıkça cephe alıyor. Oyun bozuyor. IMF’ye karşı çok sert bir tavır sergiliyor. NATO’yu kıyasıya eleştiriyor. Milli çıkarı merkeze alan bir duruş sergiliyor. Peki, Çipras ne yapmıyor? Kendi milletini soykırımcı ilan eden pankartlarla yürümüyor örneğin. Neoliberal ekonomiye teslim olmuyor. Kanlı terör örgütlerinin sözcülüğünü yapmıyor. Bir milli-sol anlayışı temsil ediyor. Demirtaş’tan ve Kılıçdaroğlu’ndan çıksa çıksa PASOK solcusu çıkıyor oysa. Avrupa Birlikçi, ABD’yle arayış halinde. Küresel sermaye çevrelerine sizdeniz mesajı verme kaygısında. Sosyal-liberal sentez kavramına sığınarak yıkıcı neoliberal düzeni inşa eden bir sol… PASOK’un son Yunanistan seçimlerde durumu ne miydi? % 4.68 oy aldı. Seçim sistemi bizdeki gibi olsaydı açık ara baraj altıydı. Bu ne mi demek? YCHP ve BDP çizgisinin başarı şansı giderek azalıyor demek... Eğer Yunanistan ile Türkiye arasında illa bir benzerlik kurulacaksa, Çipras’ın zaferi Türkiye’de olsa olsa anti-emperyalist, gerçek CHP’nin; Atatürk’ün CHP’sinin başarı şansını gösterir… (HABER EKSPRES GAZETESİ- 02 02.2015) Zafer YAPICI

26 Ocak 2015

MİLLİ YAS - ZAFER YAPICI

Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü’nde yas şöyle tanımlanıyor: “Ölüm veya bir felaketten doğan acı ve bu acıyı belirten davranışlar, matem”. Milli yas ise devletlerle bağlantılı bir kavram. Devletler tarafından ilan edilebiliyor. Türk sisteminde milli yas ilan etme yetkisi Başbakanlık’ta. Milli yas, Başbakanlık tarafından şu durumlarda ilan edilebiliyor: Bir millet için çok önemli bir ismin vefat etmesi, bir katliamın olması ve büyük bir katliamın yıldönümü; afet ve büyük kazalar nedeniyle toplumsal bir facianın yaşanması, başka bir ülkede meydana gelen ancak uluslararası camiada derin etki yaratan toplumsal facialar. Yasın kaç gün olacağı Başbakanlık tarafından belirleniyor. Milli yas ilanının en temel sonucu tüm yurtta ve dış temsilciliklerde bayrakların yarıya indirilmesi. Bayrak hem milletin, hem devletin sembolü. İşte bu yüzden bu ilanın milletin geneli tarafından paylaşılan acılar dışında kullanımının, bu süreci sıradanlaştıracağı ve anlamını yitirmesine vesile olacağı kanaatindeyim. Başbakanlık son yıllarda hangi konularda milli yas ilan etmiş, gelin bir bakalım: KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın vefatı sebebiyle 14 Ocak 2012’de, Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunamide hayatını kaybeden Japonlar için 18-21 Mart 2011’de, Manisa’nın Soma ilçesindeki maden ocağında yaşanan facianın ardından 14 Mayıs 2014’te 3 gün süreyle milli yas ilan edildi. Son olarak İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği saldırılar sonucu ölen siviller için 22 Temmuz 2014’de üç günlük milli yas ilan edildi. Bu ilanların hepsi kabul edilebilir. Sayın Rauf Denktaş, KKTC için olduğu kadar bizler için de büyük bir değerdi. Yaşamını milletine adamış büyük bir devlet adamıydı. Japonya’daki deprem ve tsunami hepimizi derinden sarsmamış mıydı? Soma faciası sonrasında hangimiz ağlamadık? Hepimiz Soma değil miydik? Gazze’de rastgele ateşe maruz kalan çocuk ve kadınların ölümü hangimizin yüreğini kanatmadı? Oysa Suudi Kral’ın ölümü, milletin tamamını yas tutmaya itecek bir olay görüntüsünde değil. Suudi kral, Türk milletini oluşturan unsurların tamamı tarafından sevgi beslenip takdir edilen bir kişilik midir sorusu cevabını bekliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün anıt mezarını ziyaret etmeyen, yani bu devletin kurucusunun hatırasına saygısı ifade etmekten kaçınan birinin ölümü sonrası devletin “milli yas” ilan etmesi en azından benim vicdanımı yaraladı.(HABER EKSPRES GAZETESİ-26.01.2015) Zafer YAPICI

05 Ocak 2015

BU KADARI OLMAZ - ZAFER YAPICI

AKP Adıyaman milletvekili Mehmet Metiner'e dayısının oğlunun Sincik ilçesine Milli Eğitim Müdürü olarak atanması sorulmuş. Metiner'in verdiği yanıt şu olmuş: "Biz inançlı insanlarız değil mi? Cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede ne okunur; "akrabalarını koru kolla' der". Metiner, dayısının oğlunu Milli Eğitim Müdürü yaptıranın kendisi olduğunu böylelikle zımnen kabul etmiş. Bu "kollayıcı" tavrını bir de dine dayandırmış. Metiner'e soruyu yönelten sunucu bu cevap üzerine bir soru daha sormuş: "O zaman sizin yaptığınız bu? Öyle mi oluyor?". Metiner şöyle bir cevap vermiş: "Vallahi sen Allah'ın ayetine bile karşı geliyorsan, ben sana ne diyeyim" (CNN Türk, 02.01.2015). Vallahi sayın vekil, ben sana ne diyeyim? * * * Aynı gün, bir başka haber. AKP'li Samsun İlkadım Belediye Başkanı Erdoğan Tok "ihtiyaç fazlası" deyip 1 Ocak itibariyle 247 belediye işçisinin işine son vermiş. Fakat aynı gün 380 işçiye işbaşı yaptırmış" (Sözcü, 03.01.2015). Belediye işçileri ihtiyaç fazlası olurken, ihtiyaç fazlası işçilerin atılması nedeniyle oluşan ihtiyaç, başkanın işçileriyle doldurulmuş. Vallahi sayın belediye başkanı, ben sana ne diyeyim? * * * Aynı gün... 2015 seçim hazırlıkları ile ilgili konuşan AKP Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kızı Sümeyye Erdoğan ile ilgili bakın ne söylemiş. "Siyaset gen işidir. Babadan, ailesinden insana iletilebilir". Vallahi Sayın AKP Genel Başkan Yardımcısı, ben sana ne diyeyim? * * * Velev ki siyaset gerçekten gen işi... ...O halde siyasette ahlak ne işidir?..(HABER EKSPRES GAZETESİ- 05.01.2015) Zafer YAPICI