24 Aralık 2012

İŞTE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ASKERLERİ- ZAFER YAPICI

Milli Mücadele; adına yakışır şekilde Türk Milleti’ni oluşturan genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk herkesin katkılarıyla yazılan “gerçek” bir destandır. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları önderliğinde kurtuluş ve kuruluş felsefesini gerçekleştirmek hedefiyle Türk Milleti’nin her yaşta erkekleri kadar her yaşta kadınları da Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarına güvenerek, inanarak canları pahasına bu destanı yazdılar… İşte o destanı yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ün askerlerinden bazıları: Dumlupınar Şehitliği’nde yer alan Şehit Baba ve Oğul Anıtı, şehit babasını kucaklayan bir oğlu gösterir. Bu anıt, Çetmeli Kara Ali Çavuş ile oğlu Mehmet Onbaşı anısına dikilmiştir. Balkan Savaşı’na gidip 11 yıl değişik cephelerde savaşan Ali Çavuş, 19 yaşına gelen oğlu ile Başkomutanlık Meydan Savaşı’nda karşılaşmış ve 31 Ağustos günü şehit olmuştur. Oğlu Mehmet Onbaşı ise 9 Eylül‘de İzmir’e giren birliğin başında şehit düşmüştür. Ömer oğlu Hüsnü 8, Ali oğlu Süleyman 11, Hüsmen oğlu Ali Şan 14, Osman oğlu Ahmet 23, Tokacı oğlu Mehmet 25, İmam oğlu İsmail 27, Ahmet kızı Fatma 19, Halil kızı Zeynep 20, Yusuf kızı Fatma 21 yaşında… Ayşe Hanım, Yunanlıların İzmir’i işgali ile Milli Mücadele’ye katılmış, Aydın, Birinci ve İkinci İnönü ve Sakarya Savaşı’na katılarak binbaşılığa yükseltilmiştir. Tayyar Rahmiye, Fransızlara karşı 9. Tümen’in yaptığı mücadeleye müfrezesiyle katılmıştır. Hatice (Kılavuz) Hatun, Adana Pozantı’da Fransız kuvvetlerine Tekir Yaylası’ndan Mersin’e ulaşacak en kısa yolu yanlış göstererek bu birliklerin Türk askerinin eline düşmelerini sağlamıştır. Kara Fatma Şimşek, 1921-1922 yıllarında “Fahri Milis Üsteğmeni” rütbesiyle Kocaeli Grubu Mürettep Süvarisi emrinde müstakil süvari müfrezesinde görev yapmıştır. Tarsuslu Kara Fatma, 8-10 kişilik çetesiyle birlikte Afyon Savaşları’na katılmış, Tarsus’un kurtarılmasında yararlılık göstermiştir. Gaziantepli Yirik Fatma, Antep’te kuşatmaya karşı koymak için çete teşkilatına katılmıştır. Nazife Kadın, kendisinden bilgi almak isteyen Yunanlılara karşı direnirken düşman tarafından Kavakönü Köyü’nde işkence yapılarak öldürülmüş ve ardından fırında yakılmıştır. Gördesli Makbule, 1921’de eşi Ustrumcalı Ali Efe ile birlikte Milli Mücadele çete savaşlarına katılmıştır. 17 Mart 1922’de Akhisar’la Sungurlu hududu üzerinde bulunan Koca Yayla’da elinde silah, düşmanla en ön safta savaşırken başından vurularak şehit edilmiştir. Asker Saime Hanım, 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgali dolayısıyla İstanbul Mitinginde konuşma yapmış, tutuklanmış daha sonra Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’de görev almıştır. Halide Edip Adıvar, Sultanahmet Mitinginde yaptığı konuşmadan sonra tevkif kararı çıkınca, eşi ile birlikte Anadolu’ya geçmiş ve Milli Mücadele’ye katılmıştır. Mustafa Kemal onu Garp Cephesi’ne tayin etmiştir. “Halide Onbaşı” olarak İstiklal Savaşı’na fiilen katılmıştır. Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk… Onlar asker değildiler. Ancak söz konusu vatan olunca Mustafa Kemal Atatürk’ün askerleri oldular… İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün askerleri kurtuluşu böyle gerçekleştirdi… Kuruluşa giden yolda da yine ilke ve devrimleri sahiplenerek Mustafa Kemal Atatürk’ün askerleri olmaya devam ettiler. Cumhuriyet bilinciyle, sonsuza değin, çağdaşlığa doğru… Mustafa Kemal Atatürk’ün askerleri olmak demek bu destanı ve bu kararlılığı cumhuriyet bilinciyle her koşulda sürdürmek demektir. İşte o yüzden Mustafa Kemal Atatürk’ün askerleri olmaktan gurur duyuyoruz… (Haber Ekspres Gazetesi- 24.12.2014)

17 Aralık 2012

TARIM “S.O.S” VERİYOR…- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde Türkiye Ziraatçılar Derneği (TZD) Genel Başkanı İbrahim Yetkin, TZD Ar-Ge Departmanı tarafından hazırlanan “2012 Tarım Sektörü Raporu’nun ana başlıklarını açıkladı. Rapora göre: • 2012 yılında Türkiye’de tarım küçüldü. • Tahılda, pamukta ve şeker pancarında üretim azaldı. • Çay üretiminde dünya sıralamasında 5. olmamıza rağmen üretim azalması Türkiye’yi dünya sıralamasında geriye düşürdü. • Sınırlı alanlarda görülen büyüme ise borçlanmaya dayalı bir büyüme oldu. • Banka kredi borçları, enerji borçları, Tarım Kredi ve kredi kartı borçları artmaya devam etti. • Çiftçinin Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatiflerine olan borçları 2012 itibariyle 22 milyar 300 milyon liraya yükseldi. • On yıl öncesine göre borçlar 42 kat arttı. Çiftçi borcunu borçla öder duruma geldi. • Çiftçinin bankalara olan kredi borcu da geçen yılsonu itibariyle 32 milyar liraya ulaştı. • Mazot ve gübre fiyatlarında tarımsal ürün fiyatlarındaki artışın çok üzerinde bir artış gerçekleşti. • Hayvancılıkta da maliyetler arttı. Yem fiyatları yüzde 400 arttı. Hayvan ithalatı nedeniyle besiciler 5 milyar lira zarara uğradı. • Türkiye’nin tarımsal yönden kronikleşmiş sorunları varlığını korudu. Bunların en önemlileri arasında tarım arazilerinin parçalanması, giderek küçülmesi ve dağınık hale gelmesi dikkat çekti. Bu sorunlar özellikle küçük üretici üzerinde önemli izler bıraktı. Değerli okurlarım, İbrahim Yetkin çözüm önerilerini de şöyle dile getirdi: • Türkiye’nin bu olaya iki yönden bakması gerekir. Birincisi, yapısal sorun dediğimiz tarım arazilerinin parçalanmasını önleyici bir düzenleme yapılmalı. • İkincisi, Türkiye tarımının en büyük sorunu girdilerdir. Girdileri ucuzlatarak ya da sübvanse ederek ürün maliyetlerini düşürmek, destekleri arttırarak tarıma destek olmak ve üreticiyi dış rekabetten korumak gerekir. Ayrıca, Türkiye’nin stratejik ürünlerde üretimi arttırması gerekir. Yağlı tohumlarda, pamukta, soyada ciddi bir açığımız var. Bu ürünleri ithal ediyoruz. Bu muslukları kapatıp, iç üretimi arttırmamız lazım. Bu açıkları kapatacak politikalara ihtiyaç var. Borç içinde yaşayan, üreterek karşılığını alamayan üretici ya kentlere göç ediyor ya da tarım sektöründen ayrılmak istediği için çalışan haline geliyor. *** İşte değerli okurlarım, on yıldır işbaşında olan AKP hükümetinin Türk tarımını getirdiği noktayı ciddi bir araştırma ile sizlerin bilgisine sunduk. Tarıma, çiftçiye ve üretene önem verilmesi gerektiği yıllardır dile getiriliyor. Ancak ilgili bakanlık ve hükümet bu doğrultuda hiçbir girişimde bulunmuyor. Yetkililer tarımın “S.O.S” veren bu raporuna nasıl yaklaşacak, nasıl önlemler alacak göreceğiz… *** Bu noktada, AKP’nin fırsat bulduğunda laf attığı Atatürk ve İnönü’nün 87 yıl evvel o günkü sınırlı bilgi ve teknolojik gelişme düzeyine rağmen oluşturduğu “Köycülük Siyasetini” Recep Tayip Erdoğan Hükümeti ve Tarım Bakanı Mehdi Eker’in bilgilerine sunmak istiyorum. Dilerim 87 yıl sonra, gelişen bilgi ve teknoloji ile kendileri de “S.O.S” veren tarıma yeni bir “Köycülük Siyaseti” ile müdahale ederler. İşte Atatürk ve İnönü’nün geliştirdiği Köycülük Siyasetinin esasları: • Köylüden ağır vergileri kaldırmak: Osmanlı İmparatorluğu’nda köylü hükümete vergi verirdi, buna “aşar” denirdi. Her çeşit toprak gelirinden onda birini devlet vergi olarak alırdı. Cumhuriyet Hükümeti köylüyü ezen ve sefalete götüren aşar vergisini 17 Şubat 1925 tarihinde kaldırdı. • Köylüye para ve kredi sağlamak: Parasız, tohumsuz ve hayvansız kalmış köylüye üretim sermayesi sağlamak için 4 bin lira dağıtıldı. Faizsiz ve uzun vadeli olarak verilen bu para ile köylünün tohum ve diğer eksiklikleri giderildi. Ayrıca, Ziraat Bankası’nın köylülere ucuz kredi vermesi sağlandı. 1929 yılında Tarım Kredi Kooperatifleri kurularak çiftçilere buradan da kredi alma imkanı sağlandı. • Köylünün ürününü geliştirme ve koruma: Birçok yerde “ Tohum Islah İstasyonları” kuruldu. Pulluk dağıtıldı. Traktör kullanan çiftçiler korundu. Zirai Donatım Kurumu, çiftçinin tarım aleti, makine ve gübre ihtiyacını karşıladı. Halka parasız fidan verildi. Şimdi yok edilmeye çalışılan numune çiftlikleri kuruldu. Hükümet buğday fiyatını korumak için gerekli gördüğünde Ziraat Bankası ve Toprak Mahsulleri Ofisi aracılığı ile buğday alım satım işlerini de üzerine aldı. • Köylünün bilgi ve görüşünü yükseltmek: Ziraat Fakültesi, Ziraat Okulları ile diğer tarım kuruluşları açıldı. Teknik bilgileri çiftçilere ulaştırmak ve teknik elemanlara yeni bilgiler vermek amacı ile kurslar açıldı. • Toprağı olmayan çiftçilere toprak dağıtmak: Cumhuriyet Hükümeti, köylüyü toprak sahibi yapmak için birçok kanun çıkardı. 1925 yılında kabul edilen bir kanuna göre; köylüye toprak vermek için hükümete ait toprak yoksa hükümet arazi alır kararı ile ilk on yılda köylüye 1.077.526 dönüm arazi dağıtıldı. Aynı zamanda köylünün tohumluk ve tarım araçları borçlarının 20 yılda ödenmesi kabul edildi. İlk işletilen arazi, yeni yetiştirilmeye başlanan fidanlıklar, bağlar ve zeytinliklerden belirli bir süre için vergi alınmaması kararı kabul edildi. • Ormancılık: Ağaç kesiminin, orman biliminin gösterdiği koşullar ve belirttiği miktarı aşmadan yapılması, çıplak alanlarımızı yeniden ağaçlandırılması, fenni ormanlar yetiştirilmesi, ormanlarımızın bir zenginlik kaynağı haline getirilmesi, İzmit’te “Kağıt ve Selüloz”, Gemlikte “Suni İpek”, İstanbul’da “Kibrit ve Kontrplak” fabrikası ile Orman Fakültesinin kurulması sağlandı. • Hayvancılık: Hayvanların büyük bir kısmı sığır vebası, dalak, ruam ve uyuz hastalıkları ile yok oluyordu. Salgın hastalıklardan korunmak için; Ankara - Etlik, İstanbul - Pendik Bakteriyoloji ve Seraloji Enstitüleri açıldı. Ayrıca hayvan sağlığı ile ilgili müesseseler kuruldu. Hayvan yetiştirmeyi geliştirmek için haralar, teşvik için hayvan sergileri açıldı. * * * Değerli okurlarım, AKP Hükümeti’nin on yıllık iktidarının sonunda tarım “S.O.S” veriyor. Her defasında Atatürk dönemiyle kendi dönemini karşılaştırarak övünen başbakanın 87 yıl önceki tarım politikalarıyla 10 yıllık kendi tarım politikalarını karşılaştırmasını bekliyoruz. Başarısızlığını kabullenme erdemini gösterip bundan dolayı hem Atatürk ve İnönü’den hem de 10 yıldır çile çeken köylü ve çiftçiden özür dilemesini bekliyoruz. İşte bilgi ve teknolojinin var olduğu bir ortamda Recep Tayip Erdoğan Hükümeti’nin tarım politikalarının başarısızlığını ortaya koyan veriler… İşte 87 yıl evvel kurulan Cumhuriyet Hükümeti’nin bilgi ve teknolojinin yeterli olmadığı bir ortamda başarılı ve çağı yakalayan tarım politikaları… İşte Atatürk ve İnönü’nün halk sevgisi, vatan sevgisi… ( Haber Ekspres Gazetesi 17.12.2012)

10 Aralık 2012

KRALLAR YÜZYILI- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, biliyorsunuz Türkiye, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında bölge ülkelerine bir model ülke olarak sunuluyordu. AKP’nin iktidara geliş biçimi ve iktidara gelişi sırasında yaşadığı büyük dönüşüm, AKP’yi ABD ve AB açısından vazgeçilmez kılıyordu. Çünkü AKP’nin iktidara gelişi ve politikaları iki önemli tezi kanıtlıyordu. Birincisi Ortadoğu coğrafyasında siyasal İslam’ın serbest seçimler yoluyla iktidara taşınabilmesinin mümkün olduğunu. İkincisi, bir kez siyasal İslam iktidara taşındığında kapitalist ekonomi modeline ve büyük devletlerin çıkarına uygun hareket etmesinin mümkün olduğunu… AKP’nin iktidara geliş biçiminden dersler çıkaran Ortadoğu ülkelerinin siyasal İslamcılığı demokratik hak arayışı çizgisine yöneldi. Serbest seçimler sonrasında meşru bir iktidara sahip olacağının bilincinde olan bu hareketler hemen her Ortadoğu ülkesinde “demokrat” bir söylem benimsediler. Siyasal İslam’ın serbest seçimler yoluyla iktidara gelmesi sonrasında kapitalist sistem ve emperyalizm ile sorunlu bir çizgiyi koruması ya da bu çizgiye kayması düşüncesi Batı’yı rahatsız ediyordu. Bu nedenle iktidara serbest seçimler yoluyla taşınan siyasal İslamcılığın prototipi olan AKP güçlü kılındı. Türkiye, sıcak para akışına dayalı sanal bir ekonomik gelişme masalıyla ekonomik istikrarı sağlamış bir ülke olarak sunuldu. Oysa Türkiye'nin ileride muhtemel krizlerden mümkün olan en az hasarla çıkması için sıcak para girişlerine olan bağımlılığını azaltması gerekiyor. AKP ise bu konuda hiçbir şey yap(a)mıyor. * * * AKP modeline uygun bir biçimde “sistemle” barışık olmayan birçok Ortadoğu ülkesinde iktidar değişimleri yaşandı. Libya’da Kaddafi’nin başına gelenler, sistemden görece bağımsızlık arayışında olan hareketler için önemli bir dersti. İslamcılık iktidara gelebilirdi. Ancak iktidarda kalması Batı ile uyumuna bağlıydı. Bu aşamaya kadar AKP, muhalif hareketlerin iktidara gelme modeli olarak Ortadoğu’ya sunuluyordu. Oysa adım adım, Ilımlı İslamcılık iktidara yerleşmeye başlamıştı. Sonra ne olacaktı? İktidardakiler neoliberal ekonomi modelini izleme kaydıyla kısa vadede sıcak para akışı aracılığıyla iktidara yapıştırılabilirdi. Ancak bu durum sürdürülebilir değildi. Orta ve uzun vadede ülkelerin halklarında önemli bazı tepkiler gelişecekti. Çünkü neoliberalizmin mağduru her zaman sıradan insanlar olurdu. Eğitimi paralı hale getirilen, sağlık hizmetleri özel sigorta şirketlerine terk edilen, tüm varlıkları özelleştirilen, “sistemin” işleyişi için karın tokluğuna çalışmaya mahkum edilen halk. Halkın isyanı kaçınılmazdı. Ya halk örgütlenip, serbest seçimler yoluyla iktidara gelirse? Neoliberal ekonomi patronları bu durumu önlemek için ne yapacaktı? * * *
Bu noktada “sistem” ilk olarak yeni sanal kahramanlar yaratarak tepkileri emme stratejisi izledi. İsrail’e bağırıp çağırıp, İsrail’in istediği Suriye politikasını izleyenler, tıpkı bir çizgi film karakteri ya da pop star yıldızı gibi propaganda aygıtı aracılığıyla popülerleştirildiler. İkinci olarak yeni sistemin elitleri ve zenginleştirdikleri bir “sistem muhafızı” görevini üstlendiler. Yetki ve güçlerini sistemin korunması için çılgınca kullanmaya başladılar. Üçüncü olarak da demokratik seçimler ile iktidara gelen ve Batı çıkarlarına karşı ılımlı kılınan İslamcılığın iktidarda kalmasını garanti altına alacak otoriter uygulamalar gözlenmeye başladı. AKP, başkanlık sistemiyle yönetilen hiçbir medeni ülkede görülmeyen yetkileri devlet başkanına veren bir yönetim sistemi değişikliğini gündeme getiriyor. Mısır’da seçimle işbaşına gelen siyasal İslamcı Muhammed Mursi, İsrail ve ABD’ye yanaşırken aynı zamanda kendisini seçilmiş bir firavuna dönüştürüyor. Mısır’da cumhurbaşkanı kararları feshedilemez nitelikte olacak ve yargı denetimine tabi tutulmayacak… Mursi tepkiler nedeniyle iki adım ileri, bir adım geri gitse de bu büyük yetkileri orta vadede tekeline almak zorunda… Sistemin işleyişi için… * * * ABD’nin son süreçte her zaman kendi yandaşı antidemokratik rejimleri savunduğu oysa kendi çıkarına uygun hareket etmeyen Ortadoğu ülkelerini demokrasi kartıyla eleştirdiği; bu durumun ABD dış politikası açısından büyük bir çelişki olduğu iddia edilirdi. Artık bu çelişki yok. Demokratik seçimlerle ve/veya ihtilallerle iktidara taşınan siyasal İslamcılar da krallaşıyor… Ortadoğu’da 21. yüzyıl da böyle giderse krallar yüzyılı olacak! (HABER EKSPRERS GAZETESİ-10.12.2012)

03 Aralık 2012

YCHP YÖNETİCİLERİNE BİRAZ ACI İLAÇ, BİRAZ KATIKSIZ GERÇEK GEREK...ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, bir süredir CHP’nin yeni programının sosyal demokratlık, sosyal liberallik, sosyalistlik ve Atatürkçülüğü bir arada barındıracağı söylemi ön plana çıkarılıyor. Olan şu. CHP’nin farkını ortaya koyan Kemalizm, YCHP’nin dört eğiliminden biri haline getiriliyor. Önemsizleştiriliyor… CHP nasıl bir parti olacakmış? Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik, Kemalist devrimci bir parti değil... Dört eğilimin partisi… Sosyal demokrat, sosyal liberal, sosyalist ve Atatürkçü… *** İşte bu dört eğilimciliği doğrulayan sözler: CHP Genel Başkan Yardımcısı Sena Kaleli, “cemaatleri yok saymak sivil toplum anlayışına uygun değildir”. CHP Parti Meclisi Üyesi Bülent Kuşoğlu, “tekke ve zaviyeler yeniden açılmalı. 'Bunlar irtica yuvaları!'. Yok öyle bir şey. Tam tersine kültür yuvaları. Tekke ve zaviyeler birer üretim yeridir. Bunun çok iyi anlaşılması lazım. Oralarda insan yetiştirilirdi, oralar eğitim ve kültür kurumlarıydı. Onun için de bu tür kurumlara ihtiyaç var. Bu kurumların yeniden kurulması için gerekli hazırlıkların yapılması gerekir”. Parti Meclisi Üyesi ilahiyatçı Dr. Muhammet Çakmak, “Fethullah Hoca Türkiye’de bir fenomendir, kimsenin görmezden gelemeyeceği bilge bir adamdır. Fethullah Hoca’yı saygıyla selamlıyorum”. “Tarikatlara ve cemaatlere yönelik bir ayrım yapmayacağız. Topluma bütün olarak bakacağız”. CHP Parti Meclisi Üyesi Binnaz Toprak, “Heybeliada Ruhban Okulu açılmalı. Ekümenlik tanınmalı. İki dile sıcak bakıyorum. AKP ekonomiyi iyi yönetti, gelir ve zenginlik arttı”. CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, Meclis’e başörtülü bir adayın girmesi durumunda Merve Kavakçı’ya yapılanı yapmayacaklarını söyleyerek, “AKP bu şansını deneyebilir, biz de zorluk çıkarmayız”. Yine Gürsel Tekin… “Zaman Gazetesi vicdandır”. CHP’de Konya’dan milletvekili adayı yapılmış bir kişi, hangi partide siyaset yaptığını unutmuş olacak ki Konyalı seçmenlere yönelik olarak “Sizden rica ediyorum. Lütfen her biriniz bir mum olarak, Sayın Davutoğlu'nun (Dışişleri Bakanı) ateşini sürekli yanar halde tutun ki dış politikada Türkiye zaafa uğramasın”. CHP Genel Başkan Yardımcısı Erdoğan Toprak, “CHP’den ulusalcı kafa gitmelidir”. ANAP kökenli CHP İstanbul Milletvekili Aydın Ayaydın ise MHP’nin kaset skandalıyla ilgili açıklamalarını eleştirmişti. Ayaydın, “Bu tür olayların içine Fethullah Gülen Hoca’nın karıştırılması yanlıştır. Gülen Hareketi’nin varlığı sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da bilinen bir gerçektir”. Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, “Dersim Katliamı’nın sorumlusu devlet ve CHP’dir. Atatürk de bu olaylardan haberdardır”, “Seyit Rıza’ya ‘iade-i itibar’ edilsin”. * * * Son olarak Anayasanın resmi dilin Türkçe olduğu ilkesine aykırı olduğu; ikinci bir resmi dil yaratma ve yargılamada da bu dili hakim kılma çabasının ürünü olduğu, yasanın üniter devletin parçalanması sonucunu doğuracağına dikkat çeken Adalet Komisyonu’nun CHP’li üyeleri Dilek Akagün Yılmaz ve Ömer Süha Aldan “Anadilde savunma” ile ilgili tasarıya muhalefet şerhi koydular… Değerli okurlarım, Komisyon üyesi olmayan CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu ile Milletvekili Binnaz Toprak komisyona gelerek Dilek Akagün Yılmaz ve Ömer Süha Aldan’ın yaptığı konuşmanın tam karşıtı olan bir görüşü savundular. Sezgin Tanrıkulu anadilde savunmanın, savunma hakkı çerçevesinde değerlendirilmesini istedi. Kişinin Türkçe bilip bilmemesinin önemli olmadığını, Türkçe bilmemesinin başka dide savunma yapmasına engel olmaması gerektiğini söyledi. Binnaz Toprak da Yılmaz ve Aldan’ın komisyonda savunduğu görüşlerin tam tersi şeyler söyledi. * * * Bu keyfi davranışları sergileyenler CHP’nin yöneticisi, milletvekili olabilirler mi?... Şimdi CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na sormak istiyorum… Siz Genel Başkan olarak yukarıdaki konuşmaları yapan yönetici ve milletvekillerine yönelik ne gibi önlemler aldınız? Eğer önlem aldıysanız lütfen bunları örgütünüz ve kamuoyunla paylaşınız. Ve tüzükteki disiplin maddelerini işletiniz. Eğer paylaşmak istemiyorsanız, onları koruma altına alıyorum diyorsanız, tüzük kurallarını işletmiyorum diyorsanız o zaman sizin de onlar gibi düşündüğünüzü anlamamız gerekir. Tıpkı çeşitli tarihlerde söylediğiniz şu sözler gibi… “Cumhuriyet dönemiyle ilgili pek çok hatalar oldu, yanlışlar oldu. Nazım Hikmet’i kim hapse attı? CHP. Sabahattin Ali’yi kim öldürttü? CHP. Doğrulara her zaman doğru deriz, ama yanlışların da istismar edilmesi doğru değil, biz bunu söylüyoruz.”, “Ben Dersim olayını zaten yaşamışım. Ben özür dilenmesi gereken kişiyim. Daha ne söyleyeyim ben? Dramı yaşayan, kayıplar veren birisiyim. Gerçekler ortaya çıkmalı, tarihçiler insanların uğradıkları haksızlıkları yazmalı”, “Atatürk’ü özel bir yasayla korumanın bir anlamı yoktur.”, “Seyit Rıza’yı yargılayan mahkemeler de özel mahkemelerdir. Biz özel mahkemelere karşıyız”. Başkanlık sistemi tartışılırken, Anayasa’dan Atatürk’ün kurtuluş ve kuruluş felsefesi çıkarılmaya çalışılırken, laik eğitimden dinsel eğitime geçilirken, sağlıkta sağlıksızlık yaşanırken, işsizlik iş kolu olmaya başlarken, tarımdan sanayiye kadar her dalda dışa bağımlı olunurken… Yoksulluk kader olarak yaftalanırken, terör her gün can almaya devam ederken, dış politikada Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” altın sözü unutulup onurumuz çiğnenirken, savunma sistemimizi ve topraklarımızı NATO’ya teslim ederken, kadın hakları, çocuk hakları her gün çiğnenirken, dış borç batağına saplanılırken… …CHP’nin bir an önce kendine gelip halkın umudu olmak zorundadır. Bu umudun yeşermesine tek engel sözleriyle ve eylemleriyle engel yaratanlardır. İşte bu yüzden, Sayın Kılıçdaroğlu, lütfen önce kendinizi daha sonra çeşitli kademelerde görev yapan arkadaşlarınızı gözden geçiriniz. Atatürk’ün Genel Başkanlığını yaptığı CHP’nin ideolojisi doğrultusunda hatanızı ve hataları görünüz ve düzeltiniz. Çünkü bir tane CHP, bir tane de Türkiye var… *** Değerli okurlarım, “Benim iki büyük eserim var biri Cumhuriyet, diğeri Cumhuriyet Halk Partisi” diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün eserlerine bu söylemlerle mi sahip çıkılır?... O halde? CHP’nin yönetim kadrosu 1 Mart teskeresini reddeden Genel Başkan Deniz Baykal ve Milletvekilleri gibi emperyalizme karşı bilinç sahibi olmalıdır. CHP’nin yönetim kadrosu Milletvekili Hüseyin Aygün’nün, “Seyit Rıza’ya iade-i itibar” teklifinin parti grubunda reddeden yürekli gerçek CHP’liler gibi tarih bilincine sahip olmalıdır. CHP’de yöneten kadro “anadilde savunma” ile ilgili tasarıya muhalefet şerhi koyan Dilek Akgün Yılmaz ve Ömer Süha Aldan gibi Türkiye üzerinde oynanan oyunların farkında olmalıdır. CHP’de yöneten kadro yurdun dört bir yanında CHP ideolojisine sahip çıkan gerçek CHP’liler gibi halkçı olmalıdır, vatansever olmalıdır. (hABER eKSPRES gAZETESİ-03.11.2012)

26 Kasım 2012

RADAR ÜSSÜ MÜ FÜZE SAVUNMA SİSTEMİ Mİ?- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan ile ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu arasında oldukça teknik ancak etkileri büyük bir konu üzerine ilginç bir atışma yaşandı. Önce Kılıçdaroğlu “Eğer gerçekten İsrail’e karşıysan, oradaki ölümlere karşıysan, samimiysen, Kürecik’teki füze kalkanını askıya alırsın” dedi. Sonra Erdoğan Kürecik’te füze kalkanı değil radar üssü kurulduğunu söyledi. Kılıçdaroğlu’nu çok somut bir gerçeği bile bilmemekle ve siyasette hala çırak olmakla suçladı. * * * Değerli okurlarım, Erdoğan Kürecik’in bir radar üssü olduğunu söylerken haklıdır. Ancak Kürecik’teki radar üssü bir füze savunma sistemine bağlı olarak çalışan bir NATO üssüdür. Bu durum son tahlilde Kılıçdaroğlu’nu haklı kılmaktadır. Füze kalkanı sisteminin üç ayağı vardır. İlk ayağı Almanya’da bulunan Kumanda Merkezi, ikinci ayağı Romanya’da bulunan füze sistemi, üçüncü ayağı da Malatya Kürecik’te bulunan radar üssüdür. Füze savunma sistemi bu üç ayağın toplamıdır. Bir başka ifadeyle, Kürecik’teki radar üssü, füze savunma sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır. Türkiye’de bu sistem kapsamında bilinen bir füze bulunmamaktadır. Ancak Başbakan Erdoğan’ın açıklama yaptığı anlarda Türkiye’nin NATO Konseyi’ne Patriot Füzeleri için başvuruda bulunduğu ortaya çıkmıştır. NATO’nun da bu başvuruyu olumlu karşıladığı düşünüldüğünde, Hollanda ve İngiltere’den temin edilecek füzelerin Türkiye’ye yerleştirilmesinin an meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada, söz konusu füzelerin füze savunma sistemiyle bir bağlantısının olup olmayacağı oldukça kritik bir konu başlığını oluşturmaktadır. Rusya Federasyonu sistemin kendine karşı da kullanılabileceğini düşünerek Türkiye’yi ünlü Rus edebiyatçısı Anton Çehov’a atıfta bulunarak eleştirmiştir. Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, "Eğer oyunun birinci sahnesinde duvarda asılı bir silah varsa, o silah üçüncü sahnede patlar” demiş, Türkiye’ye füze sisteminin saldırı amaçlı kullanılma ihtimali üzerinde durmuştur. Patriotların Türkiye’ye yerleştirilmesi Suriye ve İran’da da yankı bulmuş, iki devlet AKP yönetimini gerginlik yaratmakla itham etmişlerdir. Görünen o ki, sistemin Türkiye’ye kurulması, Türkiye’nin çevresindeki güvenlik endişelerini arttırarak Türkiye’nin güvenliğine olumsuz bir etkide bulunacaktır. Bu arada Patriot füzelerininTürkiye’nin kontrolünde olup olmayacağı bile açık değildir. Nitekim sistemin füze savunma sistemine bağlanması kontrolün Almanya’da olacağı anlamına gelmektedir. İşin özü: Sorun büyüktür… (Haber Ekspres Gazetesi 26-11-2012)

19 Kasım 2012

CUMHURİYET KİMSESİZLERİN KİMSESİDİR…- ZAFER YAPICI

Yaklaşık on iki, on üç yaşlarındaydım. Dedem ise 90’lı yaşlarda idi. Sohbet ediyorduk. Sıra Cumhuriyet ve Atatürk’e geldiğinde dedemin gözlerinin nemlendiğini fark ettim. O sırada derin derin içini çekerek bana: “Bak torunum sana kurduğu cumhuriyeti denetleyen o yüce Atatürk’ü anlatayım dedi”. Ben de heyecanla ona daha da yanaşarak dinlemeye başladım. “Atatürk cumhuriyeti kurduktan ve aradan biraz zaman geçtikten sonra yaverine arabasını hazırlamasını söyler ve beraberce hiç kimseye haber vermeden Ankara’nın dışına çıkarlar. Biraz ilerledikten sonra dört beş evden oluşan bir mezranın yanına gelirler. Atatürk arabadan iner ve yaverine, ‘-sen bekle’ der. Atatürk derme çatma bir evin önüne gelir ve kapıyı çalar. Kapı açılır. İçeriden bir kadın kucağında ve yanında bir çocukla kapıyı açar. Atatürk gördüğü manzara karşısında şaşkına döner. Her yanına is kokusu sinmiş yalın ayak perden perişan anne, iki küçük çocuk ve is karası bir ev… Atatürk oradan biraz uzaklaşır. Bir kaya parçasının gölgesine çömelir ve elini şakağına götürüp düşünmeye başlar. O arada arabanın yanında beklemekte olan yaveri koşarak Atatürk’ün yanına gelir. Ve der ki, ‘-paşam ne oldu?...’ Atatürk biraz durduktan sonra yaverine, ‘biz cumhuriyeti kurduk fakat buraya cumhuriyet gelmemiş’ der. Ardından Ankara’ya üzgün bir vaziyette dönerler. Ertesi gün Atatürk tüm devlet yetkililerini çağırarak cumhuriyetin, vatanın her karış toprağına gitmesi için gerekli olan her şeyin yapılmasını ister…” * * * Atatürk, Türk toplumunun “çağdaş medeniyet” seviyesine ulaşmasını sağlamak amacıyla gerçekleştirdiği yeniliklerin ardından yurt gezilerine çıkmıştır. Bu geziler sırasında uğradığı her yerde kurulan cumhuriyet ve yapılan devrimler hakkında halka sorular yönelterek toplumun değişime bakış açısını ve tepkisini ölçmeye çalışmıştır. Atatürk o dönemi Antalya seyahati sırasında Hasan Rıza Soyak’la yaptığı bir konuşmada çok açık bir şekilde anlatır: “Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum! Görüyorsun ya her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikayet dinliyoruz... Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi bir perişanlık içinde... Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz; maalesef memleketin hakiki durumu bu işte!... Bunda bizim günahımız yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, bir takım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın... Büyük istidatlara malik olan zavallı halkımız ise, kendisine mukaddes akideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş, kalmış... …Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misiniz?.. Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunandan beklemek itiyadı... İşte bu zihniyette; herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor; fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsi bir kuvvetim yoktur ki!... Münasebet düştükçe daima tekrar ediyorum; bütün bu dertlerin, bütün bu ihtiyaçların giderilmesi, her şeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş; bilgili, geniş düşünceli, azim, feragat ve ihtisas sahibi adam meselesidir, sonra da zaman ve imkan meselesi... Bu itibarla evvela kafaları ve vicdanları köhne, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin; işlerinin ehli, idealist ve enerjik insanlardan mürekkep, muntazam, her parçası yerli yerinde, modern bir devlet makinesi kuracaksın; sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak, maddi ve manevi her türlü istidat ve kaynaklarımızı faaliyete getirecek, işletecek, böylece memleket ileriye, refaha doğru yol alacak... Başka çaremiz yoktur, ileri milletler seviyesine erişmek işini; bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkansızdır. Biz şimdi o yol üzerindeyiz; kafileyi hedefe doğru yürütmek için, beşer takatinin üstünde, gayret sarfediyoruz; başka ne yapabiliriz ki?...” * * * Hiç kuşku yok ki Türkiye’nin bu gerçeğini görüp değerlendiren Mustafa Kemal Atatürk, 18 Eylül 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yayımladığı bir beyannamede şu temel hususlara yer veriyordu: “Halkın hep içinde bulunduğu sefaletin sebeplerini kaldırarak, yerine refah ve mutluluk getirmek Meclis’in en baş amacıdır… Bütün kurumlar halkın ihtiyaçlarına göre yenilenecektir. Bunun için gerekli siyasal ve sosyal ilişkiler ulusun ruhundan alınacaktır.” Mustafa Kemal, ilke ve devrimleri o ruhla yapmaya başlar. * * * Ve 29 Ekim 1933 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk, Türk Ulusunun ruhundan aldığı büyük güçle Cumhuriyetimizin onuncu yılında halk yararına yapılan büyük işleri büyük coşku ve heyecanla anlatmaya başlar; “Türk Milleti! Kurtuluş Savaşı’na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun! Bu anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim. Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkarene yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir… …Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. Türk Milleti! Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türküm diyene!” * * * Ayrıca Atatürk yönetenlerin yönetilenlere bakış açısının nasıl olması gerektiğini de şu sözlerle dile getirir: “Bugünkü hükümetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilatı ve hükümettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir ve millet hükümettir. Artık hükümet ve hükümet mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır.” (1925) * * * Değerli okurlarım, dedemin bana Atatürk ve cumhuriyet ile ilgili anlatımında aktardığı Atatürk’ün “biz cumhuriyeti kurduk fakat buraya cumhuriyet gelmemiş” sözleri Atatürk’ün temel mantığını açıklıkla ortaya koyuyor. Atatürk cumhuriyeti kimsesizlerin kimsesi olarak görüyor. Hükümeti kendini değil milleti efendi olarak gören bir kurum olarak tasavvur ediyor. Onun Onuncu Yıl Nutkunda söyledikleri hem cumhura ve cumhuriyete hem de gerçekte millet olan hükümete verdiği önem ve değeri gösteriyor. Ayrıca Atatürk bu sözleriyle cumhuru yaşat ki cumhuriyet ve çağdaş demokrasi yaşasın ve yücelsin felsefesini ortaya koyuyor. * * * Ya bugün geldiğimiz noktada durum ne?… On yıllık AKP döneminde Cumhuriyet “kimsesizlerin kimsesi” olabildi mi?... Hükümet millet, millet hükümet olabildi mi?... Hükümet milletin efendi olduğunu anlayabildi mi?... Ve bu bakış açıları ile İleri demokrasileri çağdaş olabildi mi?... Değerli okurlarım, işte bu yüzden Atatürk’ün içinde laiklik olan, dinin siyasete alet edilmesini kabul etmeyen çağdaş demokrasi sistemini ve o sistemin devlet şeklini ortaya koyan cumhuriyet rejimini kabullenemiyorlar… Atatürk’ün düşünce sistemine, laikliğe, çağdaş demokrasiye ve cumhuriyete saldırmaya devam ediyorlar. (haber ekspres gazetesi-19.11.2012) ZAFER YAPICI

12 Kasım 2012

BRUNEİ - ZAFER YAPICI

Brunei, Güneydoğu Asya’da Borneo adasında yer alan bir devlet. Bir sultanlık… Brunei’nin resmi adı Brunei Darü’s-Selam Devleti; yani Brunei Barış Ülkesi Devleti. 147 bin 181 kilometrekare yüzölçüme ve 365 bin kişilik nüfusa sahip bu küçük ülkede gerçekten “barış” var mı bilmiyoruz. Bildiğimiz, koca bir petrol şirketinin ülkeyi el altından yönettiği. Bu şirket öyle etkili ki ülkeyi tanımlamak için, İngilizce “refah devleti” anlamına gelen “welfare state” yerine “shellfare state” kavramı kullanılıyor. “Shellfare state”, Batılı sermayenin kontrolünde. Ülkenin başında bir sultan (ya da bir patron) var.” Shellfare state” yönetiminin görünen yüzü Sultan Hasan El-Bulkiye Muiziddin Va'dulah. Brunei, sultanın ve Shell’in patronlarının “kişisel servet devleti” (personal wealth state). Sultan Hasan El-Bulkiye Muiziddin Va'dulah, 600 yıllık geçmişi olan kraliyet hanedanının başa gelen 29. Hükümdarı. Anlaşılıyordur. Brunei büyük petrol kaynaklarına sahip. Ülkedeki tüm petrol kaynaklarının mülkiyeti ise Brunei Sultanı Hasan’da. XIV. Louis gibi “devlet benim” diyor Hasan El-Bulkiye Muiziddin Va'dulah “demokrasi çağında”… Sultan’da para gani anlayacağınız. Öyle ki Forbes dergisinin tarihin en zenginleri listesinde petrol fiyatlarına bağlı olarak inişli çıkışlı bir grafik çizse de üst sıralardan inmiyor Sultan… Dünyanın sayılı zenginlerinden olan Sultan kişisel lüksüne yönelik yaptığı harcamalarla tanınıyor. Tam 1788 odalı sarayı Vatikan’dan daha büyük ve Carrara mermeriyle kaplı. Otomobil filosunda, içlerinde düzinelerce Rolls Royces’un da bulunduğu yaklaşık 300 model araba var. Sultan alışverişe Singapur’a, Londra’ya ya da New York’a gidiyor. Kendine ait Boeing filosu var… Daha ne diyelim… * * * Geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan Endonezya’nın Bali adasındaydı. Burada düzenlenen 5. Bali Demokrasi Forumu toplantılarına katıldı. Demokrasi Forumu’nda idamın faziletlerinden bahsetti. Sonra şu Brunei Sultanı’nın nazik yemek teklifini geri çeviremedi ve gezisini bir gün uzatarak Brunei’ye gitti. Atatürk’ün öldüğü 1938’den bu yana ilk kez bir 10 Kasım töreni başbakan olmadan yapıldı. Başbakan 10 Kasım’da Brunei Sultanı’yla yemekteydi. * * * Ülkeyi sömürgeciliğin ortağı kişisel servet devleti olmaktan kurtaran; bağımsızlık yoluyla bir refah devleti inşa etmeye çalışan Atamız, sizi her yeni gün daha büyüyen bir özlemle anıyor, halk için yaptıklarınızı bugün çoğalan bir bilinçle kavrıyoruz. Ruhunuz şad olsun. (Haber Ekspres Gazetesi- 12.11.2012)

05 Kasım 2012

ABD SEÇİMLERİ VE DEMOKRASİ - ZAFERYAPICI

Değerli okurlarım, ABD’nin demokrasi ve özgürlüklerin beşiği olduğu fikri, geçmişte Soğuk Savaş’ın kenar ülkelerinden biri olmamızın da etkisiyle, toplumsal bilinçaltımıza bir “yaygın yanlış” biçiminde işlenmişti. ABD’nin seçimlere gittiği şu günlerde birçok araştırmacı da bu ülkede siyasal yaşamın iki esas tarafı olan Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında gözlemlenen özgür atışma ortamını ülkede demokrasinin varlığının bir kanıtı olarak sunuyorlar. ABD’yi de bu bağlamda bir demokrasi adacığı olarak tanımlıyorlar. Elbette ifade özgürlüğünün ve siyasal alanda fırsat eşitliğinin olmadığı bir ortamda demokrasinin gelişmesi olanaksız… Anahtar soru bu noktada şu: ABD’de gerçekten bir siyasal fırsat eşitliği var mı? İki parti liderinin bir televizyon programında karşılıklı atışabilmeleri ve serbest seçimlerin gerçekleştirilmesi bir politik sistemi demokrasi olarak tanımlamak için yeterli ölçütler mi? * * * Öncelikle ABD’de siyasal bir fırsat eşitliği yok. Bu durumun esas nedeni ABD’de seçimler paralı ve pahalı olması. Basit bir örnekle ifade edecek olursak, ABD’de bir öğretmen emekli olduğunda siyasete atılıp milletvekili olmayı hayal dahi edemez. Çünkü ABD’nin iki yasama organını oluşturan Senato ve Temsilciler Meclisi’ne aday olmak büyük mali kaynak gerektirir. Her aday ya kendi propaganda giderlerini kendi karşılar ya da bu amaç için bir bağış toplama faaliyeti yürütür. Sonuçta ya toplumun kaymak tabakasına vekillik yolu açılır ya da çıkan vekiller toplumun kaymak tabakasının ekonomik çıkarını savunur. ABD’de 2010 yılında çıkan bir ABD Yüksek Mahkemesi kararı seçimlerdeki büyük sermaye müdahalesine daha fazla olanak tanıdı. Bu karar bazı koşulları yerine getiren Politik Eylem Komitesi adı verilen, adaya yönelik bağış toplamayla yetkilendirilmiş kuruluşlara sınırsız bağış kabul etme ve harcama yetkisi veriyor. Böylelikle büyük sermayedarların hem başkanlık hem de meclis seçimlerindeki etkileri denetimsiz kalıyor. * * * Sonuç şu: ABD’de 6 Kasım’da gerçekleşecek başkanlık seçimleri için düzenlenen seçim kampanyalarının toplam bütçesi 2,5 milyar doları geçmiş durumda. Bu rakam birçok gelişmekte olan devletin milli gelirinden fazla ve siyasi partiler arasında oransız bir biçimde dağılmış. Açıklanan son rakamlara göre Obama’nın kampanyası için 934 milyon dolar bütçe yaratılmış. Cumhuriyetçi aday Mitt Romney’in kampanyası ise 881 milyon dolarla yürütülüyor. Diğer partilerin ise bu bağış yarışında çok geride kaldıkları görülüyor. Parayı veren düdüğü çalar hesabı kimlerin seçimi kazanabileceği önceden belli oluyor. Aynı ABD son zamanların en büyük kasırga felaketi ile boğuşuluyor. Son seçim kampanyası için eyalet seçimleriyle birlikte toplam 5.8 milyar doların harcandığı ifade ediliyor. Milyonlarca insanı etkileyen kasırga felaketine ise sadece 3.6 milyar dolar harcanmış. Alın size ABD demokrasisi! (05 KASIM 2012 HABER EKSPRES GAZETESİ)

29 Ekim 2012

UYAN TÜRKİYEM UYAN!...- ZAFER YAPICI

On yılda iç-dış siyasi, ekonomik, kültürel, askeri, idari, hukuksal ve sosyal dengeler bozuldu. Ismarlanan yeni Anayasa ile demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Atatürk Cumhuriyeti’nin; senin cumhuriyetinin temelleri sarsılıyor. Gidişat vahim. Böylesi koşullarda televizyonlarda, basında sürekli tek taraflı yorumlar yapılıyor, demeçler veriliyor. Neredeyse herkes iktidar, herkes ABD, herkes AB ağzıyla konuşuyor. Her önüne gelen bir türlü sana ulaşmamış o sihirli sözcükten; “istikrardan” söz ediyor… Senin ise yorumuna ve düşüncene damarına vurulan bir sakinleştirici ile adeta ket vurulmuş…Aslında geleceğin yok edilmiş… Verilen görevleri yerine getirmenin mutluluğu içinde “sözde” köşe yazarları, aydınlar, bilim adamları, medya patronları, soroscular alkışlarının karşılığının kendilerine nasıl bir ödül olarak döneceğinin hesabı içindeler. Çıkarcılık almış başını gidiyor. Unutulan yine sen olmuşsun. Dahası dinini, kutsalını sömürüyorlar. Tarikatlarla, devletin olanaklarıyla kurdukları sadaka ağlarıyla seni yoksullaştırdıktan sonra karın tokluğuna kendilerine bağlamaya çalışıyorlar. Ülkeni zaman tüneline sokmuş, vitesleri çoktan geriye atmışlar. Seni tebaa, kendilerini de padişah olarak görüp “çok yaşa padişahım” seslerini, yeni fetvalarla daha da sık duyma arzusu içinde hayatlarını sürdürmek istiyorlar. Onlar dokuz sülaleleriyle, yandaş ağlarıyla Lale Devri’nin sefahati ve şatafatı içinde yaşamaya devam ederken sana sefalet düşüyor. Üstelik sefahat ile sefalet arasındaki nedenselliği sorgulamayacak; eleştirel düşünceye uzak nesiller yetiştirmeye çoktan başlamışlar… Uyan Türkiyem uyan!... Geçmişini hatırla. Sorgula bugünü… Onurlu geçmişini, cumhuriyeti hangi şartlarla, kimlere karşı savaşarak kurduğunu hatırla örneğin. Yurdunu işgal etmiş güçlü emperyalistlerden bile korkmadığın günleri, bağımsızlığını ne zorluklarla kazandığını hatırla… Sonra bağımsızlığın anlamını sor kendine. Bağımsızlık ertesinde kurduğun yeni cumhuriyetin ne demek olduğunu… Tebaa olmadığını hatırla örneğin. Kadınıyla, erkeğiyle demokratik laik sosyal bir hukuk devletinin eşit yurttaşları olduğunu; Atatürk Cumhuriyeti’nin yurttaşları olduğunu, özgür olduğunu hatırla… Onuncu Yıl Nutku’nu hatırla örneğin. Hani o ders kitaplarından çıkartılmaya çalışılan “sakıncalı okuma parçası”nı(!)…Yürümekte olduğun (ancak döndürülmeye çalıştığın) medeniyet yolunda, elinde ve kafanda tuttuğun meşalenin müspet ilim olduğunu hatırla. Güçlükleri yenmedeki kararlılığının kaynağını yeniden düşün. Sonra namusun ve cesaretin ne demek olduğunu sor bir kez kendine. İsmet İnönü’yü düşün örneğin. “Namuslular da en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır” sözünün anlamını çözdüğün an bulursun karanlıkla savaşmanın yöntemini … Çözümün “nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmeyen”, namuslu ve cesur insanların çoğalmasında olduğunu görürsün o an… Duyarsız kalmış olmanın nedenlerini sorgula sonra. Korkularınla yüzleş. Kendi küçük dünyanda, bireysel çıkarına esaretinin korku imparatorluğunu yaratan neden olduğunu işte o zaman bulursun. O zaman görürsün ülkende siyasal zemine hakim olan ilkenin demokrasi değil, beklenti odaklı korku olduğunu… Dedim ya, çözümü geçmişi hatırlayıp, bugünü sorgulayınca bulursun. Çözüm, herkesin taşının altına elini koymasındadır. Gerçek demokrasiyi, gerçek demokratlığı anlatacak, anlayacak yüreklerin ortaya çıkmasındadır. Eğer çıkmazsa, korkarım demokrat (!) başbakanın “herkes işine baksın” sözü yeni demokrasi tanımı olacaktır… Çözüm tarafsızlığın ne demek olduğunu sorgulayacak beyinlerin ortaya çıkmasındadır. Eğer çıkmazsa, tarafsız (!) cumhurbaşkanının tarikat kadrolaşmaları yeni tarafsızlık tanımı olacaktır… Çözüm Türkiye’yi Mustafa Kemal Atatürk’ün yoluna taşıyacak siyasi iradede birleşmektir. Eğer birleşilmezse, Türkiye laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olmaktan çıkıp, her yönüyle “Batı çıkarlarına karşı ılımlı İslam Cumhuriyeti”ne dönüşecektir… "Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir."1924 M.Kemal ATATÜRK Uyan Türkiyem uyan!... Ancak uyanırsan Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün cumhuriyeti; senin cumhuriyetin yaşayacak… Ancak uyanırsan, tebaa değil, yurttaş kimliğine kavuşacaksın. İleri demokrasiye değil laiklik ilkesini benimsemiş gerçek demokrasiye, sadaka kültürüne değil sosyal devlet anlayışına ulaşacaksın. Uyan TÜRKİYEM uyan!... * * * Değerli okurlarım, bu gün 29 Ekim. Türk Ulusunun en büyük bayramı olan Cumhuriyet Bayramının 89. yılını tüm Türkiye’de coşkuyla kutlayıp Atamıza ve Cumhuriyetimize sahip çıktığımızı haykıracağız. Bu haykırış uyanmanın ve uyandırmanın başlangıcı olacaktır…

22 Ekim 2012

BÜYÜKŞEHİRDEN BÜTÜNŞEHİRE…- ZAFER YAPICI

Anayasanın 127’inci maddesine dayanarak ülkemizde büyükşehir yönetimleriyle ilgili ilk temel düzenleme 1984 yılında kanun hükmünde kararname olarak çıkarıldı. Aynı yıl çıkarılan 3030 sayılı Büyükşehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirerek Kabulü Hakkında Kanunla Ankara, İstanbul ve İzmir illerinde büyükşehir belediyesi kuruldu. Daha sonra 1986 yılından 2000 yılına kadar sırayla Adana, Bursa, Gaziantep, Konya, Kayseri, Antalya, Diyarbakır, Erzurum, Eskişehir, İzmit, Mersin, Samsun ve Sakarya illerinde büyükşehir belediyeleri kuruldu. 2004 yılında 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu çıkarılarak İstanbul ve Kocaeli illerinde büyükşehir belediye sınırları il sınırı olarak kabul edildi. * * * Bugün ise bu yeni tasarıyla; • İstanbul ve Kocaeli dışında var olan Adana, Ankara, Bursa, Gaziantep, Konya, Kayseri, Antalya, Diyarbakır, Erzurum, Eskişehir, İzmit, Mersin, Samsun, Sakarya büyükşehir belediyelerinin sınırları ile, • Yeni kurulacak Aydın, Balıkesir, Denizli, Hatay, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş, Mardin, Muğla, Tekirdağ, Trabzon, Şanlıurfa, Van gibi toplam 27 büyükşehir belediyesinin sınırı da il mülki sınırları haline getirilecek. • Her büyükşehir belediyesinin il sınırları içinde kalan belde belediyeleri ve orman köylerinin tüzel kişilikleri kaldırılacak. • Büyükşehir’e dönüştürülecek illerde en az bir ilçe kurulacak. • Büyükşehir olmayan 52 ilde, nüfusu 2000’in altındaki belde belediyelerinin tüzel kişiliğine son verilecek. • Hazırlanan tasarının getirdiği düzenle 56 milyon vatandaşımız büyükşehir belediye il mülki sınırları içinde yer alacak. • Ayrıca 29 il özel idaresinin, 1591 belde belediyesinin ve 16.082 köyün tüzel kişiliği sona erdirilecek. • Büyükşehir sınırlarındaki beldeler ve köyler mahalle olarak ilçe belediyelerine katılacak. • Diğer illerde tüzel kişiliği sona erdirilen belde belediyeleri ise köye dönüştürülecek. * * * Değerli okurlarım, ileri demokrasi (!) doğrultusunda çıkarılan bu yasa ile • 29 ilin İl Özel İdareleri ve İl Genel Meclisleri kaldırılıyor. (Buralarda seçilerek halk adına görev yapan İl Genel Meclis Üyeleri’nin yetkilerinin ellerinden alınması ve bu yetkilerin valiye bağlı olarak kamu tüzel kişiliğini haiz, özel bütçeli Yatırım İzleme ve Koordinasyon Merkezi’ne yani atanmışlara devredilmesi ile bu kurumlar AKP hükümetine bağlı hale getirilecek. Özellikle malvarlıkları konusunda, yatırım konusunda…) • 52 ilde ise İl Özel İdareleri ve İl Genel Meclisleri devam ediyor. ( Bu 52 ilin İl Özel İdaresi’nin bütçeden aldığı 1.15 oranındaki pay da 0.5 oranına düşürülüyor. Peki, bu azaltılan oranlarla 52 ilde İl Genel Meclis Üyeleri halk adına nasıl görev yapacak?) • Böylelikle Türkiye’nin 29 ilinde ayrı, diğer 52 ilinde ise ayrı AKP hükümetine bağımlı birer yerel yönetim modeli anlayışı oluşturulacak. • Bütün dünyada demokrasinin beşiği olarak bilinen yerel yönetim anlayışı AKP zihniyeti doğrultusunda yeni bir yönetim anlayışına doğru gidiyor. Örneğin Fransa’da 36 bin belediye varken, bizde 2 bin 500 belediye var. Şimdi bu yasa ile belediye sayısı 500’e inecek… İşte ileri demokrasi anlayışı… • Ve yasayla 56 milyon yurttaşımız Bütün Şehirli OLACAK!... Peki 56 milyon yurttaşımız Bütün Şehirli olsa ne olacak? Yaşamlarında bir değişiklik mi olacak?... Değerli okurlarım, milli iradeye, yerel yöneticilere, 148 yıllık geçmişi olan Özel İdarelerde şu anda görev yapan seçilmiş meclis üyelerine, üniversitelere, meslek odalarına, uzmanlara, siyasilere danışılmadan; onların görüş ve düşünceleri alınmadan bu yasaların çıkarılması sizce ne amaç taşımaktadır? Tehlikenin farkında mıyız?... * * * Bu yasa tasarısına ilk tepki de İzmir’den geldi. İzmir İl Genel Meclis Başkanı Serdar Değirmenci, CHP’li İl Genel Meclis Üyeleri ve muhtarlarla yaptığı basın açıklamasıyla AKP’nin yaptığı bu tasarının yanlışlıklarını ve tehlikeli gidişi dile getirerek başta tüm illerdeki İl Genel Meclis Üyeleri olmak üzere, yerel yöneticileri ve kamuoyunu uyarmıştır. Bu uyarıları dikkatle incelemekte yarar var.

MİLLİ EĞİTİM SORUNU BİLİM VE UZMANLIK SORUNUDUR…- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, daha Kurtuluş Savaşı sürerken yasama ve yürütme yetkisini elinde bulunduran Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2 Mayıs 1920 tarihinde üç numaralı kanunla Eğitim Bakanlığı’nı kurmuştur. İkişer üçer kişilik kadrolarla kurulan Milli Eğitim Bakanlığı’nın Teşkilatı; Program Heyeti, İlk Tedrisat Dairesi, Orta Tedrisat Müdürlüğü, Türk Asar-ı Atika Müdürlüğü, Sicil ve İstatistik Müdürlüğü olmak üzere beş birimden oluşmuştu. 6 Mayıs 1920’de kurulan ilk TBMM Hükümeti’nin programında ülkemizin eğitim hizmetleri milli esaslar, toplumsal hayatın ihtiyaçları ve çağın gereklerini karşılayacak şekilde düzenlenmiş ve eğitim politikasının ilkeleri de “Hayata, işe dönük, üretkenliği amaçlayan; milli yapıya, coğrafyaya, kültüre, geleneklere uygun bir eğitim; bu eğitime göre programlar ve ders kitapları; çağdaş ve bilimsel imkanlara sahip okullar, eğitimin gerektirdiği araç gereçler; eğitim-öğretim işlerinin en iyi şekilde yürütülmesini sağlayacak yönetim ve öğretim kadroları” olarak belirlenmişti. Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi olan 1923 yılından itibaren Atatürk’ün önderliğinde başlatılan modernleşme ve yenileşme hareketleriyle; • 3 Mart 1924 tarihinde 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde Birlik) Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla, üniversiteler dışındaki bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış, böylece eğitim kurumları arasında yönetim, uygulama ve denetim birliği sağlanmıştır. • Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun getirdiği yeni anlayışla ve 3. Heyet-i İlmiye kararlarına uygun olarak; Büyük önderimiz Atatürk’ün 1926 yılında TBMM’de yaptıkları konuşmada “Memlekette eğitim ve öğretimle ilgili esasları ilmi ve bağımsız bir merkezden yönetmek amacıyla düşünülen Talim ve Terbiye Dairesi tesis edilmiştir” direktiflerine uygun olarak bugün hizmetlerini şükranla andığımız döneminin Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmalar sonucunda 1926 yılında çıkarılan Maarif Teşkilatına Dair 789 Sayılı Kanun’la Milli Talim ve Terbiye Dairesi adıyla kurulmuştur. • 1926 yılında Türk Medeni Kanunu kabul edilerek, kadınla erkek arasında toplumsal ve ekonomik alanda tam bir eşitlik sağlanarak devlet ve toplum kurumları laikleştirilmiştir. • 1 Kasım 1928 tarihinde Türk Harfleri Hakkında Kanun kabul edilerek yeni Türk alfabesine geçilmiştir. • 22 Haziran 1933 tarih ve 2287 sayılı Maarif Vekaleti Merkez Teşkilatı ve Vazifeleri Hakkındaki Kanun ile Türk Milli Eğitimi’nin geliştirilerek niteliğinin yükseltilmesi amacıyla bilimsel bir danışma ve karar organı olan Milli Eğitim Şurası Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı bünyesinde yer almıştır. Mustafa Necati, 22 Nisan 1928 tarihinde TBMM’de bakanlığının bütçesi görüşülürken yaptığı konuşmada şöyle diyordu, “Hepiniz kabul edersiniz ki, milli eğitim sorunu baştan sona dek bir bilim ve uzmanlık sorunudur. Milli eğitimde atılacak her adım, incelemeyi, denemeyi ve ayırt etmeyi gereksinir. Onun içindir ki, herhangi bir milli eğitim bakanı böyle bir takıma dayanmadıkça başarılı olamaz. Genel eğitim sorunlarında danışmasız hiçbir karar vermemek ve her zaman en genç öğretmenden, en büyük üstatlara dek bütün meslektaşlarımızın görüşlerini toplamak temel ilkelerimizdendir…” İşte laik eğitim sisteminin felsefesi kısaca bu… Bu bilgilerin çoğunu şu andaki Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı sitesinden aldım (www.ttkb.meb.gov.tr/tarihce.dspx). * * * Bugünün felsefesi ise Milli Eğitim Bakanlığı Ders Kitapları ve Eğitim Araçları Yönetmeliği ile Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliği’nin laiklik karşıtlığı doğrultusunda değiştirilerek Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla yürürlüğe girdi. Yürürlüğe giren değişiklikler şöyle; Yönetmelikte ders kitaplarının hangi usullere göre hazırlanacağına ilişkin hükümden, “Ders kitapları, ‘Atatürk inkılap ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasa’nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek’ hükmüne ve Türk milli eğitiminin temel ilkelerine uygun olarak hazırlanır” ifadesi çıkarıldı. “Ders kitaplarının nitelikleri” bölümünden, “Öğretim programlarında belirtilen Atatürk ilke ve inkılapları ile ilgili kazanımları içerir” ifadesi de çıkarıldı. Türkçe, Dil ve Anlatım ile Türk Edebiyatı kitaplarındaki “Türkiye haritaları” ile “Türk dünyası haritaları” kaldırıldı. Bakanlığa gönderilen taslak kitap metinlerinin incelenmesi görevi “panel” adı altında oluşturulacak komisyonlara verildi. TTK, başkan ve 10 kurul üyesinden oluşacak. Kurul başkanı ve üyeleri; eğitim sisteminin tüm kademelerini temsil edecek nitelikte, en az 4 yıllık eğitim veren yükseköğretim kurumlarından mezun olmuş, eğitim alanında yaptığı çalışma ve yayınlarla öne çıkmış, eğitim ile ilgili alanlardaki öğretim üyeleri, en az 10 yıl süreyle öğretmenlik veya okul yöneticiliği yapmış olanlar ile kamu görevlileri arasından seçilecek. Mevcut TTK yönetimi 8 üye ve 1 başkandan oluşuyor. İşte değerli okurlarım, Milli Eğitim’in başında olan ve 4+4+4’lere karşı gelenleri ideolojik olarak nitelendiren Ömer Dinçer’in ve mensubu olduğu AKP hükümetinin on yıldır laik eğitime karşı gösterdiği tutum… Biri, “Milli Eğitim’in gayesi yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlaklı, karakterli, cumhuriyetçi, inkılapçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakter sahibi genç yetiştirmektir. Bunun için de öğretim programları ve sistemleri ona göre düzenlenmelidir” diyen Atatürk’ün izinden giden Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel… …Diğeri, “Tevhidi Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi? Harf inkılabı vasıtasıyla bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?” diyen R.T. Erdoğan’ın izinden giden Ömer Dinçer… Zafer Yapıcı

08 Ekim 2012

SURİYE VE SAVAŞ- ZAFER YAPICI

Son günlerde Suriye konusunda önemli gelişmeler yaşanıyor. Suriye topraklarından Türkiye’ye atıldığı iddia edilen top mermilerinin Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesinde beş canımızı alması Suriye konusunu yeniden gündeme taşıdı. Top mermilerinin Suriye ordusu tarafından atıldığı iddiası Türkiye’de resmi kanallardan açıklandı. Bu konudaki diğer iddia da dikkate değer. Top mermisinin menzili dikkate alındığında Suriye sınırı içinde merminin atılma olasılığının kuvvetli olduğu bölgelerin kontrolü de Özgür Suriye Ordusu’nun yani muhalif güçlerin elinde olması. Bu durum, söz konusu saldırıların muhalif güçler tarafından gerçekleştirildiği iddiasını kuvvetlendiriyor. Ayrıca Suriye ordusunun Türkiye sınırına yakın bölgelerdeki terörist olarak nitelendirdiği unsurlara karşı mücadelesinde bu top mermilerini yanlışlıkla gönderdiği de bir diğer iddia. Bu noktada uluslararası hukuk açısından bir gerçeğin altını çizmekte fayda var. Top mermileri ister Suriye ordusu, ister muhalif güçler tarafından atılsın, isterse de bu işlerde bir yanlışlık olsun, olay Birleşmiş Milletler Anlaşması’na ve uluslararası hukukun diğer normlarına aykırı. Devletlerin toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı BM’nin kurucu ilkelerinin en önemlilerinden... Bu eylem Suriye yönetimi tarafından gerçekleştirilmemiş olsa bile Suriye sınırları içinden yapılan saldırılar Suriye’nin sorumluluğunda. Dolayısıyla uluslararası hukuk düzleminde Suriye’nin sorumluluğu doğmakta… Yürürlükte olan uluslararası hukuk düzenine göre bir devlet ülkesinden diğer devlete yöneltilen saldırı eylemleri elbette hukuka aykırı. Ancak burada oldukça önemli bir ayrıntı var. Söz konusu hukuka aykırılık, o eylemi yapana karşı gerçekleştirilen misliyle mukabele eylemini hukuka uygun kılmıyor. Bir başka ifadeyle, Suriye’nin eylemi nasıl hukuka aykırıysa Türkiye’nin misliyle mukabele şeklinde gerçekleştirdiği karşıt eylemi de hukuka aykırı. Peki, Türkiye ne yapabilirdi? BM Antlaşması çerçevesinde Suriye’ye karşı BM’nin önlemler almasını talep edebilirdi. AKP tarafından seslendirilmeye başlanan bir diğer iddia da Türkiye’nin cevabının bir meşru müdafaa örneği olduğu. Meşru müdafaa kısaca şu demek: Bir devlet tarafından diğer bir devlete karşı bir silahlı saldırı gerçekleşirse, silahlı saldırıya uğrayan devlet saldırıyı defetmek için karşı saldırıya girişebilir. Bu eylemleri bireysel ya da kolektif bir biçimde BM Güvenlik Konseyi gerekli önlemleri alıncaya kadar ve orantılı bir biçimde gerçekleştirilebilir. Bu noktada önemli olan konu neyin silahlı saldırı olarak değerlendirilebileceği. Çünkü ancak silahlı saldırı boyutundaki bir kuvvet kullanımına cevap olan kuvvet kullanımları hukuka uygun. Bu konu muğlak. Yani neyin silahlı saldırı olduğu BM düzeninde yeterince açık bir biçimde tanımlanmamış. Ancak saldırının yüzlerce kişinin ölümü, fiili işgal gibi ağır durumlarla neticelenmesi durumunda silahlı saldırıdan söz edilebiliyor. Dolayısıyla beş kişinin öldüğü bir saldırının BM tarafından bir silahlı saldırı olarak değerlendirilebilecek boyutta görülmeyeceği ve meşru müdafaa hakkı kapsamına alınmayacağı söylenebilir. Değerli okurlarım, tüm bunları niye tartışıyor olduğumuza hala inanamıyorum. Türkiye bugün enerjisini PKK gibi vahim bir güvenlik sorununu çözmeye harcamalıydı. Oysa oldukça tali olan Suriye konusu Türkiye’nin esas güvenlik sorunu biçiminde tanımlanıyor. Bu durum en başta PKK’nın işine yarıyor. Niye Suriye’yle savaşmalıyız, Suriye’yle ilişkiler bir iki sene öncesinde mükemmelken ne oldu da şimdi bitme noktasında sorularının anlamlı bir cevabı hükümet tarafından verilemiyor. Anlaşılıyor ki tüm bu tutarsızlıklar ve dış politika hataları Türkiye’nin Türkiye’den yönetilemiyor olmasından kaynaklanıyor. AKP yönetiminde Türkiye ne için savaşacağını bilmeden adım adım bir sıcak çatışmaya sürükleniyor. Bence bu koşullar altında savaş tamtamları çalmak değil, soğukkanlı bir biçimde barış için mücadele vermek milli çıkarımızı savunmak anlamına geliyor. (Haber Ekspres Gazetesl- 08.10.2012)

01 Ekim 2012

YEŞİLİ GÖRMEYEN GÖZLER RENK ZEVKİNDEN MAHRUMDUR- ZAFER YAPICI

“Burada bir çiftlik kuracağım. Bu çiftlikte hayvanlar yetiştireceğim. Bir küçük ormanın kenarında tarım endüstrimize ait bacalar tütecek…” diyordu Mustafa Kemal, Orman Çiftliği’nin kuruluşunda… “Yeşili görmeyen gözler renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki kör bir insan dahi yeşillikler arasında olduğunu fark etsin” diyordu… Böylelikle toprak ve tabiat şartlarının uygun olmadığı bir yere bir Orman Çiftliği’nin kurulmasına öncülük ediyordu… 1925 yılında tarımsal bir uygulama ve deneme merkezi olması amacıyla Mustafa Kemal Atatürk tarafından kuruldu “Orman Çiftliği”. 1937 yılında vasiyet mektubuyla Atatürk bu çiftliği Türkiye Cumhuriyeti’ne emanet etti. Emanet uzun yıllardır tahribat altında. Önce çiftliğin arazisinin önemli bir kısmı ya satıldı ya da kamu ve özel kuruluşlarına kiralandı. Son aylarda çiftlik arazisi ile ilgili alınmış bir karar tahribatın boyutlarını daha da arttırdı. Atatürk Orman Çiftliği üzerinde ABD’nin Beyaz Saray’ı benzeri görkemli bir Başbakanlık Sarayı yapılması planlanıyor. Bu sarayın çiftliğin kalan arazisinin % 42’sini kaplayacağı ve 300 milyon liraya malolacağı söyleniyor. Böyle bir binanın Atatürk Orman Çiftliği üzerine yapılması aslında hukuken mümkün değildi. İktidar bu konuya hemen bir çözüm buldu. Birinci derece tarihi ve doğal sit alanı olan arazinin sit derecesi Başbakanlık binasının yapılması amacıyla düşürüldü. Bu durumun sonuçları “kamu yararı” adına oldukça olumsuz olacak. Ankara’yı bilenler bilir. Atatürk Orman Çiftliği Ankara’nın en büyük temiz hava kaynağı idi. Başbakanlığın araziye yapılması öncelikle çiftliğin orman varlığını tehlikeye atacak. Daha şimdiden 3000 adet 50-60 yaşındaki ağaç bina yapımı çerçevesinde kesildi. Bunun kadar önemlisi Ankaralı ile çiftlik arasındaki bağ koparılacak. Atatürk Orman Çiftliği halkın ziyaretine açık bir bölgeydi. Başbakanlık binasının bu araziye yapılması güvenlik kaygısıyla halkın çiftlik ziyaretinin engellenmesi yahut kısıtlanması anlamına gelecek. Dahası çiftlik içinde bir Atatürk evi vardı… O da yıkılacak. Yazık… * * * Değerli okurlarım, Atatürk Yalova sahillerinden geçerken kıyıda muhteşem bir çınar ağacı görür. Karaya çıkarak çınar ağacının yanına gider, ağacı okşar, sever ve gölgesinde dinlenir. Çınar ağaçlarına eskiden beri hayran olan Atatürk ağacın yakınında bir ev yapılmasını ister. Orada kısa sürede bir ev yapılır. Atatürk, yapılan o evde dinlendiği bir gün, bahçıvanın köşkün yanındaki çınarın bir dalını kesmeye çalıştığını görür. Bahçıvanın çalışmasını durdurur ve neden o dalı kesmek istediğini sorar. Bahçıvan, dalın binanın duvarına dayandığını, daha da uzarsa içeri gireceğini söyler. Atatürk bu cevabı beğenmez. Biraz düşünür ve der ki: “Ağacın bu dalı kesilmeyecek, bina kaydırılarak ağaçtan uzaklaştırılacak!”. Oradakiler, gerçekleştirilmesi imkansız gibi görünen bu karar karşısında şaşkına dönerler. Bu iş için görevlendirilen Başmühendis Ali Galip Alnar ekibiyle Yalova’ya gelerek çalışmaya başlar. Önce binanın çevresi temel seviyesine kadar kazılır. Sonra çelik raylar binanın altına sabırla yerleştirilir. Bina üç gün içinde yaklaşık olarak 4,80 metre kaydırılır. Çalışmaları başında sonuna kadar takip eden Atatürk çok mutlu ve gururludur. Ağaçları böylesine seven Atatürk orada bulunanlarla birlikte keyifle kahvesini yudumlar. Görülüyor ki 50-60 yaşlarında 3 bin tane ağacı kesen zihniyet ve vicdan, aslında bir ağacın dalını bile kesmemek için çözümler arayan bir vicdanı, bir görüşü, bir felsefeyi kesip yok etme arzusu içinde… Neden Atatürk’ün felsefesini ve düşünce sistemini yaşayarak yaşatmaya çalışıyoruz dersiniz?… (Haber Ekspres Gazetesi 01.10.2012)

24 Eylül 2012

ULUSÇULUK SÖMÜRÜCÜLERİN DEĞİL, MUSTAFA KEMAL DEVRİMCİLERİNİN BAYRAĞIDIR…- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, son zamanlarda ulusçulukla hesaplaşmak isteyenler, meydanları boş bulup ileri geri konuşmaya başladılar. Halkımızın kafasını her gün karıştırmayı hüner sayan iktidar, bu yazıda aktaracağım son çıkışı ile Türk Milleti’ni bölme noktasına gelmiştir… Bu tehlikeli gidişi Türk Milleti’ne bir eğitmen ve yazar olarak aktarmak; “ulus” ve “ulusçuluk” bilincini açık ve net bir şekilde sizlerle paylaşmak istedim. Değerli okurlarım, Atatürk’ün, ulusu (milleti) din, ırk ve etnik kökene değil; “birlikte yaşamak ve bu yaşamı, sevinç ve tasaları paylaşarak birlikte sürdürmek istenç ve iradesi” olarak ifade edilen siyasal bilinç ve ideal beraberliğine bağladığı görülmektedir. Atatürk, bu siyasal bilinç ve ideal beraberliğinin bir araya getirdiği insan topluluğunun, ulusa dönüşebilmesi için bağımsızlığı temel koşul olarak görmüştür. Osmanlı Devleti’nde ise “ulus” oluşumuyla değil, “ümmet” yapılaşmasıyla karşılaşılmaktadır. Atatürk, ortaya koyduğu ulus anlayışıyla, etnik köken, dil ve din ayrımı yapmaksızın, bir ulus halinde birlikte yaşamak iradesine sahip kişilere, “ulus” kimliğinin çatısı altında birleşme yolunu açmıştır. Ulusal birliğin oluşumunda “dil” temel ve vazgeçilmez bir araçtır. Bu gerçeği bilen Atatürk, çeşitli dillerin konuşulduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde, bir “ortak dil”in gerekliliği üzerinde durmuştur. Bu doğrultuda 1924 tarihli T.C. Anayasası”nda, “resmi dilin Türkçe olduğu” hükmü yer almış ve kalıcılık kazanmıştır. Ulusçuluk (milliyetçilik), ulusun tüm bireylerinin ulus olmaktan doğan onur ve kıvanç duygularıyla ve ulusal kimlik bilinci içinde, başka devlet ve toplumlardan her alanda bağımsız olarak, devletin ve ulusun geleceği için birlikte çalışması; sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda başka toplum ve devletlerden bağımsız yaşama istencini taşıması ve bu istenci gerçekleştirmeye, ulusal devleti kurmaya yönelmesidir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından sonra, bir yandan devlet ve toplumu “ulusçuluk” bilinci çerçevesinde birbirine kenetlemeye çalışırken diğer yandan da toplumun özelliklerinin korunmasına özel önem vermiştir. Atatürk’ün ulusçuluğu; - Bağımsızlığı korurken, ulusu çağdaşlaştırmayı da amaçlar. - Diğer devletlerin bağımsızlığına saygı gösterir, barışçıdır. - Emperyalizme, sömürüye, gericiliğe, ayrıcalığa ve eşitsizliğe karşıdır. - Ayırıcı değil, birleştirici ve bütünleştiricidir. - Kişi, hanedan ve kurum egemenliğine karşıdır. - Yalnız siyasal, toplumsal ve kültürel değil; ekonomik yaşam alanlarını da kapsar. * * * Değerli okurlarım, Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik ilkeleriyle özdeştir, bu ilkelerle bir bütündür. Bu ilkelerden biri ya da birkaçı yok sayılarak Atatürk ulusçuluğu tanımlanamaz, savunulamaz. Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkını Türk Ulusu olarak kabul eder. Ulus-devlet yapılanması içinde “Türkiye Halkları” kavramına asla yer vermez. Devletin resmi dili Türkçe’dir, dini yoktur, bir tek başkent vardır, cumhuriyetle yönetilir… Devletin, eşit vatandaşlık hukuku çerçevesinde ülkede yaşayan tüm vatandaşları Türklük üst kültür kimliği içinde bütünleştirmesi ve “Ne mutlu Türküm diyene!” sloganı Atatürk’ün ulusçuluk anlayışının özünü oluşturur. İşte değerli okurlarım, AKP zihniyeti bu değerlerimizle hesaplaşmak istemektedir. * * * “Ulusçulukla hesaplaşma zamanı gelmiştir.” “19. yy ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.” “Herkesin toplumsal kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak değerlendirmeli ortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır. İki yüzyıl önce şehirlerimizde mahallelerimizde iç içe yaşayan Türkler, Ermeniler, Araplar, Rumlar, Arnavutlar ve daha birçok farklı etnik ve dini kimlik bugün bu organik yapıdan koparılmış durumda. Yeni kopuşlara izin vermememiz gerek” diyen kişi AKP zihniyetinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’dur… * * * Sizce “ulusçuluk” Uğur Mumcu’nun da dediği gibi, Atatürkçülerin de tamamen karşı olduğu “sömürücülerin bayrağı mı?...” Yoksa, “ulusçuluk” AKP zihniyetli Dışişleri Bakanı’nın da karşı olup hesaplaşmak istediği, “Mustafa Kemal devrimcilerinin bayrağı mı?....” Ne demişti Uğur Mumcu, “Ulusçuluk, sömürücülerin değil, Mustafa Kemal devrimcilerinin bayrağıdır”. İşte değerli okurlarım, görülüyor ki AKP zihniyetinin tüm çabası Atatürkçü devrimcilerin “ulusçuluk” bayraklarının ellerinden alınmasıdır… (Haber Ekspres Gazetesi-24.09.2012 İzmir)

17 Eylül 2012

ORTADOĞU’NUN DÖNÜŞÜMÜ - ZAFER YAPICI

Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da son iki yılda büyük değişimler yaşandı. Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesiyle başlayan dönüşüm süreci Ortadoğu coğrafyasında tüm hızıyla ve sancılarıyla devam ediyor. Batı dünyası söz konusu dönüşümün demokrasi yönünde gelişeceği söylemiyle sürecin temel itici gücü olmuştu. Batı dünyasında, otoriter yönetimlerin devrilmesiyle serbest seçimler ve piyasa ekonomisi aracılığıyla Batı çıkarlarına karşı ılımlı bir siyasal İslamcılığın iktidar olacağı varsayılmıştı. Bu varsayımın oluşmasında Türkiye örneği de etkili olmuştu. Milli Görüş gibi Batı’ya kuşkulu ve bu nedenle Batı tarafından “radikal İslamcı” olarak tanımlanan bir örgütlenmeden koparılan bir grubun iktidara taşınması ve Batı çıkarlarına karşı ılımlılaştırılması Batı’yı Ortadoğu için umutlandırıyordu. Batı’ya karşı radikal İslam tasfiye edilebilir ve sistemle barıştırılabilirdi. Sistemle barışık bir siyasal İslamcılık ve muhafazakarlık ise az gelişmiş ülkelerde kimlik siyasetinin etkisiyle iktidarını uzun yıllar koruyabilirdi. Ancak Ortadoğu’da yaşanan dönüşüm özelde ABD’nin genelde Batı dünyasının istediği sonuçları vermedi. Geçmişte Afganistan’da Batı tarafından Sovyetler Birliği’ne karşı mücadelede kullanılmak üzere palazlandırılan El Kaide’nin 11 Eylül’de ABD’nin başına bela olması gibi “iş kazaları” ABD yönetimini zor durumda bırakıyor şu günlerde. Mısır bu duruma örnek olarak verilebilir. Mısır’da İhvan hareketinin Mübarek sonrasındaki süreçte iktidara taşınarak ılımlılaştırması, AKP örneğinin tekrarı anlamına gelebilirdi. Evet, Mısır’da İhvan hareketinin temsilcisi olarak devlet başkanlığına getirilen Muhammed Mursi, büyük tepki çeken “Müslümanların Masumiyeti” isimli filmle ilgili olarak halkı Batı’ya ve Batılılara karşı sakin kalmaya çağırdı. Ancak Mısır’da El Kaide benzeri radikal hareketlerin özellikle işsiz ve genç nüfus arasında yükselişe geçmesi Mısır’da devlet yönetiminin “düzen” sağlamadaki yetersizliğini gündeme getiriyor. Benzer bir durum Libya’da da söz konusu. Nitekim Libya’da ABD büyükelçisi ve üç yardımcısı 11 Eylül’ün yıldönümünde öldürüldü. Irak tam bir kargaşa içinde. Suriye’de olası bir Esad sonrası dönemin istikrarsızlık ve mezhepsel kavga dönemi olacağı konusunda uluslararası ilişkiler uzmanları neredeyse hemfikir. Görülüyor ki Ortadoğu’da Batı desteğiyle düzen yıkılabiliyor. Ancak yeni düzenler öyle kolay kolay kurulamıyor. Bir zamanların ABD müttefiki radikal İslamcı hareketlerin uzantıları, bu istikrarsızlık ortamında ABD’ye ve Batı’ya karşı da zarar verici bir biçimde yeniden örgütleniyorlar. Durum kritik. Türkiye de bu kritik süreçten en çok etkilenme riski olan devletlerden biri ne yazık ki. (hABER eKSPRES gAZETESİ- 17-09-2012)

10 Eylül 2012

BU SORUNUN CEVABINI KİM VERECEK?...- ZAFER YAPICI

Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal, Şırnak’ın Beytüşşebap İlçesi’nde terör saldırısında şehit düşen on askerden biri olan Piyade Uzman Çavuş Erdoğan Sönmez için baba ocağı Antalya’nın Kepez İlçesi’ndeki evinde kurulan taziye çadırını ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında Vanlı baba İlyas Sönmez, Deniz Baykal’a bakın neler söyledi: “…Bana Van’da Türk, burada Kürt diyorlar. Kürt’ten milletvekili var, Kürt’ten cumhurbaşkanı var, Kürt’ten polis de var. Bu ne Kürt hakkıdır, ben anlamadım. Kim bana bir şey söyleyecek?”. Değerli okurlarım, acılı şehit babası yaptığı bu tespitle zaten sorduğu sorunun cevabını kendisi vermiştir. Etnik hatlar boyunca Kürt sorunu kavramsallaştırmasını kullanarak parçalanmaya çalışılan bir millet söz konusudur. Sorun terördür ve teröre karşı hangi etnik kökenden olursa olsun tüm Türk Milleti dayanışma içinde olmalıdır. Şehit babasının yapmış olduğu tespiti paylaşacak ve ona destek verecek birilerini görmek isteyişi sizce onun hakkı değil de kimin hakkıdır?.. Terör konusunda düşünülmesi gereken en önemli şey, şehit babasının bu feryadından alınması gereken ders değil midir?.. * * * Değerli okurlarım, Deniz Baykal’ın da ziyareti sırasında şehit babasının acısını şu sözlerle paylaştığı görülüyor: “Herkese sorumluluk düşüyor ama asıl sorumluluk iktidarda. Bunu unutmayın. Bu kadar yanlışlıklar var ki. Bizim de gücümüz yetmiyor maalesef. Oyun kadar konuşuyorsun. İktidardakiler, ’Ya uzlaşayım, anlaşayım’ havasına girdiğinden beri bu iş çığırından çıkıyor”. Deniz Baykal’ın şu sözleri de süreçle ilgili oldukça düşündürücü tespitler ve birleştirici çözüm önerileriyle dolu: “Ortada çok yanlışlıklar var. Tartışılması gereken pek çok hatalı tutumlar var. Bunları biliyoruz. Ama karşılıklı, birbirimize fatura kesme zamanı artık geride kalmıştır. Bir an önce yepyeni bir anlayışla bir araya gelmeli, durumu sorgulamalı ve yeni bir anlayışla Türkiye olarak bu durumdan nasıl çıkarız, ona bakmalıyız. Böyle durumlarda maalesef bir panik havası esiyor. O panik havasının etkisi altında insanlar birbirlerine bakıyor, ne yapacağını birbirine soruyor. Daha önce izlediği politikanın tam tersini izlettiriyor. Bu tutarsızlıklar, bazen öyle bazen böyle, birbiriyle çelişen politikaların izleniyor olması geleceğe yönelik bir güvensizlik ve umutsuzluk yaratıyor. Türkiye’nin kararlılığa ihtiyacı var. Kararlılığa, ne yapacağını bilmeye ve kararlılıkla onu sonuna kadar uygulama iradesini sergilemeye ihtiyacı var”. * * * Her gün yeni şehit cenazeleriyle; yeni başımız sağ olsun söylemleriyle karşılaşıyoruz. Otuz senedir “Bu acılar bu gözyaşları ne zaman sona erecek?...” soruları soruldu. Artık bıçak kemiğe dayandı… Yıl 2012, on yıldır AKP tek başına iktidarda. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan Başbakan, Cemil Çiçek TBMM Başkanı… Ve ardı ardına gelen şehitlerimiz, akan gözyaşlarını silemeyen annelerimiz… Terör belasından milletçe kurtulmamız için Deniz Baykal’ın ısrarla vurguladığı kararlılığa ve toplumsal dayanışmaya ihtiyacımız var. Baykal’ın tavsiyeleri başta iktidar olmak üzere ana muhalefet ve diğer partiler ve demokratik kitle örgütleri tarafından dikkate alınmalıdır. Baykal’ın ifade ettiği gibi bir an önce yepyeni bir anlayışla bir araya gelinmeli, durum sorgulamalıdır. Gün yepyeni bir anlayışla bir araya gelip durumu sorgulama günüdür. Gün bu yeni anlayışla Türkiye olarak bu durumdan nasıl çıkarız deme günüdür… Ve o gün bugündür… (Haber Ekspres Gazetesi-10.09.2012)

03 Eylül 2012

YOKSUL EMEKÇİLERİN ÇOCUKLARI DA YOKSUL MU OLMALI?...- ZAFER YAPICI

Açlık sınırının 919, yoksulluk sınırının 2.995 ve asgari ücretin 739 TL olduğu bir yerde emeğiyle zar zor geçinen milyonlarca yoksul yurttaşın çocukları da tıpkı anne babaları gibi yoksul ve emekçi… Bu olgu “din adına” konuşanlar, “dini siyasete alet edenler” ve kendini “siyasetçi ve aydın sananlar” tarafından kader biçiminde tanımlanıyor. Şükürcü, sesini çıkarmayan, verildiği kadarla yetinen, söylenenin dışına çıkmayan, sadaka alıp karşılığında oy veren bir toplum haline dönüştürülmeye çalışılıyor. Üstelik emeği de sömürülerek... Peki, yoksulun emeğini sömürenlerin ve onun çocuklarının kaderlerini kim belirliyor dersiniz?... Ya yaşantılarını? Bir yanda yoksul ve emekçi diğer yanda onun emeğini sömürerek, ondan yararlanarak, üstelik ona hükmederek şaşalı yaşamlarını çoluk çocuklarıyla idame ettiren bir elit kesim… * * * Değerli okurlarım, Recep Tayip Erdoğan, 2002 Milletvekili Genel Seçimi sürecinde halkın alım gücünün nasıl zayıfladığını çay-simit örneği ile meydanlarda çok yalın bir biçimde anlatmış ve çok alkış almıştı… Bakın Erdoğan, Türkiye 2002 Seçimleri’ne giderken neler söylemiş: “…Bir bardak çay 20 kuruş, bir simit 20 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün çayla ve simit yiyerek karınlarını doyurmaları halinde ayda 180 lira ödemek zorunda. Asgari ücret ise 184 lira. Bu insanlar kalan 4 lira ile diğer ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar? Sizin Allah’tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu?” Şimdi de biz Başbakan Recep Tayip Erdoğan’a kendi söylemleriyle cevap hakkımızı kullanalım. Sayın Başbakan, bugün açlık sınırının 919, yoksulluk sınırının 2.995 ve asgari ücretin 739 TL olduğu bir yerde… …Bir bardak çay 50 kuruş, bir simit 50 kuruş. Beş kişilik bir aile, üç öğün sadece çay ve simit yiyerek karınlarını doyurmaları halinde ayda 450 lira ödemek zorunda. Asgari ücret ise 739 lira. Dengeli beslenemeyen bu insanlar kalan 289 lira ile diğer ihtiyaçlarını (giyim, konut, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık…) nasıl karşılayacaklar? On yıldır iktidardasınız. Sizin Allah’tan korkunuz yok mu? İnsafınız, vicdanınız yok mu? * * * Değerli okurlarım, emekçi olan yoksul yurttaşlarımızın çocuklarının geleceği de bakın nasıl olacak? On yıldır iktidarda olan AKP aldığı bir kararla Milli Eğitim Bakanlığı’nın eğitim sistemini 4+4+4’lerle paralı hale getirip yoksul emekçi yurttaşlarımızın çocuklarını meslek liselerine mahkum ederek piyasaya ucuz iş gücü yetiştirmeyi amaçlıyor. Hani dillerinden düşürmedikleri o meşhur “ileri demokrasinin” getirdiği özgürlük bu olsa gerek… Bu nasıl bir anlayıştır?… Yani değişen bir şey yok. Yoksul emekçinin çocuğu da yoksul olmaya mahkum ediliyor. Hak ve özgürlüklerden yararlanmanın bireylerin ekonomik özgürlüklerine bağlı kılındığı bir yerde; gerçek demokrasiden, gerçek hak ve özgürlüklerden söz edilebilir mi?... (Haber Ekspres Gazetesi 03 Eylül 2012)

27 Ağustos 2012

SIĞINMACI SAYISI - ZAFER YAPICI

Hükümet sığınmacı saymaya devam ediyor. Dışişleri Bakanı sürekli son sayıları veriyor. Dışişleri Bakanı son olarak Suriye’den Türkiye’ye sığınanların sayısı 100 bini bulduğunda Suriye sınırı içinde güvenlikli bölge oluşumunun söz konusu olabileceğini ifade etti. Davutoğlu’nun bu fikri ortaya atması geçtiğimiz günlerde Hillary Clinton’la yapılan görüşmenin ve Türkiye-ABD heyetleri arasında kurulan “Operasyonel Ortaklığın” bir uzantısı. Ancak söz konusu “tampon” fikri uluslararası hukuk açısından sorunlu. Çünkü uluslararası hukuka göre bir devletin ülkesinde güvenlikli bölge – bir başka ifadeyle tampon bölge – kurulabilmesi bazı şartlara bağlanmış durumda. Yani sadece ABD ve Türkiye istedi diye hemen Suriye içinde bir tampon bölge kurulması hukuken olanaksız. Peki, nedir bu şartlar: Birincisi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararı. BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine taşınan konularda BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin veto hakkı var. Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti de BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olduğundan konseyden tampon bölge ile ilgili bir kararın çıkması şu koşullarda olanaksız görülüyor. İşte bu nedenle Dışişleri Bakanlığı ısrarla BM sisteminin sorun çözemez olduğunu ifade ediyor. Bu sistemin revize edilmesi gerektiğinden söz ediyor. İkinci şart ise Suriye devlet ve hükümetinin kendi topraklarında bir tampon bölge kurulmasına rıza göstermeleri. Esad yönetiminin böyle bir duruma onay vermeyeceği de açıkça ortada. Bu demek oluyor ki bir mucize olmazsa Clinton-Davutoğlu ortaklığının önerisi olan tamponun kurulması hukuken olanaksız. Devletler bu tür durumlarda güçleri ölçüsünde hukuk dışı yollara da başvurabiliyorlar. BM’nin bir askeri gücü ve zorunlu yargı mekanizması olmadığından büyük devletlerin hukuka aykırı uygulamaları kimi zaman cezasız kalabiliyor. Hatırlayın. ABD’nin son Irak müdahalesi bir BM Güvenlik Kurulu kararına dayanmayan hukuka aykırı bir operasyondu. Ancak realite hukuku alt etti. ABD’nin hukuka aykırı eylemi cezasız kalabildi. Aynı durum Suriye için de geçerli olabilir mi? Zaman gösterecek… (Haber Ekspres Gazetesi-27.08.2012- www.haberekspres.com.tr- www.turkcelil.com)

20 Ağustos 2012

KAÇIRILAN MİLLETVEKİLİ - ZAFER YAPICI

Geçtiğimiz günlerde bir CHP milletvekili (YCHP’mi desek!) PKK tarafından kaçırılmış, daha sonrasında ise serbest bırakılmıştı. Söz konusu kaçırma olayı başlı başına dehşet vericiydi. Kaçırılan milletvekili salıverdikten hemen sonra kendisinin PKK tarafından propaganda amacıyla kaçırıldığı yönünde demeçler veriyordu. (“Serbest Bırakılan Hüseyin Aygün: Propaganda Amaçlı bir Eylem”, Doğan Haber Ajansı, 14 Ağustos 2012). Ne yazık ki cumhuriyeti kuran partinin bir milletvekili - PKK tarafından kaçırılan milletvekili Hüseyin Aygün - üstelik PKK tarafından hangi amaçla kaçırıldığının farkında olarak bu amaca hizmet eden açıklamalar yapmayı sürdürüyordu... * * * Değerli okurlarım, PKK’nın bu propaganda eylemi çok vahimdir. Ancak PKK’nın bu eylemi kadar vahim olan şey, kökeni ulusal direnişe dayanan bir devrim partisi olan CHP’nin bir vekilinin aynı propaganda sürecine açıklamalarıyla katkıda bulunmaya ve bu propagandaya alet olmayı sürdürmesidir. Vahamet burada bitmemektedir. Ne yazık ki CHP’yle hiçbir ideolojik yakınlığı olmayanların partinin yönetim kademelerine hakim olduğu bir garip parti haline gelen YCHP’nin yeni yöneticileri Aygün’ün açıklamalarına destek çıkarak Aygün’ünkünden bile daha vahim bir davranış biçimi sergilemektedirler. Tüm bu süreçte YCHP yönetimini de arkasında hisseden Aygün, bir Truva atı gibi milletvekili olduğu partisinin ideolojisi ile hesaplaşmayı sürdürmektedir. PKK’lılar hakkında “çocuklar saygılı ve düzeyliydiler” diyor Aygün. Terörist, vatan, bayrak diyerek sorun çözülmüyor” diyor Aygün… Yani PKK’lılara terörist denmesine bile karşı çıkan bir anlayış sergiliyor. (“Hüseyin Aygün’den Şok Açıklama”, Samanyolu Haber, 17 Ağustos 2012). PKK’lılara terörist denmeyecekse, PKK’lılara “özgürlük savaşçısı” denmesini mi bekliyor ve istiyor Aygün? Söz konusu YCHP milletvekili burada da durmuyor. “CHP nasıl bir yolda yürüyeceğini, ulusalcı, kafatasçı kişilerle, onların yapacağı eleştirilerle yürünmeyeceğini görmüş oldu” diyor… YCHP’ye tepeden inme MYK üyesi yapılan Sezgin Tanrıkulu “CHP’de Aygün’ün açıklamaları konusunda bir görüş ayrılığı yoktur” diyor. Tepeden inme CHP İstanbul milletvekili Binnaz Toprak, Taraf gazetesinden Aygün’e destek çıkıyor. Tepeden inme CHP İzmir milletvekili Rıza Türmen Aygün’ün barışçı ve yapıcı mesajlar verdiğini söylüyor… CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu tüm bu açıklamalara kol kanat geriyor (“Yeni CHP, Aygün’e Sahip Çıktı”, Aydınlık, 18 Ağustos 2012). Aygün’ün zihniyeti aslında Atatürk ile hesaplaşıyor. CHP’ye hakim olduklarını sananlar aslında Atatürk ile hesaplaşıyor. CHP ile YCHP uzlaşamıyor. Hiçbir CHP’li YCHP zihniyetini içine sindiremiyor. Olan kısaca şu: CHP’nin anti tezi YCHP, CHP üzerinde diktatörlük kuruyor. Bu diktatörlük sürdürülebilir değil. Bundan dolayı zaman zaman “takiye” yapılarak YCHP’nin CHP’ye benzediği izlenimi yaratılmaya çalışılıyor. Son olarak Aygün’ün “bu saygılı çocuklardan şikayetçi değilim” dedikten hemen sonra kendisini kaçıran PKK teröristlerinden şikayetçi olduğu belgelendi. (Sözcü, 18 Ağustos 2012). Tunceli’de başka sıkıştıkça Ankara’da başka, İzmir’de başka konuşan bir parti olmaya başladı YCHP. Geçtiğimiz aylarda bu strateji tutuyordu. Ancak artık tutmuyor. CHP’liler gerçeği; CHP’nin AKP’lileştirilmeye, BDP’lileştirilmeye çalışıldığı gerçeğini daha net kavramaya başladı. Türk siyasetinde yeni bir süreç bizleri bekliyor… * * * Değerli okurlarım, bu haftaki yazım bayramın ikinci gününe denk geldi. Bu vesileyle tüm okurlarımın bayramını en içten dileklerimle kutluyorum. (Haber Ekspres Gazetesi 20.08.2012- www.haberekspres.com.tr- www.turkcelil.com)

13 Ağustos 2012

TERÖR - ZAFER YAPICI

Türkiye oldukça acı bir terör sürecinin içinde ne yazık ki. Bir taraftan Şemdinli’de PKK’nın neredeyse bir cephe savaşı yürüttüğü söyleniyor. Osman Pamukoğlu’nun “Hakkari elden gitti” şeklindeki açıklaması oldukça düşündürücü bir durumu gözler önüne seriyor (Sözcü, 9 Ağustos 2012). Şemdinli’de bunlar olurken terör kendini kentimizde de hissettirdi ne yazık ki. Foça’da yaşananlar acımıza acı kattı. Tüm bunlar olurken hükümet Suriye ve Myanmar odaklı söylemlerle gündem değiştirmeye çalışıyor. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın “Terörle mücadele çok iyi gidiyor” sözleri ise olsa olsa bir temenni cümlesinden ibaret. İşin garibi iktidar çizgisindeki basın organları Suriye yönetimi ile PKK’yı ilişkilendirmek için özel bir gayret sarf ediyorlar. Gelecekte Suriye’ye karşı olası bir müdahaleyi meşrulaştırmak için vatandaşın teröre karşı hassasiyetinin kullanılacağı bir ortam hazırlığındalar. Zaman gazetesi örneğin; Türkiye’de bulunan Humus Devrim Konseyi Sözcüsü’nün iddiasını sorgusuz sualsiz doğru kabul etmiş ve manşete taşımış. “Esed, cezaevlerindeki PKK’lıları serbest bıraktı” diyor Zaman manşetinde. (Zaman, 7 Ağustos 2012). Başbakanın eşi Myanmar’da Budist-Müslüman çatışmasının taraflarından Müslümanlara yardım dağıtıyor. Kimse Türkiye’deki yoksulluğa, Türkiye’deki teröre kalıcı bir çözüm bulmayı düşünmüyor. Başbakan Meclis oturumu isteyen ana muhalefet partisi liderine kızıyor. MHP’nin ne dediği belli değil… Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Myanmar yolunda açıklama yapıyor. Suriye’nin kuzeyinde bulunan Kobani ve Afrin’de PKK’nın kontrolü ele geçirdiğini doğruluyor. PKK’nın kontrolü ele geçirmesinin Suriye’deki otorite boşluğundan kaynaklandığını söylüyor. Akıllara, Suriye’de otorite boşluğu oluşmasına kimlerin katkı verdiği sorusu geliyor…(Gazetevatan.com, 9 Ağustos 2012). İşler hiç de iyi gitmiyor. Oysa teröre son verebilmek için birlik, kararlılık ve tutarlılık şart. Hükümet terörle mücadele ile teröristle müzakereyi iç içe geçirdikçe bunun acı sonuçlarını tüm millet yaşıyor. (Haber Ekspres Gazetesi-13 Ağustos 2012- www.haberekspres.com.tr-www.turkcelil.com)

06 Ağustos 2012

KERKÜK ZİYARETİ - ZAFER YAPICI

Kerkük bugün Irak sınırları içinde kalan, tarihsel açıdan Türkmenlerin nüfusun ana öğesini oluşturduğu bir kent. 1926 yılında Türkiye ile İngiltere arasında yapılan anlaşmanın ardından Irak Krallığı’na devredilmiş bir bölge. Geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu kenti ziyaret etti. Ziyaret basın organlarında şu manşetlerle duyuruldu: “Kerkük’e 75 yıl sonra tarihi ziyaret” (Zaman), “75 yıl sonra bir ilk: Kerkük’e tarihi ziyaret” (Akit), “75 yıl sonra Kerkük’teyiz” (Türkiye), “75 yıl sonra bir ilk: Davutoğlu Kerkük’te” (Star), “Kerkük’e 75 yıl sonra sürpriz ziyaret” (Sabah), “75 yıl sonra Kerkük’te ilk Dışişleri Bakanı (Milliyet), “Ansızın Kerkük” (Habertürk)… Oysa durum gazete manşetlerinde aktarılandan oldukça farklıydı: 1955’te Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, 1967’de Başbakan Süleyman Demirel, 1967-68’de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, 1976’da Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, 1977’de Başbakan Süleyman Demirel Kerkük’ü ziyaret etmişti. (Aydınlık, 4 Ağustos 2012). Gazeteler bu kadar Kürt açılımı arasında Davutoğlu’nun yurtdışında yaşayan Türkler konusunda da hassasiyeti olduğunu ispat etme gereğini hissetmiş olacaklar ki, “cumhuriyet tarihinde yapılmamışı yapma efsanesi” yaratma gayreti içine girmişlerdi. Oysa yukarıda belirttiğimiz gibi bu efsane tarihsel gerçeklikle uyuşmuyordu. Geçmişte Kerkük’e yapılan tüm ziyaretler Irak merkezi hükümetinin bilgisi dahilinde gerçekleşmişti. Oysa Davutoğlu ziyaretinde böyle bir durum yoktu. Zaten basına yansıdığı kadarıyla Irak merkezi yönetimi Davutoğlu’nun tutuklanabileceği konusunu bile gündeme taşımıştı. Anlaşılan Davutoğlu’nun Irak ziyaretinde bir yerlerden izin alınmıştı, ancak izin alınan yer Irak merkezi hükümeti değildi. Davutoğlu ziyaret öncesinde Erbil kentindeydi. Barzani ile görüşmelerde bulunmuştu. Bu görüşmelerden sonra, belli ki bu bölgelerde fiili otoriteyi elde tutan Barzani’den alınan izin neticesinde Kerkük’e ziyarette bulunmuştu. Bu demek oluyor ki, AKP yönetimi Barzani ile diplomatik ilişkilerini Irak yönetimine rağmen (Irak anayasası buna izin vermiyor) geliştiriyor ve Kürt yönetimini tanıyor. Üstelik Kerkük’e giriş konusunda merkezi yönetim yerine Kürt yönetimin olurunu alarak Kerkük’ün bir Kürt bölgesi olduğunu dolaylı yönden kabullenmiş oluyor. Gerçek bu iken medya kanalıyla yaratılan bir imaj cambazlığı ile Davutoğlu, milliyetçi kesime yapamayanı yapan bir yıldız gibi yansıtılıyor. AKP’nin Kuzey Irak politikasından cesaret bulmuş olacak ki BDP eşbaşkanı Selahaddin Demirtaş bakın neler diyor: “Türkiye Suriye’nin kuzeyinde kurulan oluşumla da görüşmelidir” (Birgün, 3 Ağustos 2012). Davutoğlu’nun bu öneriyi de dikkate alacağını yakın gelecekte görecek gibiyiz. Çünkü sorunlara sorun ekleyen yeni bir dış politika anlayışı var. (Haber Ekspres.Gazetesi 06.08.2012- www.haberekspres.com.tr - www.turkcelil.com)

30 Temmuz 2012

FARKIMDA MIYIZ?...- ZAFER YAPICI

1854 yılında ABD Başkanı Amerika’ya gelen beyaz göçmenlere toprak bulmak amacıyla bir mektup yazarak Kızılderililerden toprak istemiştir. Başkan mektubunda isteğinin kabul edilmesi durumunda, Kızılderililere rahatça yaşabilecekleri bir bölgenin ayrılacağını belirtmiştir. O zamana dek topraklarının büyük bölümüne beyazlar tarafından zorla el konulmuş olan Kızılderili Reisi Seattle bir konuşmasında ABD Başkanı’nın bu mektubuna yanıt vermiştir. Sonradan bu yanıt yazıya dökülerek mektup olarak ABD Başkanı’na da gönderilmiştir. Seattle’ın mektup haline getirilen bu konuşma metninin aslı ABD’de Seattle Squamish Müzesi’nde korunmaktadır. Şef Seattle’ın Mektubundan Bazı Alıntılar …Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir... …Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum. Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizim için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini onun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı? Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğiz. Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var: Beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum. Yaylalarda cesetleri kokan binlerce bufalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları sadece eğlenmek için. Dumanlar püskürten bu demir atın bir bufalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz sadece yaşayabilmek için avlardık bufaloları. Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır... …Beyaz adamı bu topraklara getiren ve Kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrı’nın adaletini anlayamıyoruz. Tıpkı bufaloların öldürülüşünü, ormanların yakılışını, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi. Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak… Değerli okurlarım, bu konuşmadan çıkarılacak çok büyük dersler olduğuna inanıyorum… 1800’lü yıllarda sömürü düzeni nasıl kurulmuş ise şimdi de dünyanın küresel efendileri sömürü düzenini yeni dünya düzeni adı altında sürdürmektedirler. Sömürüyü kendi düzenledikleri ve dünyaya kabul ettirdikleri “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni” kendileri ihlal ederek sürdürmektedirler. Bu nedenle Şef Seattle’nin anlattıkları, sadece 19. yüzyılın emperyalist yayılmacılığının mantığını deşifre etmiyor, 21. yüzyılın başında Irak’ta olup bitenleri; küresel ısınmayı gerçekleştirenleri birebir yansıtıyor. Sanki Şef Seattle iki yüzyıl öncesinden bugünün sömürü düzenini ifşa ediyor… Şef Seattle; “İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak…” demişti. Tüm dünyanın ekolojik dengesini kendi çıkarları için yok etmeyi göze alan küresel efendilerin varolduğu bir dünyada bu sözler en çok bıçağın kemiğe dayandığı bugünü anlatıyor... Aşırı sanayileşmenin toprağa bıraktığı atıkların ve atmosfere saldığı gazların havayı, suyu ve toprağı kirletmesi, ormanların kesilerek veya yakılarak yok edilmesi… Şef Seattle’nin söylediği gibi bu gün insanoğlu varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcında… Farkında mıyız? Küresel efendiler kendi çıkarları için tüm dünyayı çöplüğe çeviriyorlar. Ama küresel ısınmanın sorumluluğunu bile üstlenmek istemiyorlar. Geri kalmış ülkelerin tüm kaynaklarını ele geçirme uğruna o ülke insanlarının doğal yaşam alanlarını, kültürlerini, tarihlerini, çevrelerini ve geleceklerini tahrip ediyorlar. Bu güçleri ve bu güçlerin uzantılarını iyi tanımalıyız. Tedbirlerimizi vakit kaybetmeden almalıyız. Havanın, suyun, toprağın ve ormanların yaşam kaynağımız olduğunu unutmamalıyız… Tıpkı Şef Seattle gibi geldiğimiz noktanın farkında olmalıyız! “Yüzyıllardır halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir. Bugün açık gözüken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir. Sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir” diyor Seattle… Evet, gerçekler asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir… (Hber Ekspres Gazetesi 30.07.2012- www.haberekspres.com.tr- www.turkcelil.com)