Türkiye Cumhuriyeti'nin önce laik, sonra sosyal devlet yapısıyla oynanmak istendi.
Görülüyor ki şimdi de hukuk devleti yapısıyla oynanmak isteniyor.
Bunun için de hukuksal belirsizlik ortamı yaratılmaya çalışılıyor.
* * *
Süreç aynen şöyle gelişti:
TBMM, 6 Mart 2008 günü nüfusu 2000'in altında olan belediyelerin kapatılmasını öngören yasayı kabul etmişti. Bunun üzerine CHP Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuştu.
31 Ekim günü Anayasa Mahkemesi kapatılacak belediyelerin 60 gün içinde dava açabilecekleri hükmüyle davayı karara bağladı. Örneğin, Giresun'un Kovanlık Belediyesince dava açıldı.
23 Aralık 2008 günü Danıştay, Danıştay'a dava açan belediyelerinin yerel seçime girebileceği kararını açıkladı.
Bu açıklamanın ardından Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Danıştay kararına dayanarak söz konusu belediyelerin seçime girmelerine onay verdi.
24 Aralık 2008 saat 14.00'te Başbakan Erdoğan, YSK'nın, Danıştay kararına dayanarak 862 belediyeye, yerel seçime girebilmeleri konusunda yeşil ışık yakması üzerine şu sert yanıtı verdi: "...Danıştay ve Yüksek Seçim Kurulu ikinci bir Anayasa Mahkemesi mi?.."
Aynı gün saat 19.00'da Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, tıpkı Başbakan gibi Danıştay ve YSK'yı hedef alan bir konuşma yaptı. "Bu karar Anayasa Mahkemesi'nin ulaştığı sonucu yansıtmıyor. Mahkeme kararının bağlayıcılığı ihlal ediliyor" dedi.
Bir saat sonra, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt, "Benim açıklamadan az önce haberim oldu. Bu görüş Kılıç'ın kendi görüşü, katılmıyorum. YSK tek yetkili.
Sayın başkan, YSK'yi Anayasa ihlali ile suçlamış. Bu ağır bir ifade. Benim için sürpriz oldu" şeklinde bir açıklama yaptı.
25 Aralık 2008 saat 10.00'da Paksüt'ün açıklamasına cevap olarak Haşim Kılıç bir açıklama daha yaptı. "YSK Anayasa'yı ihlal etti" açıklaması konusunda "Çoğunlukta olan 6 arkadaşın arzusu, onayı ve isteği doğrultusunda o açıklama yapıldı. Çatlak, kurumlar arasında böyle bir kavga, öfke, kin asla olmaz" dedi.
Aynı gün saat 10.30'da Anayasa Mahkemesi'nin Başkanvekili ve 7 üyesi, Haşim Kılıç'ın yaptığı açıklama üzerine "Yapılan açıklama Anayasa Mahkemesi'nin görüşünü yansıtmıyor. Haberdar olmadığımız bu açıklamaya katılmıyoruz" şeklinde bir açıklamada daha bulundular.
Bu açıklamalardan sonra, aynı gün saat 19.00'da Danıştay olağanüstü toplandı. Danıştay üyeleri hem Başbakan'a hem de Kılıç'a yönelik şu yanıtı verdiler: "Başbakan'ın, Anayasal görev ve yetkilerini kullanan Danıştay'ı yetkilerini aşan bir yargı kurumu gibi göstermesi hukuk devletiyle bağdaşmaz.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Kılıç, Anayasal görev, yetki ve sorumluluğunu aşan talihsiz bir beyanda bulundu."
Ve 26 Aralık 2008 saat 19.35'te YSK tartışmalara son noktayı koydu. YSK Başkanvekili Ahmet Başpınar: "Anayasa Mahkemesi Başkanınca kurulumuz kararına yönelik olarak yapılan açıklamanın kişisel görüşü yansıttığının anlaşılmış olması nedeniyle bu hususta bir açıklama yapmaya bir ihtiyaç duyulmamıştır. Kurulumuz, belediyelerle ilgili kararını vermiş ve seçim takvimini de göz önünde tutarak bu kararını uygulamaya koymuştur" dedi.
* * *
Değerli okurlarım, hatırlarsınız daha önce de Danıştay'ın aldığı bir karar hakkında Başbakan "Ulemaya sorulmalıdır" şeklinde konuşmuştu. Hukuk devleti konusundaki anlayışı böylelikle netlikle ortaya çıkmıştı.
Şimdi de Başbakan, Danıştay'ı ve YSK'yı, aldıkları kararların işine gelmemesi nedeniyle, yetkilerini aşan yargı kurumları gibi gösteriyor.
Ve ne yazık ki Anayasa Mahkemesi gibi yüce bir mahkemenin başında bulunan ama hukukçu olmayan Haşim Kılıç da, bu hukuksal karmaşa ortamının inşasında başbakana yardımcı oluyor.
Yaşanan olay bize göstermiştir ki tüm yüksek yargı organlarında hukukçuların görevlendirilmeleri, yargı organlarının görev yetki ve sorumluluklarını bilerek kararlar almalarını sağlamakta ve böylelikle hukuk devlet yapısını güçlendirmektedir.
Değerli okurlarım, CHP, yeni programında bu gerçeğe parmak basmıştır.
Programda "Birden fazla yargıçlı İdare Mahkemeleri Başkanları, Bölge İdare Mahkemeleri ile Danıştay ve Yargıtay Daire Başkanları ile Danıştay ve Anayasa Mahkemesi Başkanları mutlaka hukuk eğitimi almış alacaktır" denilmektedir.
Ayrıca programda "Hiçbir organ, makam, merci ve kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere emir ve talimat veremeyeceği ileri bir hukuk devleti anlayışı ülkede etkin kılınacaktır" ifadesine yer verilmiştir.
Programın iki maddesinde yapılan saptamaların ve açıklanan hedeflerin Türkiye için ne denli önemli olduğu şimdiden ortaya çıkmıştır.
* * *
Değerli okurlarım, bugün Haşim Kılıç dışındaki Anayasa Mahkemesi üyeleri; Danıştay ve YSK, görev, yetki ve sorumlulukları çerçevesinde almış oldukları kararlarla Türkiye Cumhuriyeti'nin hukuk devlet yapısını korumuşlardır.
Türlü engellemelere rağmen...
Ancak cumhuriyetin hukuk devleti yapısının kuvvetlendirilmesi için yeni önlemlere ihtiyaç vardır.
Bu önlemler konusunda CHP'nin yeni parti programının önemli noktalara işaret ettiği kanısındayım.
(Haber Ekspres, 30 Aralık 2008)
30 Aralık 2008
23 Aralık 2008
KONUŞMA-DİNLEME KÜLTÜRÜ VE MELİH GÖKÇEK...- ZAFER YAPICI
Sokrat kendisinden ders almak isteyen bir öğrenciden, ders ücreti olarak yüksek bir meblağ talep etmiş. Öğrenci "Ben bu ücretle iki-üç tane hoca tutabilirim" deyince, Sokrat bu kez "İyi ama evladım ben bu paraya, sadece konuşmasını değil dinlemesini de öğreteceğim" demiş.
Goethe "Konuşmak bir gereksinim, dinlemek ise bir sanattır" demiş.
Değerli okurlarım dinleme; algılama, duyumsama ve özümleme süreçlerini içerir.
Dinleme, sevginin artmasında, dostluğun geliştirilmesinde ve yeni fikir üretilmesinde önemli rol oynar.
* * *
Cumhuriyet Halk Partisi, "Halkımızı ezdirtmeyeceğiz, ülkemizi soydurtmayacağız, milletimizi böldürtmeyeceğiz" sözünü vermişti.
Önce insan diyen CHP; ülkesini ve milletini yolsuzluğa, yoksulluğa, yandaşlığa ve yasaklara karşı korumak adına dürüst yönetim, temiz siyaset anlayışını ortaya koyuyor.
Şaban Dişli vakası ile başlayan, Deniz Feneri, Dengir Mir Mehmet Fırat ve Aytaç Durak tartışmalarıyla gelişen temiz siyaseti kurumsallaştırma süreci, CHP'nin önderliğinde Melih Gökçek tartışmasıyla devam ediyor.
Bu tartışma politik olduğu kadar psikolojik boyutuyla da oldukça ilgi çekici...
* * *
Değerli okurlarım, 17 Aralık 2008 Çarşamba günü saat 19'da usta gazeteci Uğur Dündar'ın yönetiminde, CHP Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu, "doğalgaz ve sayaçları ile ilgili Ankaralıların zarara uğratıldığı iddiasını" belgelerle açıklamak için Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'le karşı karşıya geldi.
Doksan iki dakika süren bu karşılaşmada Melih Gökçek 45 dakika 46 saniye, Kemal Kılıçdaroğlu 23 dakika 1 saniye ve Uğur Dündar da 23 dakika 13 saniye konuştu. Bu konuşmaları tüm Türkiye izledi. Kemal Kılıçdaroğlu'nun sorduğu sorular karşısında terleyen Melih Gökçek konuyu saptırarak ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun 53 kez sözünü keserek zamanı törpülemek istedi.
Melih Gökçek, hem sergilediği tavır hem de kullandığı üslupla usta gazeteci Uğur Dündar'ı ve ekran karşısındaki milyonları hayretler içinde bıraktı. Gökçek'in bu tutumu karşısında kendine son derece güvenen bir devlet adamı kimliğiyle nerede ne şekilde konuşacağını ve dinleyeceğini bilen Kılıçdaroğlu, ortaya koyduğu belgelerle milyonların takdirini kazandı.
Kemal Kılıçdaroğlu bu yaklaşımı ile
* Melih Gökçek'i konuşamaz hale getirdi.
* Konuşma ve dinleme kültürünü hiçe sayan Melih Gökçek'e Türkiye'nin gözü önünde konuşma ve dinleme kültürü dersi verdi.
* Böyle önemli makamlarda oturan kimselerin düşünme, konuşma, dinleme kültürüne sahip olması ve halkı için çalışması gerektiğini gözler önüne serdi.
* Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti olan Ankara'nın Büyükşehir Belediye Başkanı olan Melih Gökçek'in gerçek yüzünü Türkiye'ye göstererek bu tavır ve davranışlarda olan bir kimsenin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olamayacağını bir kez daha kanıtlanmış oldu.
* Temiz siyaset ve dürüst yönetim kavramlarını her defasında dile getiren CHP'nin, bu kavramların ne kadar arkasında olduğunu bir kez daha gösterdi.
* Hak arama kültürünü kurumsallaştırma yönünde önemli bir psikolojik eşiğin aşılmasını sağladı.
Değerli okurlarım, bu karşılaşma bizlere aynı zamanda konuşma ve dinleme kültürünün ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Konuşma ve dinleme kültürüne sahip olan Kılıçdaroğlu ile konuşma ve dinleme kültürüne sahip olmayan Melih Gökçek'in tartışması güven olgusunu gündeme getirmiştir.
Sonuç olarak Melih Gökçek'in güvenilecek bir insan olmadığı ortaya çıkmıştır...
* * *
Dengir Mir Mehmet Fırat bu karşılaşma ile ilgili bakın nasıl bir konuşma kültürü örneği ortaya koyuyor: "-Vallahi Melih daha şıllıktır. Kemal Kılıçdaroğlu Melih'le baş edemez..."
Biri Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, diğeri Kemal Kılıçdaroğlu'nun koltuğundan ettiği AKP Genel Başkan Yardımcısı...
E daha fazla ne söylenebilir ki!...
Algılama, duyumsama, özümleme süreçlerini içeren dinleme kültürüne sahip olmayan Melih Gökçek, Kemal Kılıçdaroğlu karşısında ve yetmiş milyonunun gözleri önünde balon yerine kendisini ve AKP'nin siyaset anlayışını patlatmıştır...
Olan, tam anlamıyla budur!
Goethe "Konuşmak bir gereksinim, dinlemek ise bir sanattır" demiş.
Değerli okurlarım dinleme; algılama, duyumsama ve özümleme süreçlerini içerir.
Dinleme, sevginin artmasında, dostluğun geliştirilmesinde ve yeni fikir üretilmesinde önemli rol oynar.
* * *
Cumhuriyet Halk Partisi, "Halkımızı ezdirtmeyeceğiz, ülkemizi soydurtmayacağız, milletimizi böldürtmeyeceğiz" sözünü vermişti.
Önce insan diyen CHP; ülkesini ve milletini yolsuzluğa, yoksulluğa, yandaşlığa ve yasaklara karşı korumak adına dürüst yönetim, temiz siyaset anlayışını ortaya koyuyor.
Şaban Dişli vakası ile başlayan, Deniz Feneri, Dengir Mir Mehmet Fırat ve Aytaç Durak tartışmalarıyla gelişen temiz siyaseti kurumsallaştırma süreci, CHP'nin önderliğinde Melih Gökçek tartışmasıyla devam ediyor.
Bu tartışma politik olduğu kadar psikolojik boyutuyla da oldukça ilgi çekici...
* * *
Değerli okurlarım, 17 Aralık 2008 Çarşamba günü saat 19'da usta gazeteci Uğur Dündar'ın yönetiminde, CHP Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu, "doğalgaz ve sayaçları ile ilgili Ankaralıların zarara uğratıldığı iddiasını" belgelerle açıklamak için Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'le karşı karşıya geldi.
Doksan iki dakika süren bu karşılaşmada Melih Gökçek 45 dakika 46 saniye, Kemal Kılıçdaroğlu 23 dakika 1 saniye ve Uğur Dündar da 23 dakika 13 saniye konuştu. Bu konuşmaları tüm Türkiye izledi. Kemal Kılıçdaroğlu'nun sorduğu sorular karşısında terleyen Melih Gökçek konuyu saptırarak ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun 53 kez sözünü keserek zamanı törpülemek istedi.
Melih Gökçek, hem sergilediği tavır hem de kullandığı üslupla usta gazeteci Uğur Dündar'ı ve ekran karşısındaki milyonları hayretler içinde bıraktı. Gökçek'in bu tutumu karşısında kendine son derece güvenen bir devlet adamı kimliğiyle nerede ne şekilde konuşacağını ve dinleyeceğini bilen Kılıçdaroğlu, ortaya koyduğu belgelerle milyonların takdirini kazandı.
Kemal Kılıçdaroğlu bu yaklaşımı ile
* Melih Gökçek'i konuşamaz hale getirdi.
* Konuşma ve dinleme kültürünü hiçe sayan Melih Gökçek'e Türkiye'nin gözü önünde konuşma ve dinleme kültürü dersi verdi.
* Böyle önemli makamlarda oturan kimselerin düşünme, konuşma, dinleme kültürüne sahip olması ve halkı için çalışması gerektiğini gözler önüne serdi.
* Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti olan Ankara'nın Büyükşehir Belediye Başkanı olan Melih Gökçek'in gerçek yüzünü Türkiye'ye göstererek bu tavır ve davranışlarda olan bir kimsenin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olamayacağını bir kez daha kanıtlanmış oldu.
* Temiz siyaset ve dürüst yönetim kavramlarını her defasında dile getiren CHP'nin, bu kavramların ne kadar arkasında olduğunu bir kez daha gösterdi.
* Hak arama kültürünü kurumsallaştırma yönünde önemli bir psikolojik eşiğin aşılmasını sağladı.
Değerli okurlarım, bu karşılaşma bizlere aynı zamanda konuşma ve dinleme kültürünün ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Konuşma ve dinleme kültürüne sahip olan Kılıçdaroğlu ile konuşma ve dinleme kültürüne sahip olmayan Melih Gökçek'in tartışması güven olgusunu gündeme getirmiştir.
Sonuç olarak Melih Gökçek'in güvenilecek bir insan olmadığı ortaya çıkmıştır...
* * *
Dengir Mir Mehmet Fırat bu karşılaşma ile ilgili bakın nasıl bir konuşma kültürü örneği ortaya koyuyor: "-Vallahi Melih daha şıllıktır. Kemal Kılıçdaroğlu Melih'le baş edemez..."
Biri Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, diğeri Kemal Kılıçdaroğlu'nun koltuğundan ettiği AKP Genel Başkan Yardımcısı...
E daha fazla ne söylenebilir ki!...
Algılama, duyumsama, özümleme süreçlerini içeren dinleme kültürüne sahip olmayan Melih Gökçek, Kemal Kılıçdaroğlu karşısında ve yetmiş milyonunun gözleri önünde balon yerine kendisini ve AKP'nin siyaset anlayışını patlatmıştır...
Olan, tam anlamıyla budur!
16 Aralık 2008
MEHMETÇİK, TÜRK ULUSUNUN ORTAK DEĞERİDİR - ZAFER YAPICI
Her dönem olduğu gibi bu dönem de askere gidecek olan gençlerimiz; aileleriyle, yakınlarıyla, yurdun dört bir yanında duygulu anlar yaşıyorlar.
Anne ve babalar, büyük özveri ile yirmili yaşlara getirdikleri oğullarını, Cumhuriyet ordularına katılmak üzere kıtalarına davullarla zurnalarla, gurur ve sevinçle yolluyorlar.
Dünyada hiçbir millet yoktur ki, çocuklarını, vatan savunmasında şehit olma ihtimalini bile bile davulla zurnayla askere göndersin.
Hele terörün kol gezdiği ve şehit haberleriyle yüreğimizin dağlandığı bir sırada her Türk anne ve babası gözünü kırpmadan, vatanın bölünmez bütünlüğünü tüm dünyaya haykırırcasına canından aziz bildiği evlatlarını Mehmetçik olsun diye ordusuna teslim etmekteler...
Çünkü biliyorlar evlatlarının görevlerinin kutsallığı ve önemini. "Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde, milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim!" sözünün ardından Mehmetçik rütbesinin alınacağını...
Ve biliyorlar ki bu andın teminatının şeref, bedelinin gerektiğinde uğruna ölmek olduğunu...
...Evlatlarının Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu ve Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Cumhuriyet ordularının bir mensubu olduğunu...
İşte Türk anne ve babalarının bu bilinç içerisinde olması bizi, hepimizi; kısacası Türk milletini bir arada tutan şey değil mi?
...Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye cumhuriyetinin ulus, laik ve üniter yapısına gösterilen duyarlılık ve hassasiyet değil mi bizi güçlü kılan?
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve devrimlerinin sonsuza kadar yaşatılması kararlılığı değil mi, ya da?
* * *
Tüm Mehmetçiklerimizle ve Mehmetçik adaylarımızla tıpkı anne, baba ve yakınları gibi Türk milletinin fertleri olarak bizler de onur ve gurur duyuyoruz...
Mehmetçik, Türk ulusunun birlik ve beraberliğini pekiştiren ortak sevincimiz, üzüntümüz, gururumuz ve onurumuzdur...
...Biliyoruz ki, "Cumhuriyet orduları; Cumhuriyeti ve kutsal topraklarını güvenle koruma ve savunma kudretindedir ve hazırdır".
Gazi Mustafa Kemal'in söylediği gibi...
(Haber Ekspres, 16 Aralık 2008)
Anne ve babalar, büyük özveri ile yirmili yaşlara getirdikleri oğullarını, Cumhuriyet ordularına katılmak üzere kıtalarına davullarla zurnalarla, gurur ve sevinçle yolluyorlar.
Dünyada hiçbir millet yoktur ki, çocuklarını, vatan savunmasında şehit olma ihtimalini bile bile davulla zurnayla askere göndersin.
Hele terörün kol gezdiği ve şehit haberleriyle yüreğimizin dağlandığı bir sırada her Türk anne ve babası gözünü kırpmadan, vatanın bölünmez bütünlüğünü tüm dünyaya haykırırcasına canından aziz bildiği evlatlarını Mehmetçik olsun diye ordusuna teslim etmekteler...
Çünkü biliyorlar evlatlarının görevlerinin kutsallığı ve önemini. "Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde, milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim!" sözünün ardından Mehmetçik rütbesinin alınacağını...
Ve biliyorlar ki bu andın teminatının şeref, bedelinin gerektiğinde uğruna ölmek olduğunu...
...Evlatlarının Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu ve Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Cumhuriyet ordularının bir mensubu olduğunu...
İşte Türk anne ve babalarının bu bilinç içerisinde olması bizi, hepimizi; kısacası Türk milletini bir arada tutan şey değil mi?
...Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye cumhuriyetinin ulus, laik ve üniter yapısına gösterilen duyarlılık ve hassasiyet değil mi bizi güçlü kılan?
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve devrimlerinin sonsuza kadar yaşatılması kararlılığı değil mi, ya da?
* * *
Tüm Mehmetçiklerimizle ve Mehmetçik adaylarımızla tıpkı anne, baba ve yakınları gibi Türk milletinin fertleri olarak bizler de onur ve gurur duyuyoruz...
Mehmetçik, Türk ulusunun birlik ve beraberliğini pekiştiren ortak sevincimiz, üzüntümüz, gururumuz ve onurumuzdur...
...Biliyoruz ki, "Cumhuriyet orduları; Cumhuriyeti ve kutsal topraklarını güvenle koruma ve savunma kudretindedir ve hazırdır".
Gazi Mustafa Kemal'in söylediği gibi...
(Haber Ekspres, 16 Aralık 2008)
08 Aralık 2008
AYDIN OLMAK...-ZAFER YAPICI
Aydın olmak güzel şey kardeşim.
O kadar saygınlık verir ki insana, sormayın gitsin! Siz hiçbir şeyin farkında olmasanız da “bir bilen” olursunuz kısa zamanda.
Acayip karizma yaparsınız!
Bir de o kadar kolaydır ki Türkiye’de aydın olmak…
Öyle başkalarının sizi aydın olarak nitelemesine gerek yok. Aydınlanmayı özümseyip özümsememekle desen, uzaktan yakından ilişkisi yok!
Hatta Aydınlanma karşıtlığı bir önkoşuludur Türkiye’de aydın olmanın…
Bir sabah uyandığınızda geçersiniz aynanın karşısına. Sıralarsınız ezberlediğiniz sihirli sözcükleri ardı ardına: “-AB’ye üye, ABD’ye ortak olmalıyız. Ermenilerden özür dilemeliyiz. Velev ki siyasi simge; türbana üniversitede özgürlük gerekir. Kürtlere özerklik tartışılabilir. Kemalizm çağdışıdır. Kıbrıs’ta yanlış yaptık adayı Rumlara vermeyerek…”
Sonra internete girersiniz. İmza kampanyalarına isminizi yazdırırsınız.
Bitti…
A… Bir bakmışsınız. Devrin kazananlarının görünmeyen elleri sırtınızı sıvazlamış. Siz de aydın olmuşsunuz…
Sizi dünyada bir soran olmasa da, dünya sizden sorulmaya başlamış…
* * *
Bilimsel yetersizlikleriyle tanınan akademisyenler. İktidarın bir yerinden henüz tutamayan politikacılar. Televizyonların tartışma programlarında “bir bilen” koltuğunu garanti etmek isteyen profesyonel tartışmacılar. Kitapları satmayan araştırmacılar. Nobel bekleyenler ancak alamayan edebiyatçılar. Sesi kötü şarkıcılar…
Sözüm sizlere.
Fırsatı kaçırmadınız.
Asıl bayramınız bayramdan sonra…
Bayramdan sonra, internet ortamında, “aydın” olmak için bir fırsatınız daha olacak!
Bir “tık” kadar yakın olacak “aydın” olmak!
Sadece ilan edilecek internet sitesine gireceksiniz. İlanı duymamanız imkansız. Dört koldan bağıracaklar. “1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” yazılı metnin altındaki kutucuğu onaylayacaksınız. İsminizi ekleyeceksiniz.
İşte bu kadar…
Ondan sonra “aydınlığınızın” keyfini çıkarabilirsiniz!
* * *
Bunu yapmazsanız eğer…
Bir de ezber bozma kavramı kullanılarak yapılan yeni ezberleri sorgularsanız…
…Ne yazık ki, aydın olamazsınız.
Ermenistan’ı ABD-AB çizgisine çekmek için kimler nasıl kullanılıyor gibi sorular sorarsanız, adınız komplo teorisyenine çıkar.
Bırakınız aydın olma şansınızı, işinizi, özgürlüğünüzü ve hatta yaşamınızı bile kaybedebilirsiniz.
İyisi mi siz de düşünmeyin. Ezberleyin. “Aydın” olun kardeşim. Kafanız rahat, cebiniz dolu, yükselmeniz garanti, iktidar arkanızda olsun.
Her gününüz bayram olsun.
Yok, “adam” olayım diyorsanız…
…O başka…
(Haber Ekspres, 9 Aralık 2008)
O kadar saygınlık verir ki insana, sormayın gitsin! Siz hiçbir şeyin farkında olmasanız da “bir bilen” olursunuz kısa zamanda.
Acayip karizma yaparsınız!
Bir de o kadar kolaydır ki Türkiye’de aydın olmak…
Öyle başkalarının sizi aydın olarak nitelemesine gerek yok. Aydınlanmayı özümseyip özümsememekle desen, uzaktan yakından ilişkisi yok!
Hatta Aydınlanma karşıtlığı bir önkoşuludur Türkiye’de aydın olmanın…
Bir sabah uyandığınızda geçersiniz aynanın karşısına. Sıralarsınız ezberlediğiniz sihirli sözcükleri ardı ardına: “-AB’ye üye, ABD’ye ortak olmalıyız. Ermenilerden özür dilemeliyiz. Velev ki siyasi simge; türbana üniversitede özgürlük gerekir. Kürtlere özerklik tartışılabilir. Kemalizm çağdışıdır. Kıbrıs’ta yanlış yaptık adayı Rumlara vermeyerek…”
Sonra internete girersiniz. İmza kampanyalarına isminizi yazdırırsınız.
Bitti…
A… Bir bakmışsınız. Devrin kazananlarının görünmeyen elleri sırtınızı sıvazlamış. Siz de aydın olmuşsunuz…
Sizi dünyada bir soran olmasa da, dünya sizden sorulmaya başlamış…
* * *
Bilimsel yetersizlikleriyle tanınan akademisyenler. İktidarın bir yerinden henüz tutamayan politikacılar. Televizyonların tartışma programlarında “bir bilen” koltuğunu garanti etmek isteyen profesyonel tartışmacılar. Kitapları satmayan araştırmacılar. Nobel bekleyenler ancak alamayan edebiyatçılar. Sesi kötü şarkıcılar…
Sözüm sizlere.
Fırsatı kaçırmadınız.
Asıl bayramınız bayramdan sonra…
Bayramdan sonra, internet ortamında, “aydın” olmak için bir fırsatınız daha olacak!
Bir “tık” kadar yakın olacak “aydın” olmak!
Sadece ilan edilecek internet sitesine gireceksiniz. İlanı duymamanız imkansız. Dört koldan bağıracaklar. “1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” yazılı metnin altındaki kutucuğu onaylayacaksınız. İsminizi ekleyeceksiniz.
İşte bu kadar…
Ondan sonra “aydınlığınızın” keyfini çıkarabilirsiniz!
* * *
Bunu yapmazsanız eğer…
Bir de ezber bozma kavramı kullanılarak yapılan yeni ezberleri sorgularsanız…
…Ne yazık ki, aydın olamazsınız.
Ermenistan’ı ABD-AB çizgisine çekmek için kimler nasıl kullanılıyor gibi sorular sorarsanız, adınız komplo teorisyenine çıkar.
Bırakınız aydın olma şansınızı, işinizi, özgürlüğünüzü ve hatta yaşamınızı bile kaybedebilirsiniz.
İyisi mi siz de düşünmeyin. Ezberleyin. “Aydın” olun kardeşim. Kafanız rahat, cebiniz dolu, yükselmeniz garanti, iktidar arkanızda olsun.
Her gününüz bayram olsun.
Yok, “adam” olayım diyorsanız…
…O başka…
(Haber Ekspres, 9 Aralık 2008)
3 ARALIK GÜNÜNÜ YAŞAMAK... - ZAFER YAPICI
1992 yılında Birleşmiş Milletler, aldığı bir kararla, 3 Aralık gününü "Uluslararası Engelliler Günü" olarak ilan etti. BM İnsan Hakları Komisyonu bu karara dayanarak 5 Mart 1993 tarihli ve 1993/29 sayılı bildirisi ile üye ülkelerce 3 Aralık gününün "engellilerin topluma kazandırılması ve insan haklarının tam ve eşit ölçüde sağlanması" amacıyla tanınmasını istedi.
O günden beri, 3 Aralık "Engelliler Günü" olarak bilinmektedir.
Dünyada engelli nüfus 500 yüz milyonu aşarken, Türkiye'de nüfusun yüzde 12.29'unu oluşturan 8.5 milyon engelli yaşamaktadır. Toplam nüfusumuzun yüzde 1.25'ini ortopedik, binde 60'ını görme, binde 37'sini işitme, binde 48'ini zihinsel ve yüzde 9.70'ini diğer engelliler oluşturuyor. Bu veriler 2002 yılının verileridir.
Şimdi ise, Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı - Türkiye İstatistik Kurumu işbirliğiyle 2009 yılında II. Türkiye Özürlüler Araştırması yapılacak. Bu araştırmada Türkiye'de ne kadar engelli vatandaş bulunduğunun yanı sıra engellilerin coğrafi dağılımları, eğitim durumları, sağlık alanındaki ihtiyaçları, engel gruplarına göre dağılımları belirlenecek.
* * *
Değerli okurlarım, Türkiye'ye gelen bir yabancıya "8.5 milyon engellimiz var" dediğimizde inanmayacaktır. Hatta kendi insanımız bile inanmayacaktır. Çünkü sokaklarda ve caddelerde ne çok engelli görebilirsiniz ne de onların rahatça gezip dolaşacağı, hayatını devam ettireceği çevresel olanakları.
Engelli kardeşimizin büyük bir kısmı evlerinden dışarıya çıkamıyorlar. İşte bu yüzden engellilerimizin yaşadığı sorunlar toplumun gözünden kaçıyor.
Bazen de, bakıp da görmüyoruz. Sıkıntılara şahit olduğumuz zamanlar da, çözüm bulmaya çalışmak yerine, birkaç saniyelik bir duygu yoğunluğunun ardından dönüyoruz gündelik yaşamlarımıza.
Sonra da unutuyoruz.
Değerli okurlarım bakıp da görmemek olmamalı yaşantımız. Yurttaşlar olarak, yönetimler olarak, medya ve sivil toplum örgütleri olarak bakmalıyız, görmeliyiz ve gerekli önlemleri almalıyız. Eğer bakıp da görmezsek, o zaman bizler de yaşayan birer engel bizler oluruz.
Açıkça söylüyorum. Engellilerin önlerindeki engelleri kaldırmayı düşünmeyen, o davranışı sergilemeyen zihniyetteki herkes, yaşayan "canlı birer engeldir".
Eğer yaşayan birer engel olmak istemiyorsanız, 3 Aralığı Engelliler Gününde;
Bir tekerlikli sandalyeye binip sokaklarda dolaşmayı, top oynamayı, okula gitmeyi, hatta merdiven çıkmayı deneyin mesela.
Ya da gözlerinizi bağlayıp okula, işyerine, sinemaya gitmeyi, televizyon seyretmeyi, kitap okumayı, yazı yazmayı deneyin...
İki kolunuzu veya iki ayağınızı bağlayıp hiç kimseden yardım almadan günlük ihtiyaçlarınızı karşılamayı deneyin...
Konuşamadığınızı düşünerek; derdinizi anlatabilmeyi deneyin bir kez.
Kulaklarınızı tıkayıp söylenenleri duymayı deneyin...
Zihninizi yitirdiğinizi düşünerek; ne yaptığınızı bilmeden bilinçsizce hareket etmeyi deneyin...
Hayal edin en azından...
Ve sonra, 364 gün...
..."Ya ben de" sözcükleriyle başlayan soruyu kendinize sorun.
* * *
Yılın 365 günü engelsiz bir yaşam dileğimle, engelli kardeşlerimin 3 Aralık Engelliler Günü'nü kutluyorum.
(Haber Ekspres, 3 Aralık 2008)
O günden beri, 3 Aralık "Engelliler Günü" olarak bilinmektedir.
Dünyada engelli nüfus 500 yüz milyonu aşarken, Türkiye'de nüfusun yüzde 12.29'unu oluşturan 8.5 milyon engelli yaşamaktadır. Toplam nüfusumuzun yüzde 1.25'ini ortopedik, binde 60'ını görme, binde 37'sini işitme, binde 48'ini zihinsel ve yüzde 9.70'ini diğer engelliler oluşturuyor. Bu veriler 2002 yılının verileridir.
Şimdi ise, Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı - Türkiye İstatistik Kurumu işbirliğiyle 2009 yılında II. Türkiye Özürlüler Araştırması yapılacak. Bu araştırmada Türkiye'de ne kadar engelli vatandaş bulunduğunun yanı sıra engellilerin coğrafi dağılımları, eğitim durumları, sağlık alanındaki ihtiyaçları, engel gruplarına göre dağılımları belirlenecek.
* * *
Değerli okurlarım, Türkiye'ye gelen bir yabancıya "8.5 milyon engellimiz var" dediğimizde inanmayacaktır. Hatta kendi insanımız bile inanmayacaktır. Çünkü sokaklarda ve caddelerde ne çok engelli görebilirsiniz ne de onların rahatça gezip dolaşacağı, hayatını devam ettireceği çevresel olanakları.
Engelli kardeşimizin büyük bir kısmı evlerinden dışarıya çıkamıyorlar. İşte bu yüzden engellilerimizin yaşadığı sorunlar toplumun gözünden kaçıyor.
Bazen de, bakıp da görmüyoruz. Sıkıntılara şahit olduğumuz zamanlar da, çözüm bulmaya çalışmak yerine, birkaç saniyelik bir duygu yoğunluğunun ardından dönüyoruz gündelik yaşamlarımıza.
Sonra da unutuyoruz.
Değerli okurlarım bakıp da görmemek olmamalı yaşantımız. Yurttaşlar olarak, yönetimler olarak, medya ve sivil toplum örgütleri olarak bakmalıyız, görmeliyiz ve gerekli önlemleri almalıyız. Eğer bakıp da görmezsek, o zaman bizler de yaşayan birer engel bizler oluruz.
Açıkça söylüyorum. Engellilerin önlerindeki engelleri kaldırmayı düşünmeyen, o davranışı sergilemeyen zihniyetteki herkes, yaşayan "canlı birer engeldir".
Eğer yaşayan birer engel olmak istemiyorsanız, 3 Aralığı Engelliler Gününde;
Bir tekerlikli sandalyeye binip sokaklarda dolaşmayı, top oynamayı, okula gitmeyi, hatta merdiven çıkmayı deneyin mesela.
Ya da gözlerinizi bağlayıp okula, işyerine, sinemaya gitmeyi, televizyon seyretmeyi, kitap okumayı, yazı yazmayı deneyin...
İki kolunuzu veya iki ayağınızı bağlayıp hiç kimseden yardım almadan günlük ihtiyaçlarınızı karşılamayı deneyin...
Konuşamadığınızı düşünerek; derdinizi anlatabilmeyi deneyin bir kez.
Kulaklarınızı tıkayıp söylenenleri duymayı deneyin...
Zihninizi yitirdiğinizi düşünerek; ne yaptığınızı bilmeden bilinçsizce hareket etmeyi deneyin...
Hayal edin en azından...
Ve sonra, 364 gün...
..."Ya ben de" sözcükleriyle başlayan soruyu kendinize sorun.
* * *
Yılın 365 günü engelsiz bir yaşam dileğimle, engelli kardeşlerimin 3 Aralık Engelliler Günü'nü kutluyorum.
(Haber Ekspres, 3 Aralık 2008)
02 Aralık 2008
AÇ KARINLARINI SEVGİYLE DOYURAN ANNELER...-ZAFER YAPICI
Geçtiğimiz günlerde saygıdeğer emekli öğretmenlerimizle, Türkiye'nin gerçekleri üzerine sohbet ediyorduk. Öğretmenlerin bulunduğu bir ortamda eğitimden bahsetmemek olur mu? Söz döndü dolaştı eğitimle ekonomi arasındaki ilişkiye geldi.
Öğretmen dostlarımızdan biri, emekliye ayrılmadan önce başından geçen ve hepimizi düşündüren şu olayı anlatmaya başladı:
"Öğrencilerime bir gün, 'Neden annenizi seviyorsunuz?...' sorusunu yönelttim. Bu soruya öğrencilerimin verdiği cevaplar hemen hemen aynı idi. Fakat bir öğrenci öyle bir cevap verdi ki; işte o zaman yoksulluğun görünmeyen yüzü ortaya çıkıverdi..."
Değerli okurlarım bu noktada bir parantez açalım. Söz konusu öğrenci, kırsal bir bölgede değil, ailesiyle birlikte kentte yaşıyor ve kent içinde bir okula gidiyor...
İşte öğrencinin öğretmenine verdiği yanıt: "Annemi çok ama çok seviyorum. Çünkü annem sabah kahvaltısında iki kardeşime ve bana son kalan üç zeytini ve üç dilim ekmeği paylaştırdı. Ama o aç kaldı. Babam da iş arıyor ama iş yok. Paramız kalmadı.
Annemin aç kalmasına çok üzülüyorum. Annemin bizi doyurmak için yaptığı bu fedakârlığı hiç mi hiç unutmayacağım. İşte öğretmenim, onun için annemi çok ama çok seviyorum..."
* * *
Değerli okurlarım, yeni emekli olan saygıdeğer öğretmenimizin anlattığı bu olay, yokluklar içinde, çocuklarını doyurmak için kendisi aç kalan bir anne örneğini gözler önüne seriyor.
Karnını hiçbir şeyle değil ama sevgiyle doyuran bir anne örneğini...
* * *
Bir tarafta yoksulluk içinde doymaya ve okumaya çalışan çocuklarımız ve onların sevgileriyle beslenen anne ve babaları yaşam savaşı verirken...
Diğer tarafta "oy" için; "çıkar" için yiyecek, içecek ve yakacak dağıtılıyor.
İhtiyacı olana da olmayana da...
Üstelik kimi iktidar yandaşı, torbasından, çuvalından zengin ediliyor sizin vergilerinizle dağıtılan yardımların. Kimi yandaş unundan, yumurtasından...
AKP vatandaştan aldığını yandaşa ya da yandaşlaştırmak istediğine veriyor anlayacağınız.
Kimsesizlerin kimsesi olan sosyal devlet çökertildiği ve onu yüceltecek siyasi anlayış iktidarda olmadığı için gerçek yoksullar yerine "oy" vereceklere sahip çıkılıp yardım yapılıyor...
...Ve rüşvet karşılığı alınacak oylarla, bu kez annelerin ve çocukların bir zeytinine, bir dilim ekmeğine göz dikecek politikalara zemin hazırlanıyor.
* * *
Demokratik, laik sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin istisnasız her yurttaşı eşit haklara sahiptir diyoruz biz.
Oysa AKP, devletin olanaklarını ve 70 milyon vatandaşımızın hakkını, kendi çıkarları için, kendi yandaşlarına ya da yandaşlaştırmak istediklerine "oy" karşılığında dağıtıyor...
Olan yine, onuru ile yaşam mücadelesi veren; çocuklarını doyurup kendisi aç kalan ama çocuklarının sevgisiyle doymaya çalışan cefakar, fedakar annelere oluyor.
* * *
Kasım 2008 rakamlarına göre ülkemizde açlık sınırı 738.07, yoksulluk sınırı 2.404.14 YTL.
Kasım 2008. Üç adet zeytin, üç dilim ekmek, üç çocuk. Ve sevgiyle doyan bir anne...
Binlerce yeni işsiz...
Yoksulluğun erişemediği sevgiyle karınlarını doyurmaya aday anne ve babalar...
* * *
Bir ayağımız uzay çağında ya da değil. Diğer ayağımızın ham çarık, kıl çorapta
olduğu açık seçik ortada.
Anneler aç kalmasın, çocuklar üzülmesin...
...Anneler ve babalar çocuklarıyla birlikte güzel günler görsünler istiyoruz.
Tam da bu nedenle, AKP zihniyetinin birbirini üreten yoksulluk, yolsuzluk ve yandaşlık ekonomisine karşı sosyal devlet anlayışını savunuyoruz.
(2 Aralık 2008, Haber Ekspres
Öğretmen dostlarımızdan biri, emekliye ayrılmadan önce başından geçen ve hepimizi düşündüren şu olayı anlatmaya başladı:
"Öğrencilerime bir gün, 'Neden annenizi seviyorsunuz?...' sorusunu yönelttim. Bu soruya öğrencilerimin verdiği cevaplar hemen hemen aynı idi. Fakat bir öğrenci öyle bir cevap verdi ki; işte o zaman yoksulluğun görünmeyen yüzü ortaya çıkıverdi..."
Değerli okurlarım bu noktada bir parantez açalım. Söz konusu öğrenci, kırsal bir bölgede değil, ailesiyle birlikte kentte yaşıyor ve kent içinde bir okula gidiyor...
İşte öğrencinin öğretmenine verdiği yanıt: "Annemi çok ama çok seviyorum. Çünkü annem sabah kahvaltısında iki kardeşime ve bana son kalan üç zeytini ve üç dilim ekmeği paylaştırdı. Ama o aç kaldı. Babam da iş arıyor ama iş yok. Paramız kalmadı.
Annemin aç kalmasına çok üzülüyorum. Annemin bizi doyurmak için yaptığı bu fedakârlığı hiç mi hiç unutmayacağım. İşte öğretmenim, onun için annemi çok ama çok seviyorum..."
* * *
Değerli okurlarım, yeni emekli olan saygıdeğer öğretmenimizin anlattığı bu olay, yokluklar içinde, çocuklarını doyurmak için kendisi aç kalan bir anne örneğini gözler önüne seriyor.
Karnını hiçbir şeyle değil ama sevgiyle doyuran bir anne örneğini...
* * *
Bir tarafta yoksulluk içinde doymaya ve okumaya çalışan çocuklarımız ve onların sevgileriyle beslenen anne ve babaları yaşam savaşı verirken...
Diğer tarafta "oy" için; "çıkar" için yiyecek, içecek ve yakacak dağıtılıyor.
İhtiyacı olana da olmayana da...
Üstelik kimi iktidar yandaşı, torbasından, çuvalından zengin ediliyor sizin vergilerinizle dağıtılan yardımların. Kimi yandaş unundan, yumurtasından...
AKP vatandaştan aldığını yandaşa ya da yandaşlaştırmak istediğine veriyor anlayacağınız.
Kimsesizlerin kimsesi olan sosyal devlet çökertildiği ve onu yüceltecek siyasi anlayış iktidarda olmadığı için gerçek yoksullar yerine "oy" vereceklere sahip çıkılıp yardım yapılıyor...
...Ve rüşvet karşılığı alınacak oylarla, bu kez annelerin ve çocukların bir zeytinine, bir dilim ekmeğine göz dikecek politikalara zemin hazırlanıyor.
* * *
Demokratik, laik sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin istisnasız her yurttaşı eşit haklara sahiptir diyoruz biz.
Oysa AKP, devletin olanaklarını ve 70 milyon vatandaşımızın hakkını, kendi çıkarları için, kendi yandaşlarına ya da yandaşlaştırmak istediklerine "oy" karşılığında dağıtıyor...
Olan yine, onuru ile yaşam mücadelesi veren; çocuklarını doyurup kendisi aç kalan ama çocuklarının sevgisiyle doymaya çalışan cefakar, fedakar annelere oluyor.
* * *
Kasım 2008 rakamlarına göre ülkemizde açlık sınırı 738.07, yoksulluk sınırı 2.404.14 YTL.
Kasım 2008. Üç adet zeytin, üç dilim ekmek, üç çocuk. Ve sevgiyle doyan bir anne...
Binlerce yeni işsiz...
Yoksulluğun erişemediği sevgiyle karınlarını doyurmaya aday anne ve babalar...
* * *
Bir ayağımız uzay çağında ya da değil. Diğer ayağımızın ham çarık, kıl çorapta
olduğu açık seçik ortada.
Anneler aç kalmasın, çocuklar üzülmesin...
...Anneler ve babalar çocuklarıyla birlikte güzel günler görsünler istiyoruz.
Tam da bu nedenle, AKP zihniyetinin birbirini üreten yoksulluk, yolsuzluk ve yandaşlık ekonomisine karşı sosyal devlet anlayışını savunuyoruz.
(2 Aralık 2008, Haber Ekspres
25 Kasım 2008
KIRILMA NOKTASI...-ZAFER YAPICI
AKP uzun zamandır iki kutsal kavram üzerinden siyaset yapıyor. Birincisi din, ikincisi demokrasi.
Açıkça görülüyor ki, AKP siyasi geleceğini de bu kutsal kavramları kullanarak şekillendirme yolunu seçmiş. Yani, demokrasi söylemini araçlaştırmaktan ve dinsel kimlik siyasetini ön plana almaktan vazgeçmeye hiç mi hiç niyeti yok!
Kuşkusuz böyle yapmak zorunda bir taraftan.
Çünkü AKP= neo-liberal ekonominin Türkiye'deki partisi.
Değerli okurlarım, neo-liberal ekonomi politikalarının yükünü geniş halk kitleleri (orta ve alt gelir grupları) çeker.
Her yerde ve her zaman.
Ufak bir örnek: IMF komut verir, sosyal harcamalar kısılır. Kimin boğazından kesilir? Öksüzün, yetimin, garibanın... Kimin sağlık hizmeti kısıtlanır? Memurun, işçinin, emeklinin, işsizin.
* * *
Hep böyledir. Örneğin, kapitalist dünya ekonomisine eklemlenme sürecinin yaşandığı Sovyet sonrası ülkelerde sıkıntılar kayıtsız şartsız yoksul kesimlere yüklenmişti. İktidara yakın olanlar ise özelleştirmelerle, ihalelerle, yolsuzluklarla zenginleştirilmişti. Ancak kitlelerin fedakârlıklarının sürmesi gerekiyordu. Çünkü onların oyu olmazsa, zenginleştirilen ufak bir kesimin desteğiyle neo-liberalizm nasıl seçim kazanabilirdi?
Neo-liberalizmin fakirleştirdiği kitlelerin, neo-liberalizme yeniden oy vermeleri ise yönetimlerine sadakatlerinin sürdürülmesine bağlıydı.
Ezilenler (eğer mazoşist değillerse), ezene nasıl sadık kalabilirlerdi? Yolsuzluktan canı yanan, yolsuzluk yapana karşı nasıl sessizleşebilirdi? Sovyet sonrası ülkelerde bu noktada etnik milliyetçilik kullanıldı. Fedakârlık, kutsal bir amaca hizmete bağlandı. Neo-liberalizm kazandı. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Boris Kagarlitski'nin Türkçe'ye çevrilen Bugünkü Rusya adlı kitabını önerebilirim.)
* * *
Türkiye'de ise AKP'nin yönlendirmesiyle din ve demokrasi kavramları aynı işlevi yerine getiriyor. (Bir de sizin vergilerinizle alınan erzak kolilerinin ve kömür torbalarının başbakanlık etiketleriyle seçim zamanlarında 'babalık yapılarak' oy karşılığı dağıtılıp sosyal devletçilik oynanmasıyla!)
Neo-liberalizmin baskısından bunalan, yolsuzluk batağından canı yanan halkın, CHP gibi sosyal adalet ilkesinin sözcüsü bir partiye yönelişi, kimlik politikasıyla engellenmeye çalışılıyor anlayacağınız.
Kimin çıkarı için? Neo-liberalizmin kazananlarının!
* * *
Biraz hatırlatma yapalım.
Son on yılda dinsel istismar yapanlar, halkın maddi ve manevi duygularını nasıl sömürmeye başlamıştı Türkiye'de?
Demokrasi adı altında, insan hak ve özgürlükleri kavramsallaştırmasını kullanıp, kadınlarımızın taktığı başörtüsünü siyasal bir simge olan türban şekline dönüştürmeye çalışarak.
Tüm başını örten kadınları, partilileri olarak kendilerine ve topluma kabul ettirmeye çabalayarak.
Dindar olarak kabul ettikleri kesimlere "biz sizdeniz" mesajını her yoldan ulaştırarak ve onların temiz duygularla, hayır amacıyla verdikleri paraları iç ederek.
Kendi ekonomi politikalarının doğal bir sonucu olarak, ekonomik çöküntünün altında kalan yoksul ve işsiz kesimlere devlet olanaklarıyla sadaka dağıtarak...
* * *
Değerli okurlarım, neo-liberal ekonomi politikasının sürdürülebilirliği için AKP, kimlik politikasını kullanıp, tüm bu kesimlere AKP'li damgasını vurmaya çalışmıştır.
Başları örtülü tüm kadınlarımıza, kent içinde ve kent dışında oturan yoksul ve işsizlerimize, birikimleri ellerinden alınarak kandırılmış insanlarımıza AKP, "artık toplum da sizi AKP'li olarak görüyor. Artık sizin gidecek bir yeriniz yok. Eliniz mahkum hep AKP'li kalacaksınız ve AKP'ye oy vereceksizin. Sizin kaderiniz bu, kadere razı olun" demektedir.
Ancak bu damgalama, bir sorgulamayı da beraberinde getirmiştir. İşte kırılma noktası bu aşamada başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin bir yurttaşı olarak AKP tarafından yaftalanan bu insanlarımız "artık yeter" demeye başlamışlardır.
Olan budur.
...Ve bu süreci hızlandıran gelişme, CHP'nin etkili muhalefetiyle, AKP'nin yolsuzluklarının (şimdilik sadece ufak bir bölümünün açığa çıktığı anlaşılıyor) en küçük bir şüpheye meydan vermeyecek bir biçimde ortaya çıkmasıdır.
* * *
Her başı örtülünün, her yardım alanın, her kandırılanın AKP'li olmadığını ve AKP'nin izlediği politikanın yanlış olduğunu söyleyenler artık seslerini yükseltmeye başlamışlardır...
AKP'nin gerçek yüzünü gören kesimler, AKP gibi düşünenlerin dışında ve karşısında bir partiye, Cumhuriyet Halk Partisi'ne yöneliyorlar.
* * *
Değerli okurlarım, bu yönelimin CHP'nin ideolojisi olan Kemalizm ve sosyal demokrasi ile çelişir hiçbir yanı yoktur. Çünkü CHP dönüşmemektedir. CHP dönüştürmektedir.
CHP kimlik siyasetine yönelmemektedir. Din sömürüsü vasıtasıyla susturulan, korkutulan, sindirilen insanları özgürleştirmenin yolunu açmaktadır.
* * *
Kısacası bir kırılma noktasındayız.
1- AKP'nin uyguladığı dinsel kimlik siyasetine dayalı proje çöküş trendine girmiştir. Gerçekler ortaya çıkmaya başlamış ve ortaya çıkan gerçekler AKP'nin "doğal seçmen kitlesi" zannedilen kişiler tarafından fark edilme noktasına gelmiştir.
2- Dahası, dinsel kimlik siyasetinin çöküşü, neo-liberalizmin; yolsuzluk, yoksulluk ve yandaşlık ekonomisinin çöküşünü müjdelemektedir.
3- Bu kırılmanın anahtar gücü Cumhuriyet Halk Partisi olmaktadır. CHP, dönüşen değil dönüştüren parti oldukça da, kırılma sürecinin dinamiğini elinde tutacaktır.
(Haber Ekspres 25 Kasım 2008)
Açıkça görülüyor ki, AKP siyasi geleceğini de bu kutsal kavramları kullanarak şekillendirme yolunu seçmiş. Yani, demokrasi söylemini araçlaştırmaktan ve dinsel kimlik siyasetini ön plana almaktan vazgeçmeye hiç mi hiç niyeti yok!
Kuşkusuz böyle yapmak zorunda bir taraftan.
Çünkü AKP= neo-liberal ekonominin Türkiye'deki partisi.
Değerli okurlarım, neo-liberal ekonomi politikalarının yükünü geniş halk kitleleri (orta ve alt gelir grupları) çeker.
Her yerde ve her zaman.
Ufak bir örnek: IMF komut verir, sosyal harcamalar kısılır. Kimin boğazından kesilir? Öksüzün, yetimin, garibanın... Kimin sağlık hizmeti kısıtlanır? Memurun, işçinin, emeklinin, işsizin.
* * *
Hep böyledir. Örneğin, kapitalist dünya ekonomisine eklemlenme sürecinin yaşandığı Sovyet sonrası ülkelerde sıkıntılar kayıtsız şartsız yoksul kesimlere yüklenmişti. İktidara yakın olanlar ise özelleştirmelerle, ihalelerle, yolsuzluklarla zenginleştirilmişti. Ancak kitlelerin fedakârlıklarının sürmesi gerekiyordu. Çünkü onların oyu olmazsa, zenginleştirilen ufak bir kesimin desteğiyle neo-liberalizm nasıl seçim kazanabilirdi?
Neo-liberalizmin fakirleştirdiği kitlelerin, neo-liberalizme yeniden oy vermeleri ise yönetimlerine sadakatlerinin sürdürülmesine bağlıydı.
Ezilenler (eğer mazoşist değillerse), ezene nasıl sadık kalabilirlerdi? Yolsuzluktan canı yanan, yolsuzluk yapana karşı nasıl sessizleşebilirdi? Sovyet sonrası ülkelerde bu noktada etnik milliyetçilik kullanıldı. Fedakârlık, kutsal bir amaca hizmete bağlandı. Neo-liberalizm kazandı. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Boris Kagarlitski'nin Türkçe'ye çevrilen Bugünkü Rusya adlı kitabını önerebilirim.)
* * *
Türkiye'de ise AKP'nin yönlendirmesiyle din ve demokrasi kavramları aynı işlevi yerine getiriyor. (Bir de sizin vergilerinizle alınan erzak kolilerinin ve kömür torbalarının başbakanlık etiketleriyle seçim zamanlarında 'babalık yapılarak' oy karşılığı dağıtılıp sosyal devletçilik oynanmasıyla!)
Neo-liberalizmin baskısından bunalan, yolsuzluk batağından canı yanan halkın, CHP gibi sosyal adalet ilkesinin sözcüsü bir partiye yönelişi, kimlik politikasıyla engellenmeye çalışılıyor anlayacağınız.
Kimin çıkarı için? Neo-liberalizmin kazananlarının!
* * *
Biraz hatırlatma yapalım.
Son on yılda dinsel istismar yapanlar, halkın maddi ve manevi duygularını nasıl sömürmeye başlamıştı Türkiye'de?
Demokrasi adı altında, insan hak ve özgürlükleri kavramsallaştırmasını kullanıp, kadınlarımızın taktığı başörtüsünü siyasal bir simge olan türban şekline dönüştürmeye çalışarak.
Tüm başını örten kadınları, partilileri olarak kendilerine ve topluma kabul ettirmeye çabalayarak.
Dindar olarak kabul ettikleri kesimlere "biz sizdeniz" mesajını her yoldan ulaştırarak ve onların temiz duygularla, hayır amacıyla verdikleri paraları iç ederek.
Kendi ekonomi politikalarının doğal bir sonucu olarak, ekonomik çöküntünün altında kalan yoksul ve işsiz kesimlere devlet olanaklarıyla sadaka dağıtarak...
* * *
Değerli okurlarım, neo-liberal ekonomi politikasının sürdürülebilirliği için AKP, kimlik politikasını kullanıp, tüm bu kesimlere AKP'li damgasını vurmaya çalışmıştır.
Başları örtülü tüm kadınlarımıza, kent içinde ve kent dışında oturan yoksul ve işsizlerimize, birikimleri ellerinden alınarak kandırılmış insanlarımıza AKP, "artık toplum da sizi AKP'li olarak görüyor. Artık sizin gidecek bir yeriniz yok. Eliniz mahkum hep AKP'li kalacaksınız ve AKP'ye oy vereceksizin. Sizin kaderiniz bu, kadere razı olun" demektedir.
Ancak bu damgalama, bir sorgulamayı da beraberinde getirmiştir. İşte kırılma noktası bu aşamada başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin bir yurttaşı olarak AKP tarafından yaftalanan bu insanlarımız "artık yeter" demeye başlamışlardır.
Olan budur.
...Ve bu süreci hızlandıran gelişme, CHP'nin etkili muhalefetiyle, AKP'nin yolsuzluklarının (şimdilik sadece ufak bir bölümünün açığa çıktığı anlaşılıyor) en küçük bir şüpheye meydan vermeyecek bir biçimde ortaya çıkmasıdır.
* * *
Her başı örtülünün, her yardım alanın, her kandırılanın AKP'li olmadığını ve AKP'nin izlediği politikanın yanlış olduğunu söyleyenler artık seslerini yükseltmeye başlamışlardır...
AKP'nin gerçek yüzünü gören kesimler, AKP gibi düşünenlerin dışında ve karşısında bir partiye, Cumhuriyet Halk Partisi'ne yöneliyorlar.
* * *
Değerli okurlarım, bu yönelimin CHP'nin ideolojisi olan Kemalizm ve sosyal demokrasi ile çelişir hiçbir yanı yoktur. Çünkü CHP dönüşmemektedir. CHP dönüştürmektedir.
CHP kimlik siyasetine yönelmemektedir. Din sömürüsü vasıtasıyla susturulan, korkutulan, sindirilen insanları özgürleştirmenin yolunu açmaktadır.
* * *
Kısacası bir kırılma noktasındayız.
1- AKP'nin uyguladığı dinsel kimlik siyasetine dayalı proje çöküş trendine girmiştir. Gerçekler ortaya çıkmaya başlamış ve ortaya çıkan gerçekler AKP'nin "doğal seçmen kitlesi" zannedilen kişiler tarafından fark edilme noktasına gelmiştir.
2- Dahası, dinsel kimlik siyasetinin çöküşü, neo-liberalizmin; yolsuzluk, yoksulluk ve yandaşlık ekonomisinin çöküşünü müjdelemektedir.
3- Bu kırılmanın anahtar gücü Cumhuriyet Halk Partisi olmaktadır. CHP, dönüşen değil dönüştüren parti oldukça da, kırılma sürecinin dinamiğini elinde tutacaktır.
(Haber Ekspres 25 Kasım 2008)
20 Kasım 2008
2008 İZMİR MİLLİ İKTİSAT KURULTAYI 2
Değerli okurlarım, 15 Kasım 2008 tarihinde gerçekleşen İzmir Milli İktisat Kurultayı'nın sonuç bildirgesini aktarmaya devam ediyorum:
1- Üretim, dolaşım, (dış ticaret, borçlanma, finansal akımlar), dağıtım ve fikir alanına topyekun sahip" bağımsızlıkçı kadroların ortak bir amaç fonksiyonu / ulusal bir strateji etrafındaki "netlik ve kararlılığına" günümüzde çokça ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç "özel önem" arz etmektedir.
2- Ulusal sınai tasarımı / kalkınma stratejisi geliştirilme çabalarına büyük bir önem ve hız verilmelidir.
3- Türkiye'nin, uzun vadeli ve dengeli bir sanayileşme / kalkınma vizyonunu, kısa / orta vadeli ama ardı arkası kesilmeyen istikrar programlarına terk etme zihniyetinden vazgeçmesi gerekmektedir. Sektörler ve bölgelerarası kaynak tahsislerini uzun vadeli bir iktisadi kalkınma stratejisi doğrultusunda yönlendiremeyen hiçbir ülkenin özellikle de Türkiye gibi görece geri bir ekonomik yapılanmanın gelişmiş ülkeler arasına girmesi ve orada varlığını korumaya devam etmesi olasılığı bulunmamaktadır.
4- Günümüz Türkiye'sinde üretim faaliyetlerinin mekansal dağılımı, ülkeyi sanayisizleşmeye götüren kaynak tahsisi politikaları doğrultusunda çarpık bir görünüm almıştır. Bu politikalar, çoğu deniz kıyısındaki büyük kentlerimizde önemli yığılmalar yaratmış, zaten çok zayıf olan arazi kullanım ve imar disiplini hemen tümüyle ortadan kalkmış ve bu çarpık ve yetersiz sanayileşmeyle birlikte ülkemiz, oldukça derin çevre yozlaşmaları ile karşı karşıya kalmıştır. Anlamlı bir bölgesel gelişme programının uygulanabilmesi / sanayinin yaygınlaştırılması için, çok daha basit ve köklü başlangıç şartlarının oluşması, yani arazi kullanımı, kentleşme ve imar disiplinini sağlayacak mevzuatın da elden geçirilmesi ve tavizsiz uygulanması gerekmektedir.
5- Yakın tarihin başarılı sanayileşmiş ülke deneyimlerinin öğrettiği, belirli sektörler üzerine yoğunlaşan ve bir liberasyon takvimine bağlı olarak uygulanan "selaktif korumacılık" temelinde kurgulanan/ tasarlanan " sektör- proje hedefli sanayileşme politikaları" uygulanmalıdır.
6- Sektör / proje hedeflemesinden anlaşılması gereken, dinamik karşılaştırmalı üstünlükler yaratılmasına yönelik olarak belirli sektörlerin saptanıp, bu sektörlerde planlı, programlı bir gelişme stratejisinin uygulanmasıdır. Kalkınmışlık düzeylerindeki başarıları hakkında tartışmasız ortak mutabakat sağlanmış ülke örnekleri "objektif" olarak incelendiğinde, bu başarıların hiçbir biçimde "piyasa mucizesine" dayanmadığını görmek mümkündür.
7- Günümüz itibariyle uygulanmakta olan Devlet Yardımları Sistemi'nin (teşvik sisteminin) seçicilik ve yönlendiricilik özelliği kalmamıştır. Bununla birlikte, ülkemiz uzun dönem sağlıklı büyüme rotasını da kaybetmiştir. Dolayısıyla da yeni bir sistemin oluşturulması gereği açıktır ve bu nokta bir tutku haline gelmiş bulunan Avrupa Birliği'ne giriş sürecinin de olmazsa olmazlarındandır. Bu çerçevede öncelikle ülkemiz için yukarıda hareket noktası üzerine değinmede bulunduğum yeni bir kalkınma / büyüme stratejisi hazırlanmalı ve devlet yardımları sistemi bu stratejiye dayandırılmalıdır.
8- Ülkenin reel sektör envanteri ve buna bağlı gelişmişlik haritası çıkarılmalı ve Devlet Yardımları Sistemi'nde gerek 4325 sayılı yasa gibi vergisel teşviklerde gerek KOBİ kredileri v.b. gibi teşvik politikalarında yer alan aynı illeri kapsayacak şekilde yeniden belirlenmeli ve gerekirse 2002/4720 Sayılı BKK "İstatistikî Bölge Birimleri Sınıflandırması" da dahil (ya da paralelinde) yeniden gözden geçirilmelidir. Örneğin mevcut teşvik sistemi anlamında 4325 sayılı Yasa kapsamında 22 il, KOBİ'leri desteklemede 33 il, Acil Destek Programları'nda 26 il ve Kalkınmada Öncelikli Yöreler kapsamında da 50 il (2 ilçe) bulunmaktadır. Öncelikle gelişmişlik haritası bir temele bağlanmalı, adı koyulmalı ve ortak bir zemin yaratılmalıdır. Böylece, ülkemizde genellikle il / ilçe düzeyinde ele alınmakta olan bölgesel gelişme farklılıklarını gidermeye dönük karar ve uygulamaların (özellikle Kalkınmada Öncelikli Yöreler ve Doğu-Güneydoğu Anadolu bölgeleri) iller düzeyinde değil bir gelişme havzası / cazibe merkezi mantığıyla ele alınmasının da yolu açılmış olacaktır.
9- İktisadi büyümenin kaynakları arasında Toplam Faktör Verimliliği'nin payını artırabilmek için beşeri sermayenin gelişmesine katkı sağlamak amacıyla eğitim ve sağlık harcamalarına ilişkin kaynak tahsisinde; sosyo-ekonomik ve / veya insani gelişme düzeylerini esas alan bir yaklaşımla bölgesel kaynak tahsis modelleri geliştirilmelidir.
10- İktisadi kalkınma (sanayileşme) / büyüme için; mali kesimin (özellikle bankacılık kesiminin) ekonominin reel kesimiyle paralel bir gelişme göstermesi zorunludur. Kullanılabilir fonların yatırımcılara kısa ve dolaysız yoldan ve de asgari kaynak maliyetiyle aktarılabilmesi mali piyasaların / bankacılık sektörünün sağlıklı çalışmasına bağlıdır.
11- Bankaların temel iktisadi fonksiyonu, ülkenin iktisadi büyümesinin sağlanarak refah düzeyinin yükseltilebilmesi için tasarruf - yatırım ilişkisini düzenlemek ve ödünç verilebilir nitelikteki fonları verimlilik düzeyi yüksek yatırım projeleri arasında tayınlamak / dağıtmaktır. Bu bağlamda, genel olarak finansal piyasalar ve özel olarak da bankacılık kesimi ile iktisat politikaları arasında tutarlı organik bağlar yeniden tesis edilmelidir. Ayrıca, hazırlanacak yasal düzenlemelerde de bu birliktelik kesinlikle ihmal edilmemelidir.
12- Ve son olarak, bir gün ülkemiz, bankacılık sektörüne kalkınma ve sanayileşmenin motoru olma işlevini kazandırmayı hedefleyen bir iktidara kavuşursa, yabancı bankaların egemen olduğu bir durumla uğraşmak ve ulusal finansal mimariyi yeniden inşa etmek çok daha güç ve belki de imkansız olacaktır.
Değerli okurlarım, İzmir'de yapılan bu panelin ortaya koyduğu görüş, düşünce ve kurultay bildirgesini hem izleyen hem de benimseyen bir köşe yazarı olarak sizlere ulaştırmak istedim.
Bu vesile ile demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter yapısına sahip çıkan ve İzmir'den Türkiye'ye bir uyanışın, bir dirilişin sesini duyuran Ulusal Uyanış Platformu'na; panele katılanlara; panele görüşleriyle ışık tutan cumhuriyetçi, laik ve demokratlara, siz değerli okurlarım ve kendi adıma teşekkür etmek istiyorum.
İyi ki varsınız...
İyi ki İzmir var...
İyi ki Türkiye Cumhuriyeti var...
(Haber Ekspres, 20 Kasım 2008)
1- Üretim, dolaşım, (dış ticaret, borçlanma, finansal akımlar), dağıtım ve fikir alanına topyekun sahip" bağımsızlıkçı kadroların ortak bir amaç fonksiyonu / ulusal bir strateji etrafındaki "netlik ve kararlılığına" günümüzde çokça ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç "özel önem" arz etmektedir.
2- Ulusal sınai tasarımı / kalkınma stratejisi geliştirilme çabalarına büyük bir önem ve hız verilmelidir.
3- Türkiye'nin, uzun vadeli ve dengeli bir sanayileşme / kalkınma vizyonunu, kısa / orta vadeli ama ardı arkası kesilmeyen istikrar programlarına terk etme zihniyetinden vazgeçmesi gerekmektedir. Sektörler ve bölgelerarası kaynak tahsislerini uzun vadeli bir iktisadi kalkınma stratejisi doğrultusunda yönlendiremeyen hiçbir ülkenin özellikle de Türkiye gibi görece geri bir ekonomik yapılanmanın gelişmiş ülkeler arasına girmesi ve orada varlığını korumaya devam etmesi olasılığı bulunmamaktadır.
4- Günümüz Türkiye'sinde üretim faaliyetlerinin mekansal dağılımı, ülkeyi sanayisizleşmeye götüren kaynak tahsisi politikaları doğrultusunda çarpık bir görünüm almıştır. Bu politikalar, çoğu deniz kıyısındaki büyük kentlerimizde önemli yığılmalar yaratmış, zaten çok zayıf olan arazi kullanım ve imar disiplini hemen tümüyle ortadan kalkmış ve bu çarpık ve yetersiz sanayileşmeyle birlikte ülkemiz, oldukça derin çevre yozlaşmaları ile karşı karşıya kalmıştır. Anlamlı bir bölgesel gelişme programının uygulanabilmesi / sanayinin yaygınlaştırılması için, çok daha basit ve köklü başlangıç şartlarının oluşması, yani arazi kullanımı, kentleşme ve imar disiplinini sağlayacak mevzuatın da elden geçirilmesi ve tavizsiz uygulanması gerekmektedir.
5- Yakın tarihin başarılı sanayileşmiş ülke deneyimlerinin öğrettiği, belirli sektörler üzerine yoğunlaşan ve bir liberasyon takvimine bağlı olarak uygulanan "selaktif korumacılık" temelinde kurgulanan/ tasarlanan " sektör- proje hedefli sanayileşme politikaları" uygulanmalıdır.
6- Sektör / proje hedeflemesinden anlaşılması gereken, dinamik karşılaştırmalı üstünlükler yaratılmasına yönelik olarak belirli sektörlerin saptanıp, bu sektörlerde planlı, programlı bir gelişme stratejisinin uygulanmasıdır. Kalkınmışlık düzeylerindeki başarıları hakkında tartışmasız ortak mutabakat sağlanmış ülke örnekleri "objektif" olarak incelendiğinde, bu başarıların hiçbir biçimde "piyasa mucizesine" dayanmadığını görmek mümkündür.
7- Günümüz itibariyle uygulanmakta olan Devlet Yardımları Sistemi'nin (teşvik sisteminin) seçicilik ve yönlendiricilik özelliği kalmamıştır. Bununla birlikte, ülkemiz uzun dönem sağlıklı büyüme rotasını da kaybetmiştir. Dolayısıyla da yeni bir sistemin oluşturulması gereği açıktır ve bu nokta bir tutku haline gelmiş bulunan Avrupa Birliği'ne giriş sürecinin de olmazsa olmazlarındandır. Bu çerçevede öncelikle ülkemiz için yukarıda hareket noktası üzerine değinmede bulunduğum yeni bir kalkınma / büyüme stratejisi hazırlanmalı ve devlet yardımları sistemi bu stratejiye dayandırılmalıdır.
8- Ülkenin reel sektör envanteri ve buna bağlı gelişmişlik haritası çıkarılmalı ve Devlet Yardımları Sistemi'nde gerek 4325 sayılı yasa gibi vergisel teşviklerde gerek KOBİ kredileri v.b. gibi teşvik politikalarında yer alan aynı illeri kapsayacak şekilde yeniden belirlenmeli ve gerekirse 2002/4720 Sayılı BKK "İstatistikî Bölge Birimleri Sınıflandırması" da dahil (ya da paralelinde) yeniden gözden geçirilmelidir. Örneğin mevcut teşvik sistemi anlamında 4325 sayılı Yasa kapsamında 22 il, KOBİ'leri desteklemede 33 il, Acil Destek Programları'nda 26 il ve Kalkınmada Öncelikli Yöreler kapsamında da 50 il (2 ilçe) bulunmaktadır. Öncelikle gelişmişlik haritası bir temele bağlanmalı, adı koyulmalı ve ortak bir zemin yaratılmalıdır. Böylece, ülkemizde genellikle il / ilçe düzeyinde ele alınmakta olan bölgesel gelişme farklılıklarını gidermeye dönük karar ve uygulamaların (özellikle Kalkınmada Öncelikli Yöreler ve Doğu-Güneydoğu Anadolu bölgeleri) iller düzeyinde değil bir gelişme havzası / cazibe merkezi mantığıyla ele alınmasının da yolu açılmış olacaktır.
9- İktisadi büyümenin kaynakları arasında Toplam Faktör Verimliliği'nin payını artırabilmek için beşeri sermayenin gelişmesine katkı sağlamak amacıyla eğitim ve sağlık harcamalarına ilişkin kaynak tahsisinde; sosyo-ekonomik ve / veya insani gelişme düzeylerini esas alan bir yaklaşımla bölgesel kaynak tahsis modelleri geliştirilmelidir.
10- İktisadi kalkınma (sanayileşme) / büyüme için; mali kesimin (özellikle bankacılık kesiminin) ekonominin reel kesimiyle paralel bir gelişme göstermesi zorunludur. Kullanılabilir fonların yatırımcılara kısa ve dolaysız yoldan ve de asgari kaynak maliyetiyle aktarılabilmesi mali piyasaların / bankacılık sektörünün sağlıklı çalışmasına bağlıdır.
11- Bankaların temel iktisadi fonksiyonu, ülkenin iktisadi büyümesinin sağlanarak refah düzeyinin yükseltilebilmesi için tasarruf - yatırım ilişkisini düzenlemek ve ödünç verilebilir nitelikteki fonları verimlilik düzeyi yüksek yatırım projeleri arasında tayınlamak / dağıtmaktır. Bu bağlamda, genel olarak finansal piyasalar ve özel olarak da bankacılık kesimi ile iktisat politikaları arasında tutarlı organik bağlar yeniden tesis edilmelidir. Ayrıca, hazırlanacak yasal düzenlemelerde de bu birliktelik kesinlikle ihmal edilmemelidir.
12- Ve son olarak, bir gün ülkemiz, bankacılık sektörüne kalkınma ve sanayileşmenin motoru olma işlevini kazandırmayı hedefleyen bir iktidara kavuşursa, yabancı bankaların egemen olduğu bir durumla uğraşmak ve ulusal finansal mimariyi yeniden inşa etmek çok daha güç ve belki de imkansız olacaktır.
Değerli okurlarım, İzmir'de yapılan bu panelin ortaya koyduğu görüş, düşünce ve kurultay bildirgesini hem izleyen hem de benimseyen bir köşe yazarı olarak sizlere ulaştırmak istedim.
Bu vesile ile demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus, laik ve üniter yapısına sahip çıkan ve İzmir'den Türkiye'ye bir uyanışın, bir dirilişin sesini duyuran Ulusal Uyanış Platformu'na; panele katılanlara; panele görüşleriyle ışık tutan cumhuriyetçi, laik ve demokratlara, siz değerli okurlarım ve kendi adıma teşekkür etmek istiyorum.
İyi ki varsınız...
İyi ki İzmir var...
İyi ki Türkiye Cumhuriyeti var...
(Haber Ekspres, 20 Kasım 2008)
19 Kasım 2008
2008 İZMİR MİLLİ İKTİSAT KURULTAYI 1
Değerli okurlarım, İzmir Ulusal Uyanış Platformu Dönem Başkanı Sancar Maruflu tarafından organize edilen 2008 İzmir Milli İktisat Kurultayı, 15 Kasım 2008 tarihinde İzmir İsmet İnönü Kültür Merkezi'nde gerçekleşti.
Kurultayın oturum başkanlığını Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Tülay Özüerman yaptı. Kurultaya konuşmacı olarak Prof. Dr. Erinç Yeldan, gazeteci Ergin Yıldızoğlu, Ankara Üniversitesi SBF Öğretim üyesi Dr. Serdar Şahinkaya ve Dokuz Eylül Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yaşar Uysal katıldılar.
Kurultayda konuşmacıların ortaya koydukları gerçeklerin, gelecek için yol gösterici olduğuna inancım tam.
İşte bu nedenle, söz konusu kurultayın sonuç bildirgesini sizlerle paylaşıyorum.
* * *
Nazım Hikmet'in söyleyişi ile;
(...)
Demir, kömür/ Ve şeker, ve kırmızı bakır/ Ve mensucat/ Ve sevda ve zulüm ve hayat/ Ve bilcümle sanayi kollarının/ Ve gökyüzü/ Ve sahra, ve mavi okyanus/ Ve kederli nehir yollarının/ Sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı('nın)/ Bir şafak vakti" değişebilmesi için;
"Artık yeter!.. Çökmekte olan neo-liberal dünyaya hayır!" demek ilk işimiz olmalıdır.
Mustafa Kemal'in 1923 İzmir İktisat Kongresi'ndeki deyişiyle; Türkiye'nin yeniden "çalışkanlar diyarı" olabilmesi için; antiemperyalist, ulusal bağımsızlık hedefini ve bu ulusal bağımsızlık içinde toplumsal özgürlükleri öne çıkaran, emekten yana, geniş halk kesimlerinin arzu ve çıkarlarını gözeten, aydınlanmacı hareketi başlatmak artık zorunluluktan öte bir durumdur.
"Yeniden Aydınlanma Devrimi"; günümüzde yaşanan çok boyutlu krizden çıkış yollarının, toplumsal kesitlerin talepleri doğrultusunda bilim insanlarının düşünsel katkıları ile kolektif bir çaba ile yaratılabilecektir.
IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların ve onların arkasındaki ABD ve AB gibi güçlerin, Yeni Dünya Düzeni'ne teslim olmaya eğilimlilerin yarattığı düşünsel karartmalara ve küresel sermayenin ideolojik saldırılarına karşı; bağımsızlıkçı, eşitlikçi ve özgürlükçü çıkış yollarını ortaya koyma hedefi ile toplanan kurultayımız tespitlerini iki ana eksende toplamaktadır: Gözlemlerimiz ve İlkelerimiz.
1- Gözlemlerimiz:
Yön duygusu yitirilmiş, ortak coşku yok olmuştur. Umutlar boşa çıkarılmış, tutulan dallar kırılmıştır. Çılgınca tüketme rüzgarı estirilmiş, üreterek kazanma hevesi söndürülmüştür.
Yatırımdan uzaklaşılmış, ülkemiz yurt dışında üretilen malların pazarı haline dönüştürülmüştür.
İnsanca değerlerin yerini para motifli çıkarlar almaya başlamıştır.
Aşılmış olması gereken ikilemler aşılamamış, kutuplaşmalar keskinleştirilmiş, yeni karşıtlıklar icat edilerek toplumsal çatışma başlıkları arttırılmıştır.
Kamuya hizmet anlayışı aşınmış, kamu yönetimi yozlaştırılmış; kamusal alan tahrip edilerek yoz değerlerin istilasına uğramış özel alana yer açılmıştır.
Sosyal güvenlik sistemi, dengesiz ve plansız politikalarla içi boşaltılarak tasfiye edilme sürecine girilmiştir.
Dıştan ekonomik model dayatılırken, içte düşünce terörü estirilmiştir.
Türkiye, dünyadaki yeri bakımından şaşkına çevrilmiştir.
Zayıflatılan ekonomik, sosyal ve siyasal bünyeye paralel olarak Cumhuriyet ve onu var eden değerler ve demokrasi kemirilmektedir.
2- Cumhuriyetin yeniden inşası için yirmi ilke:
Cumhuriyetin devrimciliğine inanmak. Evrensel değerlere bağlı kalmak. Küreselleşmeye teslim olmak yerine, sorgulamak. Düşünceyi özgür kılacak ortamı yaratmak. Ulusal devlete sahip çıkmak. Ulusal bütünlüğü yeniden inşa etmek. Eğitimi en sağlam bütünleştirici unsur saymak. Nitelikli ve parasız eğitimi temel amaç saymak. Planlamaya geri dönmek. Kamu yönetiminin güçlendirilmesine öncelik tanımak. Ekonomiyi, yatırımcılığa ve üretime yöneltmek. Karma ekonomi modelini ehlileştirmek. Kamunun ekonomik gücüyle bireyi özgürleştirmek. Sağlık hizmetinin ticarete dönüşmesini önlemek. Bütün ulusu sosyal güvenliğe kavuşturmak. Polise ve adalete güveni arttırmak. Ulusal çıkarları korurken uluslararası saygınlığı arttırmak. Devlete, demokrasiyi güçlendirerek sahip çıkmak. Alaşağı edilen demokrasiyi ayakları üzerine oturtmak. Partileşmeyi "ortak aklın örgütlenmesi" olarak görmek.
Değerli okurlarım, İzmir Milli İktisat Kurultayı Bildirgesi'nin devamını, yarın bu köşeden okuyabilirsiniz.
(Haber Ekspres, 19 Kasım 2008)
Kurultayın oturum başkanlığını Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Tülay Özüerman yaptı. Kurultaya konuşmacı olarak Prof. Dr. Erinç Yeldan, gazeteci Ergin Yıldızoğlu, Ankara Üniversitesi SBF Öğretim üyesi Dr. Serdar Şahinkaya ve Dokuz Eylül Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yaşar Uysal katıldılar.
Kurultayda konuşmacıların ortaya koydukları gerçeklerin, gelecek için yol gösterici olduğuna inancım tam.
İşte bu nedenle, söz konusu kurultayın sonuç bildirgesini sizlerle paylaşıyorum.
* * *
Nazım Hikmet'in söyleyişi ile;
(...)
Demir, kömür/ Ve şeker, ve kırmızı bakır/ Ve mensucat/ Ve sevda ve zulüm ve hayat/ Ve bilcümle sanayi kollarının/ Ve gökyüzü/ Ve sahra, ve mavi okyanus/ Ve kederli nehir yollarının/ Sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı('nın)/ Bir şafak vakti" değişebilmesi için;
"Artık yeter!.. Çökmekte olan neo-liberal dünyaya hayır!" demek ilk işimiz olmalıdır.
Mustafa Kemal'in 1923 İzmir İktisat Kongresi'ndeki deyişiyle; Türkiye'nin yeniden "çalışkanlar diyarı" olabilmesi için; antiemperyalist, ulusal bağımsızlık hedefini ve bu ulusal bağımsızlık içinde toplumsal özgürlükleri öne çıkaran, emekten yana, geniş halk kesimlerinin arzu ve çıkarlarını gözeten, aydınlanmacı hareketi başlatmak artık zorunluluktan öte bir durumdur.
"Yeniden Aydınlanma Devrimi"; günümüzde yaşanan çok boyutlu krizden çıkış yollarının, toplumsal kesitlerin talepleri doğrultusunda bilim insanlarının düşünsel katkıları ile kolektif bir çaba ile yaratılabilecektir.
IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların ve onların arkasındaki ABD ve AB gibi güçlerin, Yeni Dünya Düzeni'ne teslim olmaya eğilimlilerin yarattığı düşünsel karartmalara ve küresel sermayenin ideolojik saldırılarına karşı; bağımsızlıkçı, eşitlikçi ve özgürlükçü çıkış yollarını ortaya koyma hedefi ile toplanan kurultayımız tespitlerini iki ana eksende toplamaktadır: Gözlemlerimiz ve İlkelerimiz.
1- Gözlemlerimiz:
Yön duygusu yitirilmiş, ortak coşku yok olmuştur. Umutlar boşa çıkarılmış, tutulan dallar kırılmıştır. Çılgınca tüketme rüzgarı estirilmiş, üreterek kazanma hevesi söndürülmüştür.
Yatırımdan uzaklaşılmış, ülkemiz yurt dışında üretilen malların pazarı haline dönüştürülmüştür.
İnsanca değerlerin yerini para motifli çıkarlar almaya başlamıştır.
Aşılmış olması gereken ikilemler aşılamamış, kutuplaşmalar keskinleştirilmiş, yeni karşıtlıklar icat edilerek toplumsal çatışma başlıkları arttırılmıştır.
Kamuya hizmet anlayışı aşınmış, kamu yönetimi yozlaştırılmış; kamusal alan tahrip edilerek yoz değerlerin istilasına uğramış özel alana yer açılmıştır.
Sosyal güvenlik sistemi, dengesiz ve plansız politikalarla içi boşaltılarak tasfiye edilme sürecine girilmiştir.
Dıştan ekonomik model dayatılırken, içte düşünce terörü estirilmiştir.
Türkiye, dünyadaki yeri bakımından şaşkına çevrilmiştir.
Zayıflatılan ekonomik, sosyal ve siyasal bünyeye paralel olarak Cumhuriyet ve onu var eden değerler ve demokrasi kemirilmektedir.
2- Cumhuriyetin yeniden inşası için yirmi ilke:
Cumhuriyetin devrimciliğine inanmak. Evrensel değerlere bağlı kalmak. Küreselleşmeye teslim olmak yerine, sorgulamak. Düşünceyi özgür kılacak ortamı yaratmak. Ulusal devlete sahip çıkmak. Ulusal bütünlüğü yeniden inşa etmek. Eğitimi en sağlam bütünleştirici unsur saymak. Nitelikli ve parasız eğitimi temel amaç saymak. Planlamaya geri dönmek. Kamu yönetiminin güçlendirilmesine öncelik tanımak. Ekonomiyi, yatırımcılığa ve üretime yöneltmek. Karma ekonomi modelini ehlileştirmek. Kamunun ekonomik gücüyle bireyi özgürleştirmek. Sağlık hizmetinin ticarete dönüşmesini önlemek. Bütün ulusu sosyal güvenliğe kavuşturmak. Polise ve adalete güveni arttırmak. Ulusal çıkarları korurken uluslararası saygınlığı arttırmak. Devlete, demokrasiyi güçlendirerek sahip çıkmak. Alaşağı edilen demokrasiyi ayakları üzerine oturtmak. Partileşmeyi "ortak aklın örgütlenmesi" olarak görmek.
Değerli okurlarım, İzmir Milli İktisat Kurultayı Bildirgesi'nin devamını, yarın bu köşeden okuyabilirsiniz.
(Haber Ekspres, 19 Kasım 2008)
18 Kasım 2008
TEPE NOKTASINA TEĞET GEÇEN KRİZ, NASIL İNİŞE GEÇER? - ZAFER YAPICI
ABD'de başlayan Avrupa ve Asya'da devam eden küresel kredi krizi Türkiye'yi de etkiliyor.
Krizin Türkiye'deki etkileri ilk olarak bankacılık sektöründe ve borsada görüldü.
Şimdi de reel sektörde dengeler bozuluyor. Siparişler ve üretim düşmeye, pazar payı azalmaya, fabrikalar kapanmaya başlandı. İşten çıkarmalar hızlandı.
Kriz ortamını ciddiye alan ülkeler, hiç vakit kaybetmeden acil önlem planları oluşturdular.
Ya Türkiye'yi yönetenler?
Geometrinin teğetiyle, coğrafyanın tepesiyle ve hamdolsun sözleriyle krizi aşmaya çalıştılar...
Aşamadılar.
* * *
Peki, Türkiye bu krizden nasıl etkileniyor? İşte buzdağının görünen yüzü:
Çorlu'da elektronik ve beyaz eşya alanında üretim % 30 oranında azaldı, 130 fabrikadan 100'ü kapandı. Adıyaman'da bir iplik fabrikasında 1050 kişi, İstanbul Büyükçekmece'de bir tekstil fabrikasında 700 kişi işten çıkartıldı. Gaziantep'te 31 işletme kapandı. Erzurum'daki Özçakmak Tekstil A.Ş adlı bir tekstil fabrikası, ekonomik kriz nedeniyle yurtdışından gelen siparişlerin iptali sonrasında, hazırlanan ürünler elde kalınca iflasın eşiğine geldi.
Denizli'de sanayi üretimi % 5.5 oranında düştü. 15 büyük şirket kapandı. 10 şirket de kapanma noktasında. Tekstil sektöründe kriz derinleşirse, Denizli büyük bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalabilir. Çünkü Denizli'de 150 bin işçinin yarısı tekstil sektöründe çalışıyor. Trakya'daki tekstil fabrikalarından son bir ayda 700 kişi işten çıkartıldı. Bursa'da Sönmez Filament, enerji maliyetlerindeki anormal artışlar nedeniyle üretim faaliyetine son verdi.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), kurulan-kapanan şirket ve kooperatifler ile ticaret unvanlı işyerlerine ilişkin ekim ayı istatistiklerini açıkladı. Buna göre, ekim ayında geçen yılın aynı ayına göre kurulan şirket ve işyeri sayısı yüzde 19 azalarak 6 bin 20'ye inerken, kapanan şirket ve işyeri sayısı yüzde 40.3 artarak 2 bin 498'e ulaştı.
Oto kredisi başvurularının % 75'ini reddeden bankalar daha önce verdikleri kredileri de yakın takibe aldılar. Özellikle taşrada bankaların otoparkları dolarken, yedieminlere gelen araç sayısı % 60-70 arttı. Son üç ay içinde sadece Adıyaman'da 400araç bankalar tarafından haczedilirken yedieminler günde 10 aracı borçlarından dolayı otoparklarına çekti
Son bir yıl içinde sanayide % 5.8, otomotivde % 39, hazır giyimde
% 15.6 oranında gerileme yaşanırken inşaat sektörü de kırmızı alarm vermeye başladı.
Türkiye'nin bu gelişmeler karşısında, büyüme hızının % 2'lere düşeceği tahmin ediliyor.
Yıl 1923. Cumhuriyetin ilanında Türkiye'de üretim yapan fabrika sayısı 143...
Yıl 1933. Cumhuriyetin kuruluşunun 10'uncu yıldönümünde üretim yapan fabrika sayısı 2317...
Ve yıl 2008. Üretimimiz duruyor, fabrikalarımız kapanıyor, insanlarımız işsiz kalıyor...
* * *
Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalı, "kriz sizi ne derece etkiledi" başlıklı bir anket yaptı. Alınan sonuçlar şöyle: İşsiz kaldım: % 15, bütçemde daralma oldu: % 62, endişeliyim: % 15, beni etkilemedi: % 8. Bu sonuca göre halkın % 92'sinin krizden etkilendiği, sadece % 8'inin etkilenmediği görülüyor.
Kriz nedeniyle alım gücü zayıflayan, alışveriş yapamaz duruma gelen %77'lik halk kesimi, iç piyasalarda arz-talep dengesinin bozulmasına yol açacak. Dolayısıyla daha çok fabrika kapanacak. Bir fabrikanın kapanması diğer fabrikaları da kapanma noktasını daha çabuk getirecek. Çünkü her fabrika kapanmasında işsizlerin ve alım gücü zayıflayanların oranı daha da yükselecek. Eğer önlem alınmazsa sonucun ne olacağını düşünmek bile istemiyorum...
* * *
Değerli okurlarım, 24 Ekim 2008 tarihinde CHP Lideri Deniz Baykal 24 Ekim 1929 Dünya Ekonomik Buhranı'nın 79'uncu yılında İzmir'de düzenlediği ekonomi konulu basın toplantısında krizle ilgili hükümet düzleminde alınması gereken tedbirleri açıklamıştı. Haber Ekspres köşe yazarı olarak bu görüşleri ve 1929'da yaşananları "24Ekim, Deniz Baykal ve İzmir" başlıklı yazımda yazmıştım.
CHP Lideri Deniz Baykal, krizden kurtulma konusundaki çözüm yollarını geçtiğimiz günlerde bir kez daha şöyle ifade etti:
"...Şimdi karşı karşıya kaldığımız krizin bir üretim yönü, bir de tüketim yönü var. Yani bir takım büyük fabrikalar, bankalar iflas ettiği ya da sıkıntıyı girdiği için dünyada finansman olanaklarını kıstılar, üretim yapamaz hale geldiler. Şimdi bizde de otomotiv sektörü, tekstil sektörü ciddi bir daralma içine girdi. Onları rahatlatıp üretim yapar hale getirme ihtiyacı var. Kriz, Türkiye'deki finans sisteminin kredi imkanlarının, KOBİ'lere, tarıma ve üretim yapan fabrikalara yönelik olarak arttırılması zorunluluğunu ortaya koyuyor. Ama sadece böyle bir yaklaşımla bu krizin çözülmesi mümkün değil. Çünkü krizin bir de tüketim ayağı var. Yani üretilen malı kim alacak, o beyaz eşyayı kim alacak, o otomobili kim alacak? Üretilen tesisleri kime satacaksınız? İnsanlar cebindeki parayı harcayamaz hale gelmiş. Bir korku, bir kaygı içinde. Onları para harcar, talep üretir, ekonomiyi aşağıdan yukarıya doğru çarkları çevirir hale getirmek lazım".
Deniz Baykal'ın sunduğu çözüm yolu da oldukça net:
"Krizden çıkış yolu, bir sosyal demokrat reçetedir ve bütün dünya şimdi oraya gidiyor... Vatandaşın alışveriş yapmasını mümkün kılacak desteği, katkıyı vermek lazım. Bunun yolları, yöntemleri var. Bu konuda bizim ciddi bir hazırlığımız var. Mesela memurların ve emeklilerin ücretlerine ciddi zam yapmanın zamanıdır... Ekonominin çarklarının döndürülebilmesini sağlamak için buna ihtiyaç vardır. Çünkü o insanlar o paraları derhal ekonomiye aktaracaklardır. Uzmanlarımız çalışıyorlar bu doğrultuda. Aynı şekilde mesela işçi çıkartmayacak olan işletmelerdeki işçinin cebine girecek parayı arttırmak üzere devletin prim ve vergi yükünden vazgeçmesini sağlamak lazımdır. Bu çok anlamlı, çok önemli bir öneri. Mesela konutlarda doğalgaza %22,5 zam yapıldı. %10 elektriğe zam geliyor. Bunlar, bütün aileleri alışveriş yapamaz hale getirdiler. Tükendi, bitti aileler. Onlara bir nefes alma imkanı getirmek lazım. Doğalgazdan ve elektrikten alınan ÖTV ve KDV'yi kaldırmak lazım. Kaldırın, bir ferahlık getirin."
İşte CHP Lideri Deniz Baykal'ın krizi aşma konusunda ikinci grup önerileri bunlar.
Umarız iktidar, Baykal'ın yaptığı bu ikinci tarihi uyarıyı dikkate alır.
...Ya bu öneriler de dikkate alınmayıp, "iktidara teğet geçerse?"...
(Haber Ekspres, 18 Kasım 2008)
Krizin Türkiye'deki etkileri ilk olarak bankacılık sektöründe ve borsada görüldü.
Şimdi de reel sektörde dengeler bozuluyor. Siparişler ve üretim düşmeye, pazar payı azalmaya, fabrikalar kapanmaya başlandı. İşten çıkarmalar hızlandı.
Kriz ortamını ciddiye alan ülkeler, hiç vakit kaybetmeden acil önlem planları oluşturdular.
Ya Türkiye'yi yönetenler?
Geometrinin teğetiyle, coğrafyanın tepesiyle ve hamdolsun sözleriyle krizi aşmaya çalıştılar...
Aşamadılar.
* * *
Peki, Türkiye bu krizden nasıl etkileniyor? İşte buzdağının görünen yüzü:
Çorlu'da elektronik ve beyaz eşya alanında üretim % 30 oranında azaldı, 130 fabrikadan 100'ü kapandı. Adıyaman'da bir iplik fabrikasında 1050 kişi, İstanbul Büyükçekmece'de bir tekstil fabrikasında 700 kişi işten çıkartıldı. Gaziantep'te 31 işletme kapandı. Erzurum'daki Özçakmak Tekstil A.Ş adlı bir tekstil fabrikası, ekonomik kriz nedeniyle yurtdışından gelen siparişlerin iptali sonrasında, hazırlanan ürünler elde kalınca iflasın eşiğine geldi.
Denizli'de sanayi üretimi % 5.5 oranında düştü. 15 büyük şirket kapandı. 10 şirket de kapanma noktasında. Tekstil sektöründe kriz derinleşirse, Denizli büyük bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalabilir. Çünkü Denizli'de 150 bin işçinin yarısı tekstil sektöründe çalışıyor. Trakya'daki tekstil fabrikalarından son bir ayda 700 kişi işten çıkartıldı. Bursa'da Sönmez Filament, enerji maliyetlerindeki anormal artışlar nedeniyle üretim faaliyetine son verdi.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), kurulan-kapanan şirket ve kooperatifler ile ticaret unvanlı işyerlerine ilişkin ekim ayı istatistiklerini açıkladı. Buna göre, ekim ayında geçen yılın aynı ayına göre kurulan şirket ve işyeri sayısı yüzde 19 azalarak 6 bin 20'ye inerken, kapanan şirket ve işyeri sayısı yüzde 40.3 artarak 2 bin 498'e ulaştı.
Oto kredisi başvurularının % 75'ini reddeden bankalar daha önce verdikleri kredileri de yakın takibe aldılar. Özellikle taşrada bankaların otoparkları dolarken, yedieminlere gelen araç sayısı % 60-70 arttı. Son üç ay içinde sadece Adıyaman'da 400araç bankalar tarafından haczedilirken yedieminler günde 10 aracı borçlarından dolayı otoparklarına çekti
Son bir yıl içinde sanayide % 5.8, otomotivde % 39, hazır giyimde
% 15.6 oranında gerileme yaşanırken inşaat sektörü de kırmızı alarm vermeye başladı.
Türkiye'nin bu gelişmeler karşısında, büyüme hızının % 2'lere düşeceği tahmin ediliyor.
Yıl 1923. Cumhuriyetin ilanında Türkiye'de üretim yapan fabrika sayısı 143...
Yıl 1933. Cumhuriyetin kuruluşunun 10'uncu yıldönümünde üretim yapan fabrika sayısı 2317...
Ve yıl 2008. Üretimimiz duruyor, fabrikalarımız kapanıyor, insanlarımız işsiz kalıyor...
* * *
Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalı, "kriz sizi ne derece etkiledi" başlıklı bir anket yaptı. Alınan sonuçlar şöyle: İşsiz kaldım: % 15, bütçemde daralma oldu: % 62, endişeliyim: % 15, beni etkilemedi: % 8. Bu sonuca göre halkın % 92'sinin krizden etkilendiği, sadece % 8'inin etkilenmediği görülüyor.
Kriz nedeniyle alım gücü zayıflayan, alışveriş yapamaz duruma gelen %77'lik halk kesimi, iç piyasalarda arz-talep dengesinin bozulmasına yol açacak. Dolayısıyla daha çok fabrika kapanacak. Bir fabrikanın kapanması diğer fabrikaları da kapanma noktasını daha çabuk getirecek. Çünkü her fabrika kapanmasında işsizlerin ve alım gücü zayıflayanların oranı daha da yükselecek. Eğer önlem alınmazsa sonucun ne olacağını düşünmek bile istemiyorum...
* * *
Değerli okurlarım, 24 Ekim 2008 tarihinde CHP Lideri Deniz Baykal 24 Ekim 1929 Dünya Ekonomik Buhranı'nın 79'uncu yılında İzmir'de düzenlediği ekonomi konulu basın toplantısında krizle ilgili hükümet düzleminde alınması gereken tedbirleri açıklamıştı. Haber Ekspres köşe yazarı olarak bu görüşleri ve 1929'da yaşananları "24Ekim, Deniz Baykal ve İzmir" başlıklı yazımda yazmıştım.
CHP Lideri Deniz Baykal, krizden kurtulma konusundaki çözüm yollarını geçtiğimiz günlerde bir kez daha şöyle ifade etti:
"...Şimdi karşı karşıya kaldığımız krizin bir üretim yönü, bir de tüketim yönü var. Yani bir takım büyük fabrikalar, bankalar iflas ettiği ya da sıkıntıyı girdiği için dünyada finansman olanaklarını kıstılar, üretim yapamaz hale geldiler. Şimdi bizde de otomotiv sektörü, tekstil sektörü ciddi bir daralma içine girdi. Onları rahatlatıp üretim yapar hale getirme ihtiyacı var. Kriz, Türkiye'deki finans sisteminin kredi imkanlarının, KOBİ'lere, tarıma ve üretim yapan fabrikalara yönelik olarak arttırılması zorunluluğunu ortaya koyuyor. Ama sadece böyle bir yaklaşımla bu krizin çözülmesi mümkün değil. Çünkü krizin bir de tüketim ayağı var. Yani üretilen malı kim alacak, o beyaz eşyayı kim alacak, o otomobili kim alacak? Üretilen tesisleri kime satacaksınız? İnsanlar cebindeki parayı harcayamaz hale gelmiş. Bir korku, bir kaygı içinde. Onları para harcar, talep üretir, ekonomiyi aşağıdan yukarıya doğru çarkları çevirir hale getirmek lazım".
Deniz Baykal'ın sunduğu çözüm yolu da oldukça net:
"Krizden çıkış yolu, bir sosyal demokrat reçetedir ve bütün dünya şimdi oraya gidiyor... Vatandaşın alışveriş yapmasını mümkün kılacak desteği, katkıyı vermek lazım. Bunun yolları, yöntemleri var. Bu konuda bizim ciddi bir hazırlığımız var. Mesela memurların ve emeklilerin ücretlerine ciddi zam yapmanın zamanıdır... Ekonominin çarklarının döndürülebilmesini sağlamak için buna ihtiyaç vardır. Çünkü o insanlar o paraları derhal ekonomiye aktaracaklardır. Uzmanlarımız çalışıyorlar bu doğrultuda. Aynı şekilde mesela işçi çıkartmayacak olan işletmelerdeki işçinin cebine girecek parayı arttırmak üzere devletin prim ve vergi yükünden vazgeçmesini sağlamak lazımdır. Bu çok anlamlı, çok önemli bir öneri. Mesela konutlarda doğalgaza %22,5 zam yapıldı. %10 elektriğe zam geliyor. Bunlar, bütün aileleri alışveriş yapamaz hale getirdiler. Tükendi, bitti aileler. Onlara bir nefes alma imkanı getirmek lazım. Doğalgazdan ve elektrikten alınan ÖTV ve KDV'yi kaldırmak lazım. Kaldırın, bir ferahlık getirin."
İşte CHP Lideri Deniz Baykal'ın krizi aşma konusunda ikinci grup önerileri bunlar.
Umarız iktidar, Baykal'ın yaptığı bu ikinci tarihi uyarıyı dikkate alır.
...Ya bu öneriler de dikkate alınmayıp, "iktidara teğet geçerse?"...
(Haber Ekspres, 18 Kasım 2008)
10 Kasım 2008
ATATÜRK'Ü ANLAMAK VE ANMAK...- ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, 29 Temmuz 2008 tarihinde Haber Ekspres'te yayınlanan "Mustafa Kemal'i Anlamak ve Anlatmak" başlıklı köşe yazımda aynen şunları yazmıştım:
Mustafa Kemal Atatürk'ün tüm dünyada hayranlık uyandıran devrimi iki aşamalıdır...
1- Kurtuluş: Türk milleti Kurtuluş Savaşı sayesinde esaretten kurtuldu.
2- Kuruluş: Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal'in ilke ve devrimleri sayesinde çağdaş bir devlet konumuna taşındı.
Kurtuluş yaşanmasaydı, kuruluş hiçbir zaman gerçekleşemezdi.
Kuruluş olmasaydı, kurtuluş kısa sürede anlamsızlaşırdı.
I. İnönü, II. İnönü, Sakarya ve Dumlupınar Meydan Muharebeleri'nde şehit kanlarıyla elde edilen bağımsızlık, Atatürk'ün ilke ve devrimleriyle kalıcı hale getirildi.
Emperyalizme karşı mücadele ile Türkiye'nin çağdaşlaşması arasında bir iç bağlantı vardı kısacası...
Emperyalizme karşı mücadele etmeden çağdaşlaşılamıyor, çağdaşlaşmadan da emperyalizme karşı yeterince mücadele edilemiyordu.
Mustafa Kemal bu tarihsel gerçeği kavradı. Kurtuluşu kuruluşla bütünleştirdi. "Türkiye mucizesini" yarattı.
Tarih yazdı...
* * *
Değerli okurlarım, yazılan tarih, Türkiye Cumhuriyeti Devrim Tarihidir!
Atatürk devrimini büyük kılan şey yöntemidir. Kurtuluşu kuruluşla bütünleştirmesi, çağdaşlaşmanın yolunu tam bağımsızlıkta görmesidir.
Büyük Millet Meclisi'nin 19 Eylül 1921'de Mustafa Kemal'e "Mareşal ve Gazi" unvanlarını, 24 Kasım 1934'de "ATATÜRK" soyadını vermesi, bu tarihin nasıl yaşanarak yazıldığının sembolleridir.
Mareşal ve Gazi, kurtuluşun lideri Mustafa Kemal'e verilmiş ünvanlardır. Halk adına, halk tarafından...
Atatürk ise kuruluşu, kurtuluşa ekleyen lidere halkının verdiği addır. Büyük bir toplumsal bilincin yarattığı bir sembolleştirmedir.
Mareşallik, gazilik sıfatları ve Atatürk soyadı işte bu yüzden anlamlıdır; işte bu yüzden önemlidir...
* * *
Günümüzde, büyük bir kampanyayla Mustafa Kemal'in mareşalliği, gaziliği, Atatürklüğü sırayla tartışmalı hale getirilmeye çalışılıyor.
Yaşanarak yazılan bir tarih, "bölgesel tahribatlara" olanak tanıyabilmek için "belgesel tahribatlarla" yeniden yazılıyor.
Bir ayağı ayrılıkçılıkta, bir ayağı ikinci cumhuriyetçilikte olanlar; bir ayağı Ilımlı İslam'da, bir ayağı ABD'de olanlardan fonlanıp, Atatürk'ü yeniden yorumluyorlar!
Savaşlarından ve devrimlerinden soyutlanmış hayali bir Mustafa Kemal yaratılmaya; Atatürk, Mustafalığa sıkıştırılmaya çalışılıyor...
Türkiye'nin bölünmeye, sömürülmeye, soyulmaya, dönüştürülmeye çalışılmasıyla eşzamanlı olarak.
Türkiye'nin köşeye sıkıştırılmaya çalışılmasıyla eşzamanlı olarak...
* * *
Değerli okurlarım, cumhuriyetin onurlu tarihini yaşayarak yazan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları ve Türk ulusudur...
Onlara şükran borçluyuz...
Şimdi Atamızın düşüncelerini ve devrimlerini ve kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmak için dün olduğu gibi bugün de iç ve dış güçler iş başındalar...
Eğer başarıya ulaşırlarsa o zaman Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk gerçekten ölmüş ve 10 Kasımların anlamı ortadan kalkmış olacak.
Türk ulusu olarak bu gerçekleri bilerek; onun ilkelerine, devrimlerine ve kurduğu cumhuriyete sahip çıkarak Atatürk'ümüzü yaşatabiliriz.
Yaşatmak, anlamak ve anlatmaktır...
"Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü yaşatmak demek, eserlerini ve mirasını
yaşatmak demektir" sözü bugün o kadar anlamlı ki...
"Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir." diyor Atatürk...
...."Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." diyor Atatürk...
Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk ulusundan tek isteği; kurtuluş ve kuruluşu yaşayarak yazdığı Türkiye Cumhuriyeti Devrim Tarihi'ni özümsemesi ve cumhuriyete sahip çıkmasıdır...
* * *
Atatürk'ü anlamak, bugünü doğru anlamaktır çünkü.
Bugünü doğru anlamak da yarını düzgün temeller üzerinde kurmanın ilk adımı değil midir?
Bugün, neden Atatürk'ü bizlere doğru anlatmamak için büyük kampanyalar birbirini izliyor sanıyorsunuz?
...Ruhun şad olsun Atam...
(10 Kasım 2008, Haber Ekspres)
Mustafa Kemal Atatürk'ün tüm dünyada hayranlık uyandıran devrimi iki aşamalıdır...
1- Kurtuluş: Türk milleti Kurtuluş Savaşı sayesinde esaretten kurtuldu.
2- Kuruluş: Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal'in ilke ve devrimleri sayesinde çağdaş bir devlet konumuna taşındı.
Kurtuluş yaşanmasaydı, kuruluş hiçbir zaman gerçekleşemezdi.
Kuruluş olmasaydı, kurtuluş kısa sürede anlamsızlaşırdı.
I. İnönü, II. İnönü, Sakarya ve Dumlupınar Meydan Muharebeleri'nde şehit kanlarıyla elde edilen bağımsızlık, Atatürk'ün ilke ve devrimleriyle kalıcı hale getirildi.
Emperyalizme karşı mücadele ile Türkiye'nin çağdaşlaşması arasında bir iç bağlantı vardı kısacası...
Emperyalizme karşı mücadele etmeden çağdaşlaşılamıyor, çağdaşlaşmadan da emperyalizme karşı yeterince mücadele edilemiyordu.
Mustafa Kemal bu tarihsel gerçeği kavradı. Kurtuluşu kuruluşla bütünleştirdi. "Türkiye mucizesini" yarattı.
Tarih yazdı...
* * *
Değerli okurlarım, yazılan tarih, Türkiye Cumhuriyeti Devrim Tarihidir!
Atatürk devrimini büyük kılan şey yöntemidir. Kurtuluşu kuruluşla bütünleştirmesi, çağdaşlaşmanın yolunu tam bağımsızlıkta görmesidir.
Büyük Millet Meclisi'nin 19 Eylül 1921'de Mustafa Kemal'e "Mareşal ve Gazi" unvanlarını, 24 Kasım 1934'de "ATATÜRK" soyadını vermesi, bu tarihin nasıl yaşanarak yazıldığının sembolleridir.
Mareşal ve Gazi, kurtuluşun lideri Mustafa Kemal'e verilmiş ünvanlardır. Halk adına, halk tarafından...
Atatürk ise kuruluşu, kurtuluşa ekleyen lidere halkının verdiği addır. Büyük bir toplumsal bilincin yarattığı bir sembolleştirmedir.
Mareşallik, gazilik sıfatları ve Atatürk soyadı işte bu yüzden anlamlıdır; işte bu yüzden önemlidir...
* * *
Günümüzde, büyük bir kampanyayla Mustafa Kemal'in mareşalliği, gaziliği, Atatürklüğü sırayla tartışmalı hale getirilmeye çalışılıyor.
Yaşanarak yazılan bir tarih, "bölgesel tahribatlara" olanak tanıyabilmek için "belgesel tahribatlarla" yeniden yazılıyor.
Bir ayağı ayrılıkçılıkta, bir ayağı ikinci cumhuriyetçilikte olanlar; bir ayağı Ilımlı İslam'da, bir ayağı ABD'de olanlardan fonlanıp, Atatürk'ü yeniden yorumluyorlar!
Savaşlarından ve devrimlerinden soyutlanmış hayali bir Mustafa Kemal yaratılmaya; Atatürk, Mustafalığa sıkıştırılmaya çalışılıyor...
Türkiye'nin bölünmeye, sömürülmeye, soyulmaya, dönüştürülmeye çalışılmasıyla eşzamanlı olarak.
Türkiye'nin köşeye sıkıştırılmaya çalışılmasıyla eşzamanlı olarak...
* * *
Değerli okurlarım, cumhuriyetin onurlu tarihini yaşayarak yazan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları ve Türk ulusudur...
Onlara şükran borçluyuz...
Şimdi Atamızın düşüncelerini ve devrimlerini ve kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmak için dün olduğu gibi bugün de iç ve dış güçler iş başındalar...
Eğer başarıya ulaşırlarsa o zaman Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk gerçekten ölmüş ve 10 Kasımların anlamı ortadan kalkmış olacak.
Türk ulusu olarak bu gerçekleri bilerek; onun ilkelerine, devrimlerine ve kurduğu cumhuriyete sahip çıkarak Atatürk'ümüzü yaşatabiliriz.
Yaşatmak, anlamak ve anlatmaktır...
"Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü yaşatmak demek, eserlerini ve mirasını
yaşatmak demektir" sözü bugün o kadar anlamlı ki...
"Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir." diyor Atatürk...
...."Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." diyor Atatürk...
Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk ulusundan tek isteği; kurtuluş ve kuruluşu yaşayarak yazdığı Türkiye Cumhuriyeti Devrim Tarihi'ni özümsemesi ve cumhuriyete sahip çıkmasıdır...
* * *
Atatürk'ü anlamak, bugünü doğru anlamaktır çünkü.
Bugünü doğru anlamak da yarını düzgün temeller üzerinde kurmanın ilk adımı değil midir?
Bugün, neden Atatürk'ü bizlere doğru anlatmamak için büyük kampanyalar birbirini izliyor sanıyorsunuz?
...Ruhun şad olsun Atam...
(10 Kasım 2008, Haber Ekspres)
04 Kasım 2008
KRİZLER VE SEÇİMLER - ZAFER YAPICI
AKP, altı yıllık iktidarında, rejim, terör, anayasa, laiklik, türban, eğitim, yolsuzluk, yoksulluk, kadrolaşma, üniversite, geçim, 2 B arazileri, işsizlik, yatırım, üretim, tarım, sanayi, çevre, su, ekonomi gibi başlıklarla aktarılabilecek çok sayıda sorun yarattı.
Ülkeyi sorunlar yumağı haline getirerek, ekonomik kriz ortamına zemin hazırladı...
ABD'de çıkan ekonomik krizin tüm dünyayı etkisi altına almasının ardından hemen harekete geçen birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülke hükümeti acil önlemler aldılar.
Oysa Türkiye'de hiçbir hükümet yetkilisi, kriz konusunda önlem almak için çaba harcamadı. Üstelik krizi bizzat başbakan, "hamdolsun iyiyiz, bu kriz Türkiye'ye teğet geçti" gibi yüzeysel değerlendirmelerle hasıraltı etmeye çalıştı.
* * *
Değerli okurlarım, AKP hükümetinin yaptığı şey, "Türkiye böyle krize alışık, bizi etkilemez" diyerek, küresel krizi psikolojik güvenle gizleyerek geçiştirmeye çalışmaktan ibarettir.
Bir başka ifadeyle yapılan takiyedir. Bir ülkenin siyasi rejimi takiye yapılarak zayıflatılabilir. Ancak takiye yapmak küresel ekonomik krizlere işlemez!
Krizi hasarsız atlatabilmek için, krizin adını koymak ve krizle mücadele konusunda önlem almak şarttır.
* * *
ABD'nin ekonomik kriz ortamından çıkmak için önünde bir fırsat var. O da yaklaşan seçimler. ABD halkının krize neden olan yönetime karşı, krize çare projeler üretecek yeni bir yönetimi seçme şansı var...
Peki ya Türkiye'nin böyle bir şansı var mı?
Görünürde genel seçimler yok, ancak bir yerel seçim var...
Bu seçim bile Türk milletinin önünde duran bir şanstır. Yerelden başlayarak, kriz üreten anlayışları tasfiye edebilmek için...
İşte size kriz üreten AKP'li bir yerel yönetim örneği... Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı Başkent Dağıtım Şirketi'nin Botaş'a 700 milyon YTL'ye yakın borcu var. AKP'li Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek bu borcu ödememekte direndi. Sonuçta Botaş, doğal gaza % 22 zam yaptı. Ve olayda hiçbir sorumluluğu olmayan sizler, sorumsuz yerel yönetimlerin faturalarını ödemeyi üstleniyorsunuz...
Açıkça Melih Gökçek sorun üretiyor. Ekonomik kriz böylece daha çok büyüyor...
* * *
Görünen o ki ekonomik kriz, neo-liberal ekonomi politikalarının sorgulanacağı bir süreci başlatacak.
Dünyada ve Türkiye'de...
Ve görünen o ki, Türkiye için küresel krizi aşmak, yeni krizler üretmeyen bir anlayışı iktidar yapmaktan geçiyor.
Yerelde ve genelde...
Yani, cumhuriyetle hesaplaşarak, etnik siyasete pirim vererek, laikliği tartışmaya açarak, çalarak, sorumluluklarını yerine getirmeyerek, kadrolaşarak... ekonomik krizle mücadele mümkün olmuyor...
* * *
Krizleri aşmak, altı yıldan beri ülkeyi yöneten AKP iktidarının kriz üreten politikalarından kurtulmakla mümkün.
Krizleri aşmak, halktan yana ekonomik politikalar üreten bir anlayışa destek olmakla mümkün.
Krizleri aşmak, demokratik, laik sosyal hukuk devletini savunan, yolsuzluğa prim vermeyen zihniyette birleşmekle mümkün...
Ve ilk aşamada yerel seçimler çok önemli...
Çünkü kriz üreten anlayışın yerelde silinmesi, onu genelde de başarısız kılacak...
(Haber Ekspres, 4 Kasım 2008)
Ülkeyi sorunlar yumağı haline getirerek, ekonomik kriz ortamına zemin hazırladı...
ABD'de çıkan ekonomik krizin tüm dünyayı etkisi altına almasının ardından hemen harekete geçen birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülke hükümeti acil önlemler aldılar.
Oysa Türkiye'de hiçbir hükümet yetkilisi, kriz konusunda önlem almak için çaba harcamadı. Üstelik krizi bizzat başbakan, "hamdolsun iyiyiz, bu kriz Türkiye'ye teğet geçti" gibi yüzeysel değerlendirmelerle hasıraltı etmeye çalıştı.
* * *
Değerli okurlarım, AKP hükümetinin yaptığı şey, "Türkiye böyle krize alışık, bizi etkilemez" diyerek, küresel krizi psikolojik güvenle gizleyerek geçiştirmeye çalışmaktan ibarettir.
Bir başka ifadeyle yapılan takiyedir. Bir ülkenin siyasi rejimi takiye yapılarak zayıflatılabilir. Ancak takiye yapmak küresel ekonomik krizlere işlemez!
Krizi hasarsız atlatabilmek için, krizin adını koymak ve krizle mücadele konusunda önlem almak şarttır.
* * *
ABD'nin ekonomik kriz ortamından çıkmak için önünde bir fırsat var. O da yaklaşan seçimler. ABD halkının krize neden olan yönetime karşı, krize çare projeler üretecek yeni bir yönetimi seçme şansı var...
Peki ya Türkiye'nin böyle bir şansı var mı?
Görünürde genel seçimler yok, ancak bir yerel seçim var...
Bu seçim bile Türk milletinin önünde duran bir şanstır. Yerelden başlayarak, kriz üreten anlayışları tasfiye edebilmek için...
İşte size kriz üreten AKP'li bir yerel yönetim örneği... Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı Başkent Dağıtım Şirketi'nin Botaş'a 700 milyon YTL'ye yakın borcu var. AKP'li Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek bu borcu ödememekte direndi. Sonuçta Botaş, doğal gaza % 22 zam yaptı. Ve olayda hiçbir sorumluluğu olmayan sizler, sorumsuz yerel yönetimlerin faturalarını ödemeyi üstleniyorsunuz...
Açıkça Melih Gökçek sorun üretiyor. Ekonomik kriz böylece daha çok büyüyor...
* * *
Görünen o ki ekonomik kriz, neo-liberal ekonomi politikalarının sorgulanacağı bir süreci başlatacak.
Dünyada ve Türkiye'de...
Ve görünen o ki, Türkiye için küresel krizi aşmak, yeni krizler üretmeyen bir anlayışı iktidar yapmaktan geçiyor.
Yerelde ve genelde...
Yani, cumhuriyetle hesaplaşarak, etnik siyasete pirim vererek, laikliği tartışmaya açarak, çalarak, sorumluluklarını yerine getirmeyerek, kadrolaşarak... ekonomik krizle mücadele mümkün olmuyor...
* * *
Krizleri aşmak, altı yıldan beri ülkeyi yöneten AKP iktidarının kriz üreten politikalarından kurtulmakla mümkün.
Krizleri aşmak, halktan yana ekonomik politikalar üreten bir anlayışa destek olmakla mümkün.
Krizleri aşmak, demokratik, laik sosyal hukuk devletini savunan, yolsuzluğa prim vermeyen zihniyette birleşmekle mümkün...
Ve ilk aşamada yerel seçimler çok önemli...
Çünkü kriz üreten anlayışın yerelde silinmesi, onu genelde de başarısız kılacak...
(Haber Ekspres, 4 Kasım 2008)
31 Ekim 2008
İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ... - ZAFER YAPICI
-Türkiye’de iletişim özgürlüğü konusunda son süreçte önemli sınırlamalara şahit oluyoruz.
Son olarak dünyanın en çok kullanılan internet arama motorlarından “google”ın üreticisi şirket tarafından yönetilen, internetin ilk büyük internet alanı servis sağlayıcısı “blogger”a erişim, T.C. Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarih ve 2008/2761 sayılı kararı gereğince kısa süreliğine de olsa engellendi.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sayıları binlerle ifade edilen “blog düzenleyicisi” ve sayıları milyonlara ulaşan “blog takipçisi” bulunmakta. Türkiye’den blogger aracılığıyla yayın yapan sitelerin önemli bir kısmı, büyük basın ve yayın kuruluşlarının siyasal iktidar tarafından sessizleştirilmeye çalışıldığı bir ortamda, toplumsal farkındalık düzeyini yüksek tutma işlevini yerine getirmekteler.
Söz konusu yasakla, blogger aracılığıyla yayıncılık yapan tüm siteler susturulmuş oldu…
Neyse ki yasak kısa sürdü. 28 Ekim günü tüm sitelere erişim, aynı mahkeme kararıyla yeniden açıldı.
* * *
Değerli okurlarım, elbette aynı servis sağlayıcısından Türk hukuk sistemine göre suç teşkil edecek yayınlar yapan siteler olabilir. Bir hukuk devletinde yapılması gereken, bu tür yayın yapan sitelerin tespit edilmesi ve erişimi engelleme yaptırımının bu sitelerle sınırlı kalacak biçimde gerçekleştirilmesidir. Oysa söz konusu yargı kararı, aynı servis sağlayıcısının hizmetini kullanan tüm sitelere, üstelik gerekçesini ortaya koymaksızın, erişimi engellemiştir. Bu durum bir televizyon kanalının hukuka aykırı yayınlar yapması nedeniyle, tüm televizyon kanallarının yayınlarının engellenmesine benzetilebilir. Son tahlilde, bu tür uygulamaların kaybedeni sivil toplum ve demokrasi olacaktır. Zaten dünya genelinde söz konusu uygulama sadece İran ve Suudi Arabistan gibi teokratik devletlerde görülmektedir.
İletişim özgürlüğüne konulan bir engel, blog sitelerine erişimin tekrar olanaklı kılınmasıyla kısa vadede ortadan kalkmış görünüyor…
Ancak genel yasaklar koymaya olanak tanıyan yasal boşluklar var olmaya devam ettikçe gelecekte aynı sorunlarla karşılaşılabilir.
Değerli okurlarım, sorun, büyük oranda Türk hukuk sistemindeki yasal boşluklardan kaynaklanmaktadır. 5651 sayılı Internet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’un yeniden incelenmesi ve kanundaki iletişim ve ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasına cevaz veren boşlukların giderilmesi konusunda bir çalışma yapılması bu noktada yararlı olabilir.
(Haber Ekspres, 30 Ekim 2008)
Son olarak dünyanın en çok kullanılan internet arama motorlarından “google”ın üreticisi şirket tarafından yönetilen, internetin ilk büyük internet alanı servis sağlayıcısı “blogger”a erişim, T.C. Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarih ve 2008/2761 sayılı kararı gereğince kısa süreliğine de olsa engellendi.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sayıları binlerle ifade edilen “blog düzenleyicisi” ve sayıları milyonlara ulaşan “blog takipçisi” bulunmakta. Türkiye’den blogger aracılığıyla yayın yapan sitelerin önemli bir kısmı, büyük basın ve yayın kuruluşlarının siyasal iktidar tarafından sessizleştirilmeye çalışıldığı bir ortamda, toplumsal farkındalık düzeyini yüksek tutma işlevini yerine getirmekteler.
Söz konusu yasakla, blogger aracılığıyla yayıncılık yapan tüm siteler susturulmuş oldu…
Neyse ki yasak kısa sürdü. 28 Ekim günü tüm sitelere erişim, aynı mahkeme kararıyla yeniden açıldı.
* * *
Değerli okurlarım, elbette aynı servis sağlayıcısından Türk hukuk sistemine göre suç teşkil edecek yayınlar yapan siteler olabilir. Bir hukuk devletinde yapılması gereken, bu tür yayın yapan sitelerin tespit edilmesi ve erişimi engelleme yaptırımının bu sitelerle sınırlı kalacak biçimde gerçekleştirilmesidir. Oysa söz konusu yargı kararı, aynı servis sağlayıcısının hizmetini kullanan tüm sitelere, üstelik gerekçesini ortaya koymaksızın, erişimi engellemiştir. Bu durum bir televizyon kanalının hukuka aykırı yayınlar yapması nedeniyle, tüm televizyon kanallarının yayınlarının engellenmesine benzetilebilir. Son tahlilde, bu tür uygulamaların kaybedeni sivil toplum ve demokrasi olacaktır. Zaten dünya genelinde söz konusu uygulama sadece İran ve Suudi Arabistan gibi teokratik devletlerde görülmektedir.
İletişim özgürlüğüne konulan bir engel, blog sitelerine erişimin tekrar olanaklı kılınmasıyla kısa vadede ortadan kalkmış görünüyor…
Ancak genel yasaklar koymaya olanak tanıyan yasal boşluklar var olmaya devam ettikçe gelecekte aynı sorunlarla karşılaşılabilir.
Değerli okurlarım, sorun, büyük oranda Türk hukuk sistemindeki yasal boşluklardan kaynaklanmaktadır. 5651 sayılı Internet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’un yeniden incelenmesi ve kanundaki iletişim ve ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasına cevaz veren boşlukların giderilmesi konusunda bir çalışma yapılması bu noktada yararlı olabilir.
(Haber Ekspres, 30 Ekim 2008)
29 Ekim 2008
CUMHURİYETİMİZ 85 YAŞINDA - ZAFER YAPICI
29 Ekim 1923'de Cumhuriyet ilan edildi.
15 Ekim 1927'de, CHP İkinci Kurultayı'nda, Kemalizm'i ifade eden altı
ilkeden "cumhuriyetçilik", "halkçılık", "milliyetçilik" ve "laiklik" CHP'nin temel ilkeleri olarak kabul edildi.
1931'de, CHP'nin Üçüncü Kurultayı'nda, "devletçilik" ve "devrimcilik" dört ilkeye eklendi.
1937'de altı ilke anayasaya girdi.
İşte bu dört tarih, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal hukuk devlet yapısının sağlamlaştırılıp, güvenceye alınması sürecinde dört önemli kilometre taşıdır.
* * *
Bugün 29 Ekim 2008.
Cumhuriyetimizin 85. yılını hangi şartlar altında kutluyoruz?
Cumhuriyetin kazanımları yok edilirken,
Cumhuriyetin kurumları işlevsizleştirilirken,
Atatürk'ün ilkeleriyle hesaplaşılırken,
Sosyal devlet yerine sadaka veren devlet yapılandırılırken,
Din; siyasete alet edilirken,
Hukuk, eğitim ve hayatın her alanı dinselleştirilirken,
Yolsuzluk yapanlar korunurken,
Yoksulluk doğal karşılanırken,
Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri hedef
alınırken,
Cumhuriyeti ayakta tutan laikliğin içeriğini değiştirmeye yönelik çalışmalar
yapılırken,
Cumhuriyetin tüm kurumları kadrolaşmaların hedefi olurken,
Yurdumun dört bir yanına şehit haberleri düşerken,
Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter devlet yapısı tehdit ve tehlike altında iken...
* * *
Cumhuriyetimiz 85 yaşında bugün.
Buruk bir Cumhuriyet Bayramı 2008'inki.
Ne yazık ki...
Ancak burukluktan umut yaratacak sizlersiniz değerli okurlarım. Bu ülkeyi seven insanlar; sizler...
Coşkuyla kutlayalım bayramımızı o yüzden.
Burukluğu hissederek.
Ancak aynı zamanda, umudun yüreğimiz kadar bizlere yakın olduğunu bilerek...
(29 Ekim 2008, Haber Ekspres)
15 Ekim 1927'de, CHP İkinci Kurultayı'nda, Kemalizm'i ifade eden altı
ilkeden "cumhuriyetçilik", "halkçılık", "milliyetçilik" ve "laiklik" CHP'nin temel ilkeleri olarak kabul edildi.
1931'de, CHP'nin Üçüncü Kurultayı'nda, "devletçilik" ve "devrimcilik" dört ilkeye eklendi.
1937'de altı ilke anayasaya girdi.
İşte bu dört tarih, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal hukuk devlet yapısının sağlamlaştırılıp, güvenceye alınması sürecinde dört önemli kilometre taşıdır.
* * *
Bugün 29 Ekim 2008.
Cumhuriyetimizin 85. yılını hangi şartlar altında kutluyoruz?
Cumhuriyetin kazanımları yok edilirken,
Cumhuriyetin kurumları işlevsizleştirilirken,
Atatürk'ün ilkeleriyle hesaplaşılırken,
Sosyal devlet yerine sadaka veren devlet yapılandırılırken,
Din; siyasete alet edilirken,
Hukuk, eğitim ve hayatın her alanı dinselleştirilirken,
Yolsuzluk yapanlar korunurken,
Yoksulluk doğal karşılanırken,
Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri hedef
alınırken,
Cumhuriyeti ayakta tutan laikliğin içeriğini değiştirmeye yönelik çalışmalar
yapılırken,
Cumhuriyetin tüm kurumları kadrolaşmaların hedefi olurken,
Yurdumun dört bir yanına şehit haberleri düşerken,
Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter devlet yapısı tehdit ve tehlike altında iken...
* * *
Cumhuriyetimiz 85 yaşında bugün.
Buruk bir Cumhuriyet Bayramı 2008'inki.
Ne yazık ki...
Ancak burukluktan umut yaratacak sizlersiniz değerli okurlarım. Bu ülkeyi seven insanlar; sizler...
Coşkuyla kutlayalım bayramımızı o yüzden.
Burukluğu hissederek.
Ancak aynı zamanda, umudun yüreğimiz kadar bizlere yakın olduğunu bilerek...
(29 Ekim 2008, Haber Ekspres)
28 Ekim 2008
24 EKİM, İZMİR ve DENİZ BAYKAL - ZAFER YAPICI
Dünyanın karşı karşıya kaldığı en büyük ekonomik kriz (Büyük Buhran, Kara Perşembe) 1929 yılının 24 Ekimi'nde, ABD borsasının çökmesiyle başlamıştı.
Büyük Buhran'ın dünya çapında etkileri, tam anlamıyla 1929 yılının sonlarına doğru
hissedilmiş ve 1930'lu yıllarda devam etmişti...
Bu krizin yarattığı olumsuzluklar kısaca şunlardı:
1- Krizden önce ABD'de % 3 olan işsizlik oranı 4 yıl sonra % 25'lere yükseldi.
2- O zamanın parası ile 4 milyar 200 milyon dolar yok oldu.
3- Bankaların arka arkaya çökmesiyle, mudilerin Millbury Bank'taki paralarını çekme talepleri uzun kuyruklara yol açtı.
4- ABD'de başlayan kriz kısa sürede dünyaya yayıldı. Büyük Buhran tüm dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, toplam üretimde % 42 oranında bir düşüşe ve dünya ticaretinin % 65 oranında azalmasına neden oldu.
5- Meydanlara toplanan halk, büyük bir baskı uygulayıp yetkililerden bir açıklama istedi.
6- İşsiz kalan insanlar parklarda ve tren istasyonlarında yatmaya başladı.
7- Varlıkları bir anda elden giden bankacı ve iş sahiplerinde intihar etme vakaları görülmeye başlandı.
8- Halk, kriz nedeniyle, sahip olduğu değerli eşyalarını satmaya ve geçimini bu yolla sağlamaya başladı.
9- Piyasada para bir anda yok olduğu için halk artık takas yoluyla ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştı.
10- Bir tas çorba içmek ve bir ekmek almak için uzun kuyruklar oluşturan halk, geçim sıkıntısına düştü.
11- Çalışmak isteyen, geçimi temin etmek isteyen ve çaresizlik içinde bulunanlar göç etmeye başladı.
12- Sabanla tarla sürülmeye başlandı.
İşte değerli okurlarım, 1929 Büyük Buhranı'nın birkaç sonucu böyle. Sadece buzdağının görünen yüzünden bazı örnekler sundum. Ya görünmeyen yüzleri...
* * *
79 yıl sonra gelen yeni krizin çıkış aşamaları 1929'un neredeyse aynısı. Sanırsınız 2008 yılında değil, 1929 yılında yaşıyoruz. Eğer önlem alınmazsa yukarıdaki olumsuzlukları bizim de yaşamamız an meselesi olabilir...
Bu nedenle yıllardan beri ekonomi alanında yapılan yanlışlıkları dile getiren CHP lideri Deniz Baykal, 24 Ekim 2008 günü İzmir'de, ekonomik krizden Türkiye'nin etkilenmemesi için ciddi adımların atılması gerektiğini vurguladı.
Bu vurgunun özellikle 24 Ekim'de ve İzmir'de yapılması sizce büyük bir anlam taşımıyor mu?...
İşte CHP Lideri Deniz Baykal'ın İzmir'den yaptığı kriz uyarıları ve önerileri:
1- Reel sektör çok ciddi şekilde bu krizden etkilenmeye başlamıştır. Çalışan insanlar da krizin mağduru olmaya başlıyorlar. İşten çıkarmalar giderek
yaygınlaşmaktadır. Reel sektöre yardımcı olmak için SSK primlerinin derhal indirilmesi lazımdır.
2- İşyerlerinin vergi borçlarının ertelenmesine yönelik bir düzenleme derhal yapılmalıdır. Muhtasarlarla ilgili, diğer vergilerle ilgili 1 - 1,5 yıllık bir ertelemeyi makul bir faizle mümkün kılan bir vergi ertelemesi düzenlemesi şu anda reel sektöre çok yararlı olacaktır. Geçici vergiler hariç, bunu destekliyoruz.
3- Türkiye'de çarkların dönmesini sağlamak için dış finansman gerekiyor. Türkiye derhal olabildiğince, bütün imkanlarını ve etkisini kullanarak, uluslararası işbirlikleri, finans kuruluşlarıyla anlaşmalar yaparak reel sektörün, finans sektörünün muhtaç olduğu likiditeyi sağlamalıdır. Döviz likiditesini ve Türk lirası likiditesini Türkiye mutlaka sağlamalıdır.
4- Sadece hisse senetleriyle ilgili olarak değil, tahvil ve bonolarla da ilgili olarak yerli- yabancı ayrımı; vergi ayrımı ortadan kaldırılmalıdır. Ekonomide tabiyete göre farklı vergi olur mu? Bu yanlış ve haksız. Biz yerliyi cezalandırıyoruz, yabancıyı ödüllendiriyoruz.
5- Mevduata tam garanti, hem bankalar arasında riski arttıracak gereksiz mevduat transferlerini önlemesi açısından yararlıdır; hem de içeriden dışarıya kaynak kaybını önlemesi açısından gereklidir.
6- Bugün Türkiye'de yeni kredi açılmıyor. Daha önce açılmış olan kredilerin geri çağrılmaya başlandığına tanık oluyoruz. Peki, Sabah ve ATV için verilen 750 milyon dolarlık kredinin garantisi neydi? Sabah ve ATV'nin İMKB'deki son gelişmelerin ışığında şu andaki garanti değeri nedir? Pek çok işyeriyle yeni teminat ihtiyacına dayalı müzakereler yapılmakta, yeni teminat ile yeni faizler istenmektedir. Başbakanın himayesinde açılan bu kredilerle ilgili olarak gerekli çalışma, diğer işadamlarına yapıldığı gibi yapılmakta mıdır?
7- Bankaları suçlayarak, sağa sola talimat vererek krizi yönetmek mümkün değildir. Siyasi kabadayılıkla ekonomik kriz yönetilmez.
8- Kara para, uyuşturucu parası ve terör parası Türkiye'ye girmemelidir. Bu konuda gerekli dikkat ve özen mutlaka gösterilmelidir. Ayrıca Deniz Feneri parası da bu yolla Türkiye'ye taşınmamalıdır.
9- Ekonomik krizi, 'hamdolsun iyiyiz, bu kriz Türkiye'ye teğet geçti'
değerlendirmeleriyle açıklamak kesinlikle yanlıştır. Bunun yanlış olduğu net bir biçimde ortaya çıkmıştır.
10- Türkiye'de bir süreden beri kredi, ciddi anlamda verilemez hale gelmiştir. En son verilmiş ciddi kredi iki kamu bankasının, Vakıflar Bankası'yla, Halk Bankası'nın Sabah ve ATV'nin satışı dolayısıyla vermiş olduğu 750 milyon dolarlık kredidir. Bu krediyi Sayın Başbakan'ın damadının başında bulunduğu şirket almıştır.
11- İşsizlik fonundaki 35 katrilyonluk kaynağın makul bir kısmının istihdam imkanı yaratacak projeler için ayrılması konusunda bir çalışma yapılabilir.
12- Türkiye yatırımların azaldığı bir noktadadır. Bu krizi, yatırımların azalması daha ağır bir noktaya çekiyor. Kamu yatırımlarının desteklenmesi lazım. Özel sektör yatırımlarının desteklenmesi lazım. Tarımın desteklenmesi lazım. Tarıma ayrılan kaynakların arttırılması lazım.
* * *
Değerli okurlarım, "Türkiye'de vatandaşın canı bu krizden resmen yanmaya başlamıştır" diyen Baykal, özellikle 24 Ekim'de ve İzmir'de AKP hükümetine ve Türk milletine önemli bir mesaj verdi.
Ekonomik krizin, eğer ciddi önlemler alınmazsa, 1929'da yaşanan ortamı yeniden üretebileceği ve Türkiye için krizin sonuçlarının 1929'dakinden çok daha vahim olabileceği uyarısını yapmak istedi...
Bu tarihi bir uyarıdır...
(Haber Ekspres, 28 Ekim 2008)
Büyük Buhran'ın dünya çapında etkileri, tam anlamıyla 1929 yılının sonlarına doğru
hissedilmiş ve 1930'lu yıllarda devam etmişti...
Bu krizin yarattığı olumsuzluklar kısaca şunlardı:
1- Krizden önce ABD'de % 3 olan işsizlik oranı 4 yıl sonra % 25'lere yükseldi.
2- O zamanın parası ile 4 milyar 200 milyon dolar yok oldu.
3- Bankaların arka arkaya çökmesiyle, mudilerin Millbury Bank'taki paralarını çekme talepleri uzun kuyruklara yol açtı.
4- ABD'de başlayan kriz kısa sürede dünyaya yayıldı. Büyük Buhran tüm dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, toplam üretimde % 42 oranında bir düşüşe ve dünya ticaretinin % 65 oranında azalmasına neden oldu.
5- Meydanlara toplanan halk, büyük bir baskı uygulayıp yetkililerden bir açıklama istedi.
6- İşsiz kalan insanlar parklarda ve tren istasyonlarında yatmaya başladı.
7- Varlıkları bir anda elden giden bankacı ve iş sahiplerinde intihar etme vakaları görülmeye başlandı.
8- Halk, kriz nedeniyle, sahip olduğu değerli eşyalarını satmaya ve geçimini bu yolla sağlamaya başladı.
9- Piyasada para bir anda yok olduğu için halk artık takas yoluyla ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştı.
10- Bir tas çorba içmek ve bir ekmek almak için uzun kuyruklar oluşturan halk, geçim sıkıntısına düştü.
11- Çalışmak isteyen, geçimi temin etmek isteyen ve çaresizlik içinde bulunanlar göç etmeye başladı.
12- Sabanla tarla sürülmeye başlandı.
İşte değerli okurlarım, 1929 Büyük Buhranı'nın birkaç sonucu böyle. Sadece buzdağının görünen yüzünden bazı örnekler sundum. Ya görünmeyen yüzleri...
* * *
79 yıl sonra gelen yeni krizin çıkış aşamaları 1929'un neredeyse aynısı. Sanırsınız 2008 yılında değil, 1929 yılında yaşıyoruz. Eğer önlem alınmazsa yukarıdaki olumsuzlukları bizim de yaşamamız an meselesi olabilir...
Bu nedenle yıllardan beri ekonomi alanında yapılan yanlışlıkları dile getiren CHP lideri Deniz Baykal, 24 Ekim 2008 günü İzmir'de, ekonomik krizden Türkiye'nin etkilenmemesi için ciddi adımların atılması gerektiğini vurguladı.
Bu vurgunun özellikle 24 Ekim'de ve İzmir'de yapılması sizce büyük bir anlam taşımıyor mu?...
İşte CHP Lideri Deniz Baykal'ın İzmir'den yaptığı kriz uyarıları ve önerileri:
1- Reel sektör çok ciddi şekilde bu krizden etkilenmeye başlamıştır. Çalışan insanlar da krizin mağduru olmaya başlıyorlar. İşten çıkarmalar giderek
yaygınlaşmaktadır. Reel sektöre yardımcı olmak için SSK primlerinin derhal indirilmesi lazımdır.
2- İşyerlerinin vergi borçlarının ertelenmesine yönelik bir düzenleme derhal yapılmalıdır. Muhtasarlarla ilgili, diğer vergilerle ilgili 1 - 1,5 yıllık bir ertelemeyi makul bir faizle mümkün kılan bir vergi ertelemesi düzenlemesi şu anda reel sektöre çok yararlı olacaktır. Geçici vergiler hariç, bunu destekliyoruz.
3- Türkiye'de çarkların dönmesini sağlamak için dış finansman gerekiyor. Türkiye derhal olabildiğince, bütün imkanlarını ve etkisini kullanarak, uluslararası işbirlikleri, finans kuruluşlarıyla anlaşmalar yaparak reel sektörün, finans sektörünün muhtaç olduğu likiditeyi sağlamalıdır. Döviz likiditesini ve Türk lirası likiditesini Türkiye mutlaka sağlamalıdır.
4- Sadece hisse senetleriyle ilgili olarak değil, tahvil ve bonolarla da ilgili olarak yerli- yabancı ayrımı; vergi ayrımı ortadan kaldırılmalıdır. Ekonomide tabiyete göre farklı vergi olur mu? Bu yanlış ve haksız. Biz yerliyi cezalandırıyoruz, yabancıyı ödüllendiriyoruz.
5- Mevduata tam garanti, hem bankalar arasında riski arttıracak gereksiz mevduat transferlerini önlemesi açısından yararlıdır; hem de içeriden dışarıya kaynak kaybını önlemesi açısından gereklidir.
6- Bugün Türkiye'de yeni kredi açılmıyor. Daha önce açılmış olan kredilerin geri çağrılmaya başlandığına tanık oluyoruz. Peki, Sabah ve ATV için verilen 750 milyon dolarlık kredinin garantisi neydi? Sabah ve ATV'nin İMKB'deki son gelişmelerin ışığında şu andaki garanti değeri nedir? Pek çok işyeriyle yeni teminat ihtiyacına dayalı müzakereler yapılmakta, yeni teminat ile yeni faizler istenmektedir. Başbakanın himayesinde açılan bu kredilerle ilgili olarak gerekli çalışma, diğer işadamlarına yapıldığı gibi yapılmakta mıdır?
7- Bankaları suçlayarak, sağa sola talimat vererek krizi yönetmek mümkün değildir. Siyasi kabadayılıkla ekonomik kriz yönetilmez.
8- Kara para, uyuşturucu parası ve terör parası Türkiye'ye girmemelidir. Bu konuda gerekli dikkat ve özen mutlaka gösterilmelidir. Ayrıca Deniz Feneri parası da bu yolla Türkiye'ye taşınmamalıdır.
9- Ekonomik krizi, 'hamdolsun iyiyiz, bu kriz Türkiye'ye teğet geçti'
değerlendirmeleriyle açıklamak kesinlikle yanlıştır. Bunun yanlış olduğu net bir biçimde ortaya çıkmıştır.
10- Türkiye'de bir süreden beri kredi, ciddi anlamda verilemez hale gelmiştir. En son verilmiş ciddi kredi iki kamu bankasının, Vakıflar Bankası'yla, Halk Bankası'nın Sabah ve ATV'nin satışı dolayısıyla vermiş olduğu 750 milyon dolarlık kredidir. Bu krediyi Sayın Başbakan'ın damadının başında bulunduğu şirket almıştır.
11- İşsizlik fonundaki 35 katrilyonluk kaynağın makul bir kısmının istihdam imkanı yaratacak projeler için ayrılması konusunda bir çalışma yapılabilir.
12- Türkiye yatırımların azaldığı bir noktadadır. Bu krizi, yatırımların azalması daha ağır bir noktaya çekiyor. Kamu yatırımlarının desteklenmesi lazım. Özel sektör yatırımlarının desteklenmesi lazım. Tarımın desteklenmesi lazım. Tarıma ayrılan kaynakların arttırılması lazım.
* * *
Değerli okurlarım, "Türkiye'de vatandaşın canı bu krizden resmen yanmaya başlamıştır" diyen Baykal, özellikle 24 Ekim'de ve İzmir'de AKP hükümetine ve Türk milletine önemli bir mesaj verdi.
Ekonomik krizin, eğer ciddi önlemler alınmazsa, 1929'da yaşanan ortamı yeniden üretebileceği ve Türkiye için krizin sonuçlarının 1929'dakinden çok daha vahim olabileceği uyarısını yapmak istedi...
Bu tarihi bir uyarıdır...
(Haber Ekspres, 28 Ekim 2008)
21 Ekim 2008
SOSYAL GÜVENLİKTE CHP NELERİ ÖNERDİ, AKP NELERİ REDDETTİ? - ZAFER YAPICI
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, AKP tarafından çıkartılan, (gerçekte sosyal güvenliğin ortadan kaldırılması anlamına gelen) Sosyal Güvenlik Yasası'yla ilgili bakın neler söylemişti: "Bu yasa, sosyal güvenlik anlayışını, sosyal devlet anlayışının dışına çıkarmaya çalışan bir yasadır. Bu yasa ile sosyal devlet artık gözden çıkarılmakta, erozyona uğratılmakta, gücü yeten gücü yetene anlayışı fiilen anayasal sistemimizin temel anlayışı haline dönüştürülmektedir. Bu yasa ile Türkiye'de sosyal devlet tasfiye edilmektedir. Devletin çalışanlarına karşı herhangi bir sorumluluğu yokmuş gibi bir anlayışla yeni bir sosyal güvenlik modeli ortaya konulmaktadır."
Değerli okurlarım, Sosyal Güvenlik Yasası'yla ilgili CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın bu söyleminin altında yatan gerçekleri daha iyi anlayabilmek için bu yasayla ilgili CHP'nin neleri önerdiğine, AKP'nin de neleri reddettiğine bakmak gerekir...
* * *
İşte gerçekler...
CHP, "18 yaşını doldurup, evlenmemiş ve geliri olmayan kız çocukları, anne ya da babalarının sosyal sigorta haklarından yararlanarak tedavi olabilsinler" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Cezaevinde çalışıp, gelir elde eden mahkumlar sigortalı olsun" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Emekli aylıklarının artışında sadece TÜFE değil, milli gelir artışı da dikkate alınsın; bu ülkenin emeklileri ikinci sınıf yurttaş olmasın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Aylık bağlanacak çocuğu bulunmayan sigortalının dul eşine, başka hiçbir şart aramadan yüzde 75 oranında ölüm aylığı bağlansın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Yabancıların kronik hastalıklarının tedavilerini engelleyen hüküm yasadan çıkarılsın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Prim borcu olan esnaf ve sanatkar ile aileleri de sağlık yardımlarından yararlansın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Çok prim ödeyenin düşük, az prim ödeyenin de fazla emekli aylığı aldığı geçmiş uygulamalar (intibak) düzeltilsin; bu önerimiz ek yük getiriyorsa, zamana yayarak bu haksızlığı giderelim" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "İşsizlik ödeneğinden yararlanan işsizlerin, bu ödeneği aldıkları sürece malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi 'İşsizlik Sigortası Fonu'ndan karşılansın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Devlet, sosyal güvenlik sistemine 'tahsil' edilen değil, 'tahakkuk' eden primlerin üçte biri oranında katılsın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Sigortalının doğum yapan eşine yapılacak 'emzirme yardımı'nı 1.100 YTL'nin altına düşürmeyin, çocuğun anne sütüyle daha iyi beslenmesi gerekir" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Emekli aylıkları zaten çok düşük, 'aylık bağlama oranı'nı daha da düşürmeyin" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Sigortalıların gelir, aylık ve ödenekleri; nafaka borçları dışında şimdi olduğu gibi haczedilmesin" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Yürürlükteki yasalara göre, yıpranma hakkından yararlananlar, bu haklarını emekli oluncaya kadar sürdürebilsinler" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Emekli yaşı 65'e çıkıyor, dolayısıyla emekli olan sigortalıların tekrar çalışmaları halinde, alınan 'sosyal güvenlik destek primi'ni kaldırın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Sosyal güvenlik destek primini kaldırmıyorsanız, bari %15'e çıkarmayın, %10'da kalsın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Muhtarların Sosyal Sigorta primlerini devlet ödesin" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Ölen sigortalının yakınlarına cenaze masrafı ödenebilmesi için, sigortalının hayatta iken en az 360 gün prim ödeme şartını getirmeyin" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Kayıt dışı çalışma çok yaygın. Reforma öncelikle bu alandan başlayın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!...
* * *
Değerli okurlarım, işte CHP'nin sosyal devleti ayakta tutma çabaları. İşte AKP'nin sosyal devleti gözden çıkarma çabaları ve yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Yasası...
"...İnsanları mutlu edecek tek vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan hareket ve enerjidir..." 1931- Mustafa Kemal Atatürk.
Yorum sizin...
(Haber Ekspres, 20 Ekim 2008)
Değerli okurlarım, Sosyal Güvenlik Yasası'yla ilgili CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın bu söyleminin altında yatan gerçekleri daha iyi anlayabilmek için bu yasayla ilgili CHP'nin neleri önerdiğine, AKP'nin de neleri reddettiğine bakmak gerekir...
* * *
İşte gerçekler...
CHP, "18 yaşını doldurup, evlenmemiş ve geliri olmayan kız çocukları, anne ya da babalarının sosyal sigorta haklarından yararlanarak tedavi olabilsinler" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Cezaevinde çalışıp, gelir elde eden mahkumlar sigortalı olsun" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Emekli aylıklarının artışında sadece TÜFE değil, milli gelir artışı da dikkate alınsın; bu ülkenin emeklileri ikinci sınıf yurttaş olmasın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Aylık bağlanacak çocuğu bulunmayan sigortalının dul eşine, başka hiçbir şart aramadan yüzde 75 oranında ölüm aylığı bağlansın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Yabancıların kronik hastalıklarının tedavilerini engelleyen hüküm yasadan çıkarılsın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Prim borcu olan esnaf ve sanatkar ile aileleri de sağlık yardımlarından yararlansın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Çok prim ödeyenin düşük, az prim ödeyenin de fazla emekli aylığı aldığı geçmiş uygulamalar (intibak) düzeltilsin; bu önerimiz ek yük getiriyorsa, zamana yayarak bu haksızlığı giderelim" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "İşsizlik ödeneğinden yararlanan işsizlerin, bu ödeneği aldıkları sürece malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi 'İşsizlik Sigortası Fonu'ndan karşılansın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Devlet, sosyal güvenlik sistemine 'tahsil' edilen değil, 'tahakkuk' eden primlerin üçte biri oranında katılsın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Sigortalının doğum yapan eşine yapılacak 'emzirme yardımı'nı 1.100 YTL'nin altına düşürmeyin, çocuğun anne sütüyle daha iyi beslenmesi gerekir" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Emekli aylıkları zaten çok düşük, 'aylık bağlama oranı'nı daha da düşürmeyin" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Sigortalıların gelir, aylık ve ödenekleri; nafaka borçları dışında şimdi olduğu gibi haczedilmesin" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Yürürlükteki yasalara göre, yıpranma hakkından yararlananlar, bu haklarını emekli oluncaya kadar sürdürebilsinler" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Emekli yaşı 65'e çıkıyor, dolayısıyla emekli olan sigortalıların tekrar çalışmaları halinde, alınan 'sosyal güvenlik destek primi'ni kaldırın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Sosyal güvenlik destek primini kaldırmıyorsanız, bari %15'e çıkarmayın, %10'da kalsın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Muhtarların Sosyal Sigorta primlerini devlet ödesin" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Ölen sigortalının yakınlarına cenaze masrafı ödenebilmesi için, sigortalının hayatta iken en az 360 gün prim ödeme şartını getirmeyin" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!
CHP, "Kayıt dışı çalışma çok yaygın. Reforma öncelikle bu alandan başlayın" önerisini getirdi.
AKP kabul etmedi!...
* * *
Değerli okurlarım, işte CHP'nin sosyal devleti ayakta tutma çabaları. İşte AKP'nin sosyal devleti gözden çıkarma çabaları ve yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Yasası...
"...İnsanları mutlu edecek tek vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan hareket ve enerjidir..." 1931- Mustafa Kemal Atatürk.
Yorum sizin...
(Haber Ekspres, 20 Ekim 2008)
14 Ekim 2008
SOSYAL DEVLET ANLAYIŞI İLE SADAKA KÜLTÜRÜNDEN KURTULMAK - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, AKP, iktidara geldiği günden itibaren sosyal devleti yok sayan politikalar güttü. Sadaka kültürünü ön plana çıkardı. Devletin tüm olanaklarıyla, üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışına dayanan bir kültürü toplumsal yapımıza işlemeye çalıştı.
Bu uygulama işsizliğin ve yoksulluğun çığ gibi büyüdüğü bir ortamda ilgi görmeye başladı. Ardından kredi kartları, şans oyunları, televizyonlarda yapılan yarışmalarda dağıtılan milyarlar vb. halkı üretmeden tüketmeye, üretmeden kazanmaya yönlendirdi....
* * *
Dünyayı saran ekonomik krizden Türkiye'nin etkilenmeyeceğini söyleyen Başbakan daha düne kadar "Ziraat ve Halk Bankası'nı satacağım" diyordu.
Bugün; "Ziraat ve Halk Bankası bu ortamda satılamaz" diyor...
Başbakan'ın bu sözleri bir bakıma şimdiye kadar uyguladığı ekonomi politikalarının yanlışlığının bir itirafı gibidir.
Üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışının ve sadaka siyasetinin ilk iflas beyanıdır!
Çünkü esas sorun dünyayı saran finansal kriz değildir. Esas sorun, AKP iktidarının küresel finansal krizler karşısında Türkiye'yi korumasız kılan sadaka kültürü soslu neo-liberal ekonomi politikalarının gönüllü uygulayıcısı olmasıdır...
* * *
İşte ekonomide Türkiye'nin geldiği nokta:
* Ülkemizin dış ve iç, kamu ve özel toplam borç yükü 512,2 milyar dolara yükseldi.
* Cari açık 50 milyar 272 milyon dolara tırmandı.
* Enflasyon % 11,13 ile hedefin üç katına yaklaştı.
* "Son bir yılda gübrede % 180, mazotta %40 fiyat artışı ile çiftçilerimiz perişan
edildi.
* "Sokaktaki işsizlik"; yani gerçek işsizlik % 18'e yükseldi. Gençler arasında işsizlik % 30 düzeyinde.
* Kapanan ticaret ünvanlı toplam işyeri sayısı, geçen yılın aynı dönemine göre % 83,3 artarak 27 bin 264'e tırmandı.
* Yılın ilk iki çeyreğinde üretim artışı 2007'nin altında kaldı. 2007'nin ilk altı ayında artış % 5,4 iken, bu yılın ilk altı ayında % 4,4'e geriledi.
* Sanayi sektöründeki üretim artış hızı ise geçen yılın ilk altı ayında % 6 iken bu yıl % 4,9 olarak gerçekleşti.
* 2007'nin sonunda Türkiye'de 37 milyon 335 bin kredi kartı, 55 milyon 510 bin adet de banka kartı kullanıldı. Şubat itibariyle 687 bin 16 kişi borcunu ödeyememe sorunu yaşadı.
* Son dokuz ayda 52 bin 140 işyeri kapandı.
* Bir milyon çoluk, çocuk, genç, ihtiyar gece yatağa aç girmekte,
* Yirmi dokuz milyon insan yoksulluk sınırı altında yaşamakta iken,
* Şimdi de küresel ekonomik kriz...
* * *
Değerli okurlarım, yoksulluğun mimarı AKP zihniyeti şimdi de yoksulluğu ortadan kaldırmak için yeni bir proje ürettiğini iddia ediyor...
AKP iktidarı, Türkiye'nin yoksulluk haritasını çıkartıp, yoksullara balık tutmasını öğretecek ve böylelikle yoksul sayısını düşürecekmiş(!)...
Nasıl mı?...
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik bu projeyle ilgili şu bilgileri verdi: "Yoksulun kim olduğu tanımlanacak. İl il yoksul sayısını tespit edeceğiz. Bu kritere uygun yoksul sayısı belirlenecek. Bunlara tek elden yardım yapılması gerekiyor. Diyelim ki, iki milyon yoksulumuz var. Bu yoksullara balık tutmayı öğreteceğiz. O insanlar balık tutarak karınlarını doyuracaklar. Böylece yoksul sayısı düşecek."
İşte iktidarın yoksulluğu ortadan kaldıracak projesi(!)...
Sadece karın doyurmak... Tek elden yardım yapmak...
Değerli okurlarım, Bakan'ın "tek elden yardım yapılması gerekiyor" demesi, yoksullara yardım yapacak "tek el"in kim olduğu sorusunu akıllara getirmiyor mu?...
Şimdi, Sayın Bakan'a sormamız gerekmez mi? Sayın Bakan yoksullara tek elden yardım dağıtarak nasıl balık tutmasını öğreteceksiniz? Balık tutmayı öğretmek, üretmeyi öğretmek, alın terinin karşılığını almayı öğretmek demek değil midir?... Eğer bu doğru ise neden yoksulları işsizleri üretime sevk edecek istihdama yönelik yatırımlar içeren projeler ortaya koymuyorsunuz da sadaka vermeyi, üretmeden tüketmeyi, üretmeden kazanmayı teşvik ediyorsunuz?...
* * *
Değerli okurlarım, sadaka politikasının yolsuzluk ağlarının CHP'nin aktif muhalefetiyle belirginleşmesi toplumda sessiz ancak derin bir uyanış sağladı.
Artık halkımız çözümün sosyal devlet anlayışı ile sadaka kültürünün yok edilmesinde olduğuna daha fazla inanıyor. Ekonominin doğru yönetilmediğini, kriz sürecinde daha net görüyor.
Artık yoksul insanlarımız AKP denizinde AKP oltası ve AKP yemi ile balık avlamayı istemiyor. Aksine demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin oltası ve yemi ile cumhuriyetimizin denizlerinde balık tutmayı istiyor.
Artık yoksulumuz ürettiği kadar kazanmak, kazandığı kadar da tüketmek istiyor.
Kısacası onurlu bir şekilde üretmeyi, onurlu bir şekilde tüketmeyi istiyor...
Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk'ün dediği gibi öğünmeyi, çalışmayı ve güvenmeyi istiyor...
Bu farkındalığın daha da büyüyeceği bir sürece giriyoruz...
...AKP'yi ve/veya neo-liberalleri sadaka politikasında revizyona zorlayan şey, sakın bu büyüyen farkındalık olmasın?
(Haber Ekspres, 14 Ekim 2008)
Bu uygulama işsizliğin ve yoksulluğun çığ gibi büyüdüğü bir ortamda ilgi görmeye başladı. Ardından kredi kartları, şans oyunları, televizyonlarda yapılan yarışmalarda dağıtılan milyarlar vb. halkı üretmeden tüketmeye, üretmeden kazanmaya yönlendirdi....
* * *
Dünyayı saran ekonomik krizden Türkiye'nin etkilenmeyeceğini söyleyen Başbakan daha düne kadar "Ziraat ve Halk Bankası'nı satacağım" diyordu.
Bugün; "Ziraat ve Halk Bankası bu ortamda satılamaz" diyor...
Başbakan'ın bu sözleri bir bakıma şimdiye kadar uyguladığı ekonomi politikalarının yanlışlığının bir itirafı gibidir.
Üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışının ve sadaka siyasetinin ilk iflas beyanıdır!
Çünkü esas sorun dünyayı saran finansal kriz değildir. Esas sorun, AKP iktidarının küresel finansal krizler karşısında Türkiye'yi korumasız kılan sadaka kültürü soslu neo-liberal ekonomi politikalarının gönüllü uygulayıcısı olmasıdır...
* * *
İşte ekonomide Türkiye'nin geldiği nokta:
* Ülkemizin dış ve iç, kamu ve özel toplam borç yükü 512,2 milyar dolara yükseldi.
* Cari açık 50 milyar 272 milyon dolara tırmandı.
* Enflasyon % 11,13 ile hedefin üç katına yaklaştı.
* "Son bir yılda gübrede % 180, mazotta %40 fiyat artışı ile çiftçilerimiz perişan
edildi.
* "Sokaktaki işsizlik"; yani gerçek işsizlik % 18'e yükseldi. Gençler arasında işsizlik % 30 düzeyinde.
* Kapanan ticaret ünvanlı toplam işyeri sayısı, geçen yılın aynı dönemine göre % 83,3 artarak 27 bin 264'e tırmandı.
* Yılın ilk iki çeyreğinde üretim artışı 2007'nin altında kaldı. 2007'nin ilk altı ayında artış % 5,4 iken, bu yılın ilk altı ayında % 4,4'e geriledi.
* Sanayi sektöründeki üretim artış hızı ise geçen yılın ilk altı ayında % 6 iken bu yıl % 4,9 olarak gerçekleşti.
* 2007'nin sonunda Türkiye'de 37 milyon 335 bin kredi kartı, 55 milyon 510 bin adet de banka kartı kullanıldı. Şubat itibariyle 687 bin 16 kişi borcunu ödeyememe sorunu yaşadı.
* Son dokuz ayda 52 bin 140 işyeri kapandı.
* Bir milyon çoluk, çocuk, genç, ihtiyar gece yatağa aç girmekte,
* Yirmi dokuz milyon insan yoksulluk sınırı altında yaşamakta iken,
* Şimdi de küresel ekonomik kriz...
* * *
Değerli okurlarım, yoksulluğun mimarı AKP zihniyeti şimdi de yoksulluğu ortadan kaldırmak için yeni bir proje ürettiğini iddia ediyor...
AKP iktidarı, Türkiye'nin yoksulluk haritasını çıkartıp, yoksullara balık tutmasını öğretecek ve böylelikle yoksul sayısını düşürecekmiş(!)...
Nasıl mı?...
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik bu projeyle ilgili şu bilgileri verdi: "Yoksulun kim olduğu tanımlanacak. İl il yoksul sayısını tespit edeceğiz. Bu kritere uygun yoksul sayısı belirlenecek. Bunlara tek elden yardım yapılması gerekiyor. Diyelim ki, iki milyon yoksulumuz var. Bu yoksullara balık tutmayı öğreteceğiz. O insanlar balık tutarak karınlarını doyuracaklar. Böylece yoksul sayısı düşecek."
İşte iktidarın yoksulluğu ortadan kaldıracak projesi(!)...
Sadece karın doyurmak... Tek elden yardım yapmak...
Değerli okurlarım, Bakan'ın "tek elden yardım yapılması gerekiyor" demesi, yoksullara yardım yapacak "tek el"in kim olduğu sorusunu akıllara getirmiyor mu?...
Şimdi, Sayın Bakan'a sormamız gerekmez mi? Sayın Bakan yoksullara tek elden yardım dağıtarak nasıl balık tutmasını öğreteceksiniz? Balık tutmayı öğretmek, üretmeyi öğretmek, alın terinin karşılığını almayı öğretmek demek değil midir?... Eğer bu doğru ise neden yoksulları işsizleri üretime sevk edecek istihdama yönelik yatırımlar içeren projeler ortaya koymuyorsunuz da sadaka vermeyi, üretmeden tüketmeyi, üretmeden kazanmayı teşvik ediyorsunuz?...
* * *
Değerli okurlarım, sadaka politikasının yolsuzluk ağlarının CHP'nin aktif muhalefetiyle belirginleşmesi toplumda sessiz ancak derin bir uyanış sağladı.
Artık halkımız çözümün sosyal devlet anlayışı ile sadaka kültürünün yok edilmesinde olduğuna daha fazla inanıyor. Ekonominin doğru yönetilmediğini, kriz sürecinde daha net görüyor.
Artık yoksul insanlarımız AKP denizinde AKP oltası ve AKP yemi ile balık avlamayı istemiyor. Aksine demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin oltası ve yemi ile cumhuriyetimizin denizlerinde balık tutmayı istiyor.
Artık yoksulumuz ürettiği kadar kazanmak, kazandığı kadar da tüketmek istiyor.
Kısacası onurlu bir şekilde üretmeyi, onurlu bir şekilde tüketmeyi istiyor...
Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk'ün dediği gibi öğünmeyi, çalışmayı ve güvenmeyi istiyor...
Bu farkındalığın daha da büyüyeceği bir sürece giriyoruz...
...AKP'yi ve/veya neo-liberalleri sadaka politikasında revizyona zorlayan şey, sakın bu büyüyen farkındalık olmasın?
(Haber Ekspres, 14 Ekim 2008)
ÜRETMEDEN TÜKETMEK VE ÜRETMEDEN KAZANMAK...! - ZAFER YAPICI
Değerli okurlarım, 2000'li yıllarda Türk milletinin ekonomik gelişmesinin önündeki en büyük engel, üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarının siyasal iktidar tarafından sahiplenilmesi ve daha kötüsü bu anlayışların toplumsal yapımıza sızmasıdır...
Türkiye'nin toplumsal yapısına üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarının sızması birbirini besleyen iki sürecin doğal sonucudur:
1- Neo-liberal Ekonomi Süreci: Günümüzde, ekonomik bağımsızlığı olmayan her ülkeye dayatıldığı gibi Türkiye'ye de neo-liberal ekonomi politikaları dayatılmaktadır. Neo-liberalizme göre kamu sektörü, stratejik sahalarda bile küçültülmeli ve özelleştirmeler gerçekleştirilmelidir. Sendikalar dizginlenmeli, sosyal güvenlik hakları budanmalı, (yandaş) sermaye ağı yaratılmalıdır. Rekabetçi olarak sunulan ancak hiç de rekabetçi olmayan "neo-liberal piyasa ortamı", üstün değer olarak gösterilmelidir. Spekülatif sermayenin paradan para kazanabileceği ortam yaratılmalıdır. Devlet tarafından, neo-liberal piyasa mücadelesinin "oyun dışı" kalanlarını; yani "sistemin kaybedenlerini" gerçekten kollayacak hiçbir önlem alınmamalıdır.
2- Sadaka Süreci: Sadaka siyaseti, neo-liberal ekonomi sürecinin kaybedenlerinin edilgenliğini ve sisteme itaatini sağlamak için kullanılmaktadır. Neo-liberal ekonomi politikalarının kazananları doğal olarak sistemin sürekliliğine destek olmaktadırlar. Ancak sistemin sürekliliğinin sağlanabilmesi için kazananların desteği yetmemekte, hemen her durumda sistemin kaybedenlerinden de destek alınması gerekmektedir. Bu noktada üretilen sadaka politikası, sistemin kaybedenlerini kollarmış gibi görünerek (ama aslında hiçbir zaman korumayarak), neo-liberal ekonomi sürecinin hakimiyetinin sürmesine hizmet etmektedir.
* * *
Değerli okurlarım, neo-liberal ekonomi sürecinin hakimiyeti sürdükçe kitleler daha da fakirleşmekte ve son noktada avuç açar hale düşürülmektedir. Bu durumda ortaya atılan sadaka politikası kitleleri neo-liberal sistemin içinde tutmaktadır. İşte bu sayede neo-liberal ekonomi süreklilik kazanmaktadır. Neo-liberal ekonomi süreklilik kazanınca kitleler daha fazla avuç açar hale gelmekte, kitleler daha fazla avuç açar hale geldikçe sadaka kültürü etkinliğini arttırmakta, bu döngüsellikte kazanan hep neo-liberalizm olmaktadır.
Kısaca ve basit bir dille bir kez daha izah edelim. Neo-liberal ekonomi politikası - çoğu zaman devletin olanaklarıyla - üretmeden kazanan yeni zenginler yaratmaktadır. Diğer taraftan spekülatif uluslararası sermayenin paradan para kazanmasına uygun bir ortam oluşturmaktadır. Bu zenginlik, hiçbir biçimde üretime dayanmadığından, toplumun geri kalan kesimlerinin fakirleşmesi sonucunda oluşmaktadır. Fakirleşen kitleler ise bir taraftan sadaka kültürüyle, diğer taraftan da "işini bilenlerin" ya da "şansı dönenlerin" bir gün zenginleşebileceğine dayalı bir vaat ile avutulmaktadır. Böylelikle neo-liberal hırsızlık ekonomisi, döngüsel bir biçimde hakimiyetini sürdürebilmektedir...
* * *
AKP zihniyeti, Türkiye'de neo-liberal ekonomi ve sadaka kültürünü kurumsallaştırarak, üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarının temel uygulayıcısı olmuştur. Bir başka ifadeyle, Türkiye'de AKP, yoksulun daha da yoksullaştırıldığı, zenginin daha da zenginleştirildiği bir ekonomi modelinin en muhafazakâr savunucusudur!
AKP iktidarı, Cumhuriyetin kurumlarından bankalara kadar ülkemizin stratejik öneme sahip kurum ve tesislerin büyük kısmını değerlerinin altında bir fiyatla yabancılara satmıştır.
Bu kurumları ve tesisleri alanların çok büyük bir kısmı üretime; dolayısıyla istihdama yönelik hiçbir proje üretmemişlerdir. Aksine üretimi engelleyen ve üretimi yok sayan bir anlayışla kendi çıkarlarını daha da geliştiren bir tutum içine girmişlerdir. Paradan para kazanmışlardır.
Tüm bu gelişmeleri görmezlikten gelen iktidar, "sanal mutluluğu" yaratan sıcak para akışını sürdürebilmek için "yüksek faiz" politikasını içine sindirip, istikrar naraları atarak ekonomiyi yönlendirmeye çalışmıştır. Son tahlilde ülke ekonomisini spekülatif sermayenin insafına terk etmiştir.
* * *
Değerli okurlarım üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarına sahip olan iktidar bu anlayışını altı yıldır topluma egemen kılmaya çalışıyor.
Hem zenginleştirdiği küçük bir gruba, hem de yoksullaştırdığı milyonlara...
Gelinen noktada neler mi var? Yolsuzluk, yoksulluk, umutsuzluk ve güvensizlik...
Sadece bunlar...
Yarınki yazımızda bu karanlık tabloyu irdelemeye devam edeceğiz. Çözümü tartışacağız...
(Haber Ekspres 13 Ekim 2008)
Türkiye'nin toplumsal yapısına üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarının sızması birbirini besleyen iki sürecin doğal sonucudur:
1- Neo-liberal Ekonomi Süreci: Günümüzde, ekonomik bağımsızlığı olmayan her ülkeye dayatıldığı gibi Türkiye'ye de neo-liberal ekonomi politikaları dayatılmaktadır. Neo-liberalizme göre kamu sektörü, stratejik sahalarda bile küçültülmeli ve özelleştirmeler gerçekleştirilmelidir. Sendikalar dizginlenmeli, sosyal güvenlik hakları budanmalı, (yandaş) sermaye ağı yaratılmalıdır. Rekabetçi olarak sunulan ancak hiç de rekabetçi olmayan "neo-liberal piyasa ortamı", üstün değer olarak gösterilmelidir. Spekülatif sermayenin paradan para kazanabileceği ortam yaratılmalıdır. Devlet tarafından, neo-liberal piyasa mücadelesinin "oyun dışı" kalanlarını; yani "sistemin kaybedenlerini" gerçekten kollayacak hiçbir önlem alınmamalıdır.
2- Sadaka Süreci: Sadaka siyaseti, neo-liberal ekonomi sürecinin kaybedenlerinin edilgenliğini ve sisteme itaatini sağlamak için kullanılmaktadır. Neo-liberal ekonomi politikalarının kazananları doğal olarak sistemin sürekliliğine destek olmaktadırlar. Ancak sistemin sürekliliğinin sağlanabilmesi için kazananların desteği yetmemekte, hemen her durumda sistemin kaybedenlerinden de destek alınması gerekmektedir. Bu noktada üretilen sadaka politikası, sistemin kaybedenlerini kollarmış gibi görünerek (ama aslında hiçbir zaman korumayarak), neo-liberal ekonomi sürecinin hakimiyetinin sürmesine hizmet etmektedir.
* * *
Değerli okurlarım, neo-liberal ekonomi sürecinin hakimiyeti sürdükçe kitleler daha da fakirleşmekte ve son noktada avuç açar hale düşürülmektedir. Bu durumda ortaya atılan sadaka politikası kitleleri neo-liberal sistemin içinde tutmaktadır. İşte bu sayede neo-liberal ekonomi süreklilik kazanmaktadır. Neo-liberal ekonomi süreklilik kazanınca kitleler daha fazla avuç açar hale gelmekte, kitleler daha fazla avuç açar hale geldikçe sadaka kültürü etkinliğini arttırmakta, bu döngüsellikte kazanan hep neo-liberalizm olmaktadır.
Kısaca ve basit bir dille bir kez daha izah edelim. Neo-liberal ekonomi politikası - çoğu zaman devletin olanaklarıyla - üretmeden kazanan yeni zenginler yaratmaktadır. Diğer taraftan spekülatif uluslararası sermayenin paradan para kazanmasına uygun bir ortam oluşturmaktadır. Bu zenginlik, hiçbir biçimde üretime dayanmadığından, toplumun geri kalan kesimlerinin fakirleşmesi sonucunda oluşmaktadır. Fakirleşen kitleler ise bir taraftan sadaka kültürüyle, diğer taraftan da "işini bilenlerin" ya da "şansı dönenlerin" bir gün zenginleşebileceğine dayalı bir vaat ile avutulmaktadır. Böylelikle neo-liberal hırsızlık ekonomisi, döngüsel bir biçimde hakimiyetini sürdürebilmektedir...
* * *
AKP zihniyeti, Türkiye'de neo-liberal ekonomi ve sadaka kültürünü kurumsallaştırarak, üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarının temel uygulayıcısı olmuştur. Bir başka ifadeyle, Türkiye'de AKP, yoksulun daha da yoksullaştırıldığı, zenginin daha da zenginleştirildiği bir ekonomi modelinin en muhafazakâr savunucusudur!
AKP iktidarı, Cumhuriyetin kurumlarından bankalara kadar ülkemizin stratejik öneme sahip kurum ve tesislerin büyük kısmını değerlerinin altında bir fiyatla yabancılara satmıştır.
Bu kurumları ve tesisleri alanların çok büyük bir kısmı üretime; dolayısıyla istihdama yönelik hiçbir proje üretmemişlerdir. Aksine üretimi engelleyen ve üretimi yok sayan bir anlayışla kendi çıkarlarını daha da geliştiren bir tutum içine girmişlerdir. Paradan para kazanmışlardır.
Tüm bu gelişmeleri görmezlikten gelen iktidar, "sanal mutluluğu" yaratan sıcak para akışını sürdürebilmek için "yüksek faiz" politikasını içine sindirip, istikrar naraları atarak ekonomiyi yönlendirmeye çalışmıştır. Son tahlilde ülke ekonomisini spekülatif sermayenin insafına terk etmiştir.
* * *
Değerli okurlarım üretmeden tüketmek ve üretmeden kazanmak anlayışlarına sahip olan iktidar bu anlayışını altı yıldır topluma egemen kılmaya çalışıyor.
Hem zenginleştirdiği küçük bir gruba, hem de yoksullaştırdığı milyonlara...
Gelinen noktada neler mi var? Yolsuzluk, yoksulluk, umutsuzluk ve güvensizlik...
Sadece bunlar...
Yarınki yazımızda bu karanlık tabloyu irdelemeye devam edeceğiz. Çözümü tartışacağız...
(Haber Ekspres 13 Ekim 2008)
07 Ekim 2008
BİR KEZ DAHA TERÖR...-ZAFER YAPICI
Geçtiğimiz günlerde Hakkari'nin Şemdinli ilçesindeki Aktütün sınır karakoluna PKK tarafından bir terörist saldırı düzenlendi.
350 kişilik bir grup halinde geldi teröristler. Irak sınırından sızdılar.
Uçaksavarları, makineli silahları ve taşınabilir havan toplarıyla...
Katırlarla sınırdan geçtiler...
15 şehit verdi ülkem. 6'sı ağır 21 yaralımız var.
* * *
ABD'nin CNN International ve İngiltere'nin BBC televizyonları olayı "Kürt isyancılar (rebels) tarafından 15 Türk askeri öldürüldü" başlığıyla verdi.
CNN ve BBC yine teröriste terörist demedi! Hakkari'nin Dağlıca bölgesinde 2007 yılında gerçekleşen ve 12 askerimizin şehit olduğu terör eylemiyle ilgili yaptıkları haberlerde olduğu gibi...
* * *
Teröristler nereden Türkiye'ye girdiler?
Kuzey Irak'tan.
Teröristlerin Türkiye'ye girdiği bölge kimin kontrolündeydi?
Barzani yönetiminin sorumluluktan kaçmak üzere ortaya attığı "kontrolsüz bölge" iddialarının hiçbir dayanağı yok!
Cevap net. Barzani'nin ve ABD güçlerinin.
* * *
Hatırlarsınız. ABD, Türkiye'nin Kuzey Irak'ta bir askeri operasyona girişmesinin gerekçesini ortadan kaldırmak amacıyla geçen yılın kasım ayından itibaren Türkiye'ye "anlık istihbarat" vaadinde bulunmuştu.
2007 yılının aralık ayında ABD Büyükelçisi Wilson, Türkiye ile ABD arasında, PKK terör örgütüne yönelik anlık istihbarat paylaşımının çok iyi gittiğini belirterek, "Türkiye'ye yararlı bilgiler sunuyoruz. PKK ilk defa Türkiye'de ve Kuzey Irak'ta hoş karşılanmadığını gördü" demişti.
Bu nasıl bir anlık istihbarat paylaşımıysa...
350 terörist ağır silahlarıyla, katırlarıyla ABD'nin kuş uçurtmadığı bölgeden geçti. 15 yiğidimiz can verdi.
* * *
Bir kez daha terör...
Bir kez daha müttefik olarak sunulan devletlerin en itibar sahibi basın kuruluşlarının "terör" olarak tanımlamaktan kaçındığı bir terör olayı söz konusu.
Bir kez daha müttefik olarak sunulan devletlerin teröre karşı işbirliği vaadinin gerçekleşmediğine tanık olduk. Kimse kimseyi kandırmasın.
Daha vahimi, müttefik olarak sunulan devletlerin kontrolündeki topraklardan Türkiye'ye yönelen oldukça büyük çaplı bir terör saldırısıyla karşı karşıya kaldık.
Ve bir kez daha ağlıyoruz.
Bir kez daha...
(Haber Ekspres, 7 Ekim 2008)
350 kişilik bir grup halinde geldi teröristler. Irak sınırından sızdılar.
Uçaksavarları, makineli silahları ve taşınabilir havan toplarıyla...
Katırlarla sınırdan geçtiler...
15 şehit verdi ülkem. 6'sı ağır 21 yaralımız var.
* * *
ABD'nin CNN International ve İngiltere'nin BBC televizyonları olayı "Kürt isyancılar (rebels) tarafından 15 Türk askeri öldürüldü" başlığıyla verdi.
CNN ve BBC yine teröriste terörist demedi! Hakkari'nin Dağlıca bölgesinde 2007 yılında gerçekleşen ve 12 askerimizin şehit olduğu terör eylemiyle ilgili yaptıkları haberlerde olduğu gibi...
* * *
Teröristler nereden Türkiye'ye girdiler?
Kuzey Irak'tan.
Teröristlerin Türkiye'ye girdiği bölge kimin kontrolündeydi?
Barzani yönetiminin sorumluluktan kaçmak üzere ortaya attığı "kontrolsüz bölge" iddialarının hiçbir dayanağı yok!
Cevap net. Barzani'nin ve ABD güçlerinin.
* * *
Hatırlarsınız. ABD, Türkiye'nin Kuzey Irak'ta bir askeri operasyona girişmesinin gerekçesini ortadan kaldırmak amacıyla geçen yılın kasım ayından itibaren Türkiye'ye "anlık istihbarat" vaadinde bulunmuştu.
2007 yılının aralık ayında ABD Büyükelçisi Wilson, Türkiye ile ABD arasında, PKK terör örgütüne yönelik anlık istihbarat paylaşımının çok iyi gittiğini belirterek, "Türkiye'ye yararlı bilgiler sunuyoruz. PKK ilk defa Türkiye'de ve Kuzey Irak'ta hoş karşılanmadığını gördü" demişti.
Bu nasıl bir anlık istihbarat paylaşımıysa...
350 terörist ağır silahlarıyla, katırlarıyla ABD'nin kuş uçurtmadığı bölgeden geçti. 15 yiğidimiz can verdi.
* * *
Bir kez daha terör...
Bir kez daha müttefik olarak sunulan devletlerin en itibar sahibi basın kuruluşlarının "terör" olarak tanımlamaktan kaçındığı bir terör olayı söz konusu.
Bir kez daha müttefik olarak sunulan devletlerin teröre karşı işbirliği vaadinin gerçekleşmediğine tanık olduk. Kimse kimseyi kandırmasın.
Daha vahimi, müttefik olarak sunulan devletlerin kontrolündeki topraklardan Türkiye'ye yönelen oldukça büyük çaplı bir terör saldırısıyla karşı karşıya kaldık.
Ve bir kez daha ağlıyoruz.
Bir kez daha...
(Haber Ekspres, 7 Ekim 2008)
04 Ekim 2008
SEVMEK YAŞATMAKTIR...-ZAFER YAPICI
Sokaklarımızı sadece insanlarla paylaştığımızı sanırsanız yanılırsınız. İnsanın önceliği karşısında çoğu zaman dikkat çekmeyen bir arka plandan ibaret kalsalar da; sokakların başka sahipleri de vardır. Kediler, köpekler örneğin. Aslında bizden çok onlar sahiptir sokaklara. Çünkü sokaklar insanın ikamet dışı mekânıyken sadece, onların vazgeçilmez evleridir...
Bir minik sokak köpeği örneğin; mahallemizin yaşayan bir parçası değil midir? Hanginiz, evinizin önünde bir yavru kedinin sevimli bakışlarına şahit olmadınız?
Onları görmezlikten gelebilir miyiz? Peki ya yok sayabilir miyiz?
Nasıl ki biz insanlar yememize, içmemize, güvenliğimize, sevmemize ve sevilmemize önem veriyorsak unutmamalıyız ki sokak hayvanlarının da yemeye, içmeye, güvenliğe, sevilmeye ve sevmeye hak ve ihtiyaçları vardır. Biz insanlar hayati ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz veya en azından ifade edebiliyoruz. Çoğu zaman "yoksulluk ya da açlık sınırında" yaşamlara sahip olsak da... Ama onlar kendi ihtiyaçlarını karşılamakta bizler kadar bile şanslı değiller. Gelin o şansı onlara bizler verelim. Çünkü onların da en az bizim kadar bu dünyanın nimetlerinden faydalanmaya; yaşamaya hakları vardır.
Nasıl ki biz insan haklarından, hak ve özgürlükten, demokrasiden yararlanmak istiyorsak, onların da hayvan haklarından yararlanmasını sağlamalıyız.
Küresel ısınmanın meydana getirdiği iklim değişiminden dolayı yaşanan su ve buna bağlı gıda sorunu göz önüne alınırsa hayvanların içecek bir yudum suyu bile bulmakta güçlük çektiğini görüyoruz. Şu günlerde bir yudum suyu veya bir dilim ekmeği onlardan esirgemememiz gerekiyor. Eğer onlara "gören gözlerle" bakarsak bu gerçeği görürüz ve tabiî ki gerekeni yaparız. Haydi, şimdi vakit geçirmeden onları görmeye, tanımaya ve onlarla dost olmaya çalışalım... Göreceksiniz sevgiyle verilen bir tas su, bir dilim ekmek sizi nasıl mutlu edecektir... Bu mutluluğu mutlaka tadın. Tıpkı Gamze gibi...
On dört yaşında Gamze. İlköğretim üçüncü sınıfa gidiyor. Onu farklı kılan bir özelliği var. Doğa, çevre ve hayvan sevgisi.
Hani küresel ısınmanın meydana getirdiği; daha doğrusu biz insanların sebep olduğu iklim değişikliğinin sonucu olan su kıtlığı var ya; bu sorun onu öyle etkilemiş ki!...
Gamze temmuz ve ağustosun kavurucu sıcaklarında sokakta dolaşan kedi, köpek ve kuşların suya duyduğu ihtiyacı gidermek için her gün kapısının önüne bir kap su koyuyor. Bununla da yetinmiyor. Harçlıklarından biriktirdiği parayla marketten kedi ve köpek mamaları satın alıyor. Yine aynı titizlikle, etrafını saran kedi ve köpeklerin karınlarını doyuruyor.
İnanın değerli okurlarım, kedi ve köpekler Gamze'ye öyle alışmış ki onun kucağından, sırtından, omzundan inmek istemiyorlar. Hele hele yavrularını başkalarından kıskanan kedi ve köpeklerin hırçınlığı Gamze'nin karşısında sevgi dolu bir güvene dönüşüyor... Kusursuz bir iletişimin güvene, sevgiye ve sonunda mutluluğa dönüşmesinin bir örneğidir Gamze'nin başarısı...
İşte bu iletişimi kuran Gamze hayvan sevgisiyle mutluluğu yakalamıştır. Ona "-Herhalde bu mutluluğu daimi kılmak için veteriner olursun" dediğimde "-Bana hasta, bir yeri kanayan veya ölmek üzere olan bir hayvan geldiğinde dayanamam. Onun için ben veteriner olamam. Ama onların haklarını korumak için avukat olurum" dedi.
Gamze bu davranışı ile hepimize önemli bir mesaj veriyor.
Biz insanlar iyi bir yaşam için kendi hak ve özgürlüklerimizi savunuyor; hak ve özgürlüklerimiz uğruna mücadele edebiliyoruz. Peki, kendi hak ve özgürlüklerini savunamayan canlıların haklarını savunmak, onlar için de mücadele etmek biz insanlara düşmez mi? Onların da güven içinde karınlarının doyurulmasına, susuzluklarının giderilmesine hakları yok mu? Ya bu hakkı bulamadıkları, aç ve susuz kaldıkları zaman?...
İşte sorun burada; ya bulamadıkları zaman?...
Değerli okurlarım, görülmeyen ve bilinmeyen o kadar çok Gamzeler var ki... Onların şefkati, yardımseverliği ve yüreklerini dolduran sevgi sayesinde sokak hayvanları yaşamlarını sürdürebiliyor...
Sevgiyle verilen bir yudum su veya bir avuç yiyecek hayvan dostlarımızı olduğu gibi sizi de mutluğa taşıyabilir...
...Çünkü sevmek yaşatmaktır aynı zamanda. Mutluluk da sevginin bir türevi değil midir?
(2 Ekim 2008 Perşembe)
Bir minik sokak köpeği örneğin; mahallemizin yaşayan bir parçası değil midir? Hanginiz, evinizin önünde bir yavru kedinin sevimli bakışlarına şahit olmadınız?
Onları görmezlikten gelebilir miyiz? Peki ya yok sayabilir miyiz?
Nasıl ki biz insanlar yememize, içmemize, güvenliğimize, sevmemize ve sevilmemize önem veriyorsak unutmamalıyız ki sokak hayvanlarının da yemeye, içmeye, güvenliğe, sevilmeye ve sevmeye hak ve ihtiyaçları vardır. Biz insanlar hayati ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz veya en azından ifade edebiliyoruz. Çoğu zaman "yoksulluk ya da açlık sınırında" yaşamlara sahip olsak da... Ama onlar kendi ihtiyaçlarını karşılamakta bizler kadar bile şanslı değiller. Gelin o şansı onlara bizler verelim. Çünkü onların da en az bizim kadar bu dünyanın nimetlerinden faydalanmaya; yaşamaya hakları vardır.
Nasıl ki biz insan haklarından, hak ve özgürlükten, demokrasiden yararlanmak istiyorsak, onların da hayvan haklarından yararlanmasını sağlamalıyız.
Küresel ısınmanın meydana getirdiği iklim değişiminden dolayı yaşanan su ve buna bağlı gıda sorunu göz önüne alınırsa hayvanların içecek bir yudum suyu bile bulmakta güçlük çektiğini görüyoruz. Şu günlerde bir yudum suyu veya bir dilim ekmeği onlardan esirgemememiz gerekiyor. Eğer onlara "gören gözlerle" bakarsak bu gerçeği görürüz ve tabiî ki gerekeni yaparız. Haydi, şimdi vakit geçirmeden onları görmeye, tanımaya ve onlarla dost olmaya çalışalım... Göreceksiniz sevgiyle verilen bir tas su, bir dilim ekmek sizi nasıl mutlu edecektir... Bu mutluluğu mutlaka tadın. Tıpkı Gamze gibi...
On dört yaşında Gamze. İlköğretim üçüncü sınıfa gidiyor. Onu farklı kılan bir özelliği var. Doğa, çevre ve hayvan sevgisi.
Hani küresel ısınmanın meydana getirdiği; daha doğrusu biz insanların sebep olduğu iklim değişikliğinin sonucu olan su kıtlığı var ya; bu sorun onu öyle etkilemiş ki!...
Gamze temmuz ve ağustosun kavurucu sıcaklarında sokakta dolaşan kedi, köpek ve kuşların suya duyduğu ihtiyacı gidermek için her gün kapısının önüne bir kap su koyuyor. Bununla da yetinmiyor. Harçlıklarından biriktirdiği parayla marketten kedi ve köpek mamaları satın alıyor. Yine aynı titizlikle, etrafını saran kedi ve köpeklerin karınlarını doyuruyor.
İnanın değerli okurlarım, kedi ve köpekler Gamze'ye öyle alışmış ki onun kucağından, sırtından, omzundan inmek istemiyorlar. Hele hele yavrularını başkalarından kıskanan kedi ve köpeklerin hırçınlığı Gamze'nin karşısında sevgi dolu bir güvene dönüşüyor... Kusursuz bir iletişimin güvene, sevgiye ve sonunda mutluluğa dönüşmesinin bir örneğidir Gamze'nin başarısı...
İşte bu iletişimi kuran Gamze hayvan sevgisiyle mutluluğu yakalamıştır. Ona "-Herhalde bu mutluluğu daimi kılmak için veteriner olursun" dediğimde "-Bana hasta, bir yeri kanayan veya ölmek üzere olan bir hayvan geldiğinde dayanamam. Onun için ben veteriner olamam. Ama onların haklarını korumak için avukat olurum" dedi.
Gamze bu davranışı ile hepimize önemli bir mesaj veriyor.
Biz insanlar iyi bir yaşam için kendi hak ve özgürlüklerimizi savunuyor; hak ve özgürlüklerimiz uğruna mücadele edebiliyoruz. Peki, kendi hak ve özgürlüklerini savunamayan canlıların haklarını savunmak, onlar için de mücadele etmek biz insanlara düşmez mi? Onların da güven içinde karınlarının doyurulmasına, susuzluklarının giderilmesine hakları yok mu? Ya bu hakkı bulamadıkları, aç ve susuz kaldıkları zaman?...
İşte sorun burada; ya bulamadıkları zaman?...
Değerli okurlarım, görülmeyen ve bilinmeyen o kadar çok Gamzeler var ki... Onların şefkati, yardımseverliği ve yüreklerini dolduran sevgi sayesinde sokak hayvanları yaşamlarını sürdürebiliyor...
Sevgiyle verilen bir yudum su veya bir avuç yiyecek hayvan dostlarımızı olduğu gibi sizi de mutluğa taşıyabilir...
...Çünkü sevmek yaşatmaktır aynı zamanda. Mutluluk da sevginin bir türevi değil midir?
(2 Ekim 2008 Perşembe)
02 Ekim 2008
CHP'DEN AKP'YE TEMİZ SİYASET, DÜRÜST YÖNETİM DERSİ...-ZAFER YAPICI
Cumhuriyet Halk Partisi 2002 ve 2007 genel seçimleri öncesinde hazırlamış olduğu seçim bildirgelerinde; hedefini temiz siyaset, dürüst yönetim ve yolsuzluklarla sürekli mücadele olarak belirlemişti. Bunun için de; CHP iktidarında milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasını, Siyasi Ahlak Yasası ile temiz siyasetin kurala dönüştürülmesini, devlet sırtından usulsüz zenginleşmenin tüm kapılarının kapatılmasını, usulsüz zenginleşen ve zenginleştirenlerden hesap sorulmasını, siyasetin ve ticaretin birbirinden ayrılmasını sağlayacak tedbirlerin alınmasını vaat etmişti.
Değerli okurlarım, Cumhuriyet Halk Partisi bu seçim bildirgeleriyle seçimlere girdi. Seçimler sonrasında AKP iktidar, CHP de ana muhalefet partisi olarak parlamentoda yerini aldı.
AKP'nin anayasaya, cumhuriyete ve laikliğe karşı uygulamalarını ve yolsuzluğun, yoksulluğun, yandaşlığın çığ gibi büyümesinde büyük payı olduğunu her fırsatta dilen getiren CHP idi.
CHP'nin bu aktif siyasetinden memnun olmayan kesimler CHP'yi "istikrarı bozan bir parti olarak" kamuoyuna sunmaya başladılar...
En son Dişli Vakası ve Deniz Feneri e.V. Davası siyasetten iş dünyasına, basın-yayın sektöründen tüm yurttaşlara kadar ülkede deprem etkisi yarattı. Vatandaş, "ülkemde neler oluyor?" sorusunu sormaya başladı. Siyasi iktidar doğal olarak bu durumdan da rahatsız oldu. Yolsuzluk depremini halka duyuran CHP'ye ve medyaya karşı öfke siyaseti uygulayıp, yolsuzluğa muhalif tüm kesimleri sindirmeye çalıştı.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal ve Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu CHP'nin seçim meydanlarında vaat ettiği temiz siyaset, dürüst yönetim ve yolsuzluklarla sürekli mücadele sözlerini son olarak AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat ile ilgili iddiaları göz önüne sererek yerine getirdiler...
TBMM'de Kemal Kılıçdaroğlu, Dengir Mir Mehmet Fırat'ın AKP Genel Başkan Yardımcılığı sıfatını kullanarak yaptığı yanlışları resmi belgeler ile kanıtladı.
1- Kılıçdaroğlu, Fırat'ın ortağı olduğu MENAS'ın hayali ihracat yaptığına dair Danıştay kararını açıkladı. Kılıçdaroğlu, hayali ihracatın işleyişini şu sözlerle aktardı: "İhracat yapılmış gibi gösteriliyor ama dışarıdan döviz gelmiyor. Dövizi iç piyasadan toplayıp Mersin Serbest Bölgesi'nde bir hesaba yatırıyorlar ve dışarıdan döviz gelmiş gibi gösteriyorlar. Bunun sonucunda da teşvik alıyorlar."
2- MENAS'ın mallarını taşıyan tırda 89 kilo eroin çıktığını Kılıçdaroğlu ortaya koydu. Fırat olayı doğrulamak zorunda kaldı. Yakalanan tır şoförü için "Bu şüpheli bir şoför. Daha önce de takip ediliyordu" diyebildi. Bu itirafın karşısında Kılıçdaroğlu, "düzgün çalışan bir firma ise neden şüpheli bir adamı çalıştırıyor?" sözleriyle Fırat'ın yanıtlayamayacağı bir soru daha sordu.
3- Fırat'ın ancak uyuşturucu olayı kamuoyuna yansıdıktan sonra notere gidip söz konusu şirketten ayrıldığı ortaya çıktı. Kılıçdaroğlu bu durumu şöyle ifade etti: "Fırat, ben 1 Eylül 2007'de şirketten ayrıldım diyor. Neden ayrıldığınız tarihten 8 ay sonra notere gittiniz? Notere gitmek o kadar zor mu? Niye uyuşturucu olayı kamuoyuna yansıdıktan sonra notere götürüyorsunuz? Fırat, uyuşturucu haberinin kendisine sorulmasından sonra notere gidiyor."
4- Kılıçdaroğlu, Fırat'ın isminin geçtiği, Gümrükler Genel Müdürlüğü'ne hitaben yazılmış bir belgeyi ortaya çıkardı. Belge kısaca "bizim ürünlerimizi sınırdan geçerken aramayın" diyor. Böylelikle Fırat'ın siyasal nüfuzunu ticari ilişkilerinde kullandığı belgelendi.
5- Ukrayna hükümetinin Türkiye Cumhuriyeti Gümrük İdaresi'ne MENAS Dış Ticaret'in gönderdiği faturaların sahte olduğunu, olabileceğini ve bunların incelenmesini isteyen yazısı üzerine konu gümrük kontrolüne intikal ettiriliyor. Bu olaydan sonra Fırat'ın Gümrük Kontrolörünü Başbakanlık Teftiş Kurulu'na şikâyet ettiğini Kılıçdaroğlu belgesiyle ortaya çıkarıyor. Bir kez daha Fırat'ın siyasi nüfuzunu, ticari çıkarları için kullandığına tanık oluyoruz.
6- Fırat, bir ticari faaliyetinde 'çift fatura' kullandığını itiraf ediyor. Oysa ticari ilişkilerde çift fatura kullanımı yasalara göre suç.
Değerli okurlarım, iktidarın iki numaralı kişisi durumundaki bir siyasetçinin görevi; hayali ihracattan haksız kazanç elde edenlere, uyuşturucu ticareti yapanlara, gümrüklerde nüfuzunu kullanarak çıkar sağlamak isteyenlere, siyasi gücünü kullanarak yaptıkları yanlışlıkları örtbas etmek isteyenlere, sahte ve çift fatura düzenleyenlere engel olmak değil midir?
Kılıçdaroğlu'nun "Siyasette ahlakı egemen kılmak için bu toplantıyı yapıyoruz" sözleri her şeyi açık ve net ortaya koymuyor mu?
Sözde değil özde; yolsuzluğun, yoksulluğun ve yandaşlığın karşısında olacak bir yönetimi özlüyor Türk milleti...
Eğer hedef Atatürk Türkiyesinin kuruluşunun temel yapı taşları olan "Ulus Devlet- Üniter Devlet- Laik Cumhuriyet'i yüceltmekse...
Eğer hedef demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini korumak, kollamak ve çağın ilerisine taşımaksa...
Eğer hedef, ülkeyi yoksulluk, yolsuzluk ve yandaşlıktan arındırmaksa...
Eğer hedef ahlakı egemen, hayatı bayram kılmaksa...
Duyarlı milletimizin, iş dünyasının, basın ve yayın kuruluşlarımızın, aydınlarımızın, yazarlarımızın, çizerlerimizin... Cumhuriyet Halk Partisi'nin siyasette ahlakı egemen kılma, temiz siyaset-dürüst yönetim anlayışını kurumsallaştırma ve yolsuzluklarla sürekli mücadele etme konularındaki kararlılığına destek vermesi şart.
* * *
Tüm içtenliğimle Şeker Bayramınızı kutluyorum...
Değerli okurlarım, Cumhuriyet Halk Partisi bu seçim bildirgeleriyle seçimlere girdi. Seçimler sonrasında AKP iktidar, CHP de ana muhalefet partisi olarak parlamentoda yerini aldı.
AKP'nin anayasaya, cumhuriyete ve laikliğe karşı uygulamalarını ve yolsuzluğun, yoksulluğun, yandaşlığın çığ gibi büyümesinde büyük payı olduğunu her fırsatta dilen getiren CHP idi.
CHP'nin bu aktif siyasetinden memnun olmayan kesimler CHP'yi "istikrarı bozan bir parti olarak" kamuoyuna sunmaya başladılar...
En son Dişli Vakası ve Deniz Feneri e.V. Davası siyasetten iş dünyasına, basın-yayın sektöründen tüm yurttaşlara kadar ülkede deprem etkisi yarattı. Vatandaş, "ülkemde neler oluyor?" sorusunu sormaya başladı. Siyasi iktidar doğal olarak bu durumdan da rahatsız oldu. Yolsuzluk depremini halka duyuran CHP'ye ve medyaya karşı öfke siyaseti uygulayıp, yolsuzluğa muhalif tüm kesimleri sindirmeye çalıştı.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal ve Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu CHP'nin seçim meydanlarında vaat ettiği temiz siyaset, dürüst yönetim ve yolsuzluklarla sürekli mücadele sözlerini son olarak AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat ile ilgili iddiaları göz önüne sererek yerine getirdiler...
TBMM'de Kemal Kılıçdaroğlu, Dengir Mir Mehmet Fırat'ın AKP Genel Başkan Yardımcılığı sıfatını kullanarak yaptığı yanlışları resmi belgeler ile kanıtladı.
1- Kılıçdaroğlu, Fırat'ın ortağı olduğu MENAS'ın hayali ihracat yaptığına dair Danıştay kararını açıkladı. Kılıçdaroğlu, hayali ihracatın işleyişini şu sözlerle aktardı: "İhracat yapılmış gibi gösteriliyor ama dışarıdan döviz gelmiyor. Dövizi iç piyasadan toplayıp Mersin Serbest Bölgesi'nde bir hesaba yatırıyorlar ve dışarıdan döviz gelmiş gibi gösteriyorlar. Bunun sonucunda da teşvik alıyorlar."
2- MENAS'ın mallarını taşıyan tırda 89 kilo eroin çıktığını Kılıçdaroğlu ortaya koydu. Fırat olayı doğrulamak zorunda kaldı. Yakalanan tır şoförü için "Bu şüpheli bir şoför. Daha önce de takip ediliyordu" diyebildi. Bu itirafın karşısında Kılıçdaroğlu, "düzgün çalışan bir firma ise neden şüpheli bir adamı çalıştırıyor?" sözleriyle Fırat'ın yanıtlayamayacağı bir soru daha sordu.
3- Fırat'ın ancak uyuşturucu olayı kamuoyuna yansıdıktan sonra notere gidip söz konusu şirketten ayrıldığı ortaya çıktı. Kılıçdaroğlu bu durumu şöyle ifade etti: "Fırat, ben 1 Eylül 2007'de şirketten ayrıldım diyor. Neden ayrıldığınız tarihten 8 ay sonra notere gittiniz? Notere gitmek o kadar zor mu? Niye uyuşturucu olayı kamuoyuna yansıdıktan sonra notere götürüyorsunuz? Fırat, uyuşturucu haberinin kendisine sorulmasından sonra notere gidiyor."
4- Kılıçdaroğlu, Fırat'ın isminin geçtiği, Gümrükler Genel Müdürlüğü'ne hitaben yazılmış bir belgeyi ortaya çıkardı. Belge kısaca "bizim ürünlerimizi sınırdan geçerken aramayın" diyor. Böylelikle Fırat'ın siyasal nüfuzunu ticari ilişkilerinde kullandığı belgelendi.
5- Ukrayna hükümetinin Türkiye Cumhuriyeti Gümrük İdaresi'ne MENAS Dış Ticaret'in gönderdiği faturaların sahte olduğunu, olabileceğini ve bunların incelenmesini isteyen yazısı üzerine konu gümrük kontrolüne intikal ettiriliyor. Bu olaydan sonra Fırat'ın Gümrük Kontrolörünü Başbakanlık Teftiş Kurulu'na şikâyet ettiğini Kılıçdaroğlu belgesiyle ortaya çıkarıyor. Bir kez daha Fırat'ın siyasi nüfuzunu, ticari çıkarları için kullandığına tanık oluyoruz.
6- Fırat, bir ticari faaliyetinde 'çift fatura' kullandığını itiraf ediyor. Oysa ticari ilişkilerde çift fatura kullanımı yasalara göre suç.
Değerli okurlarım, iktidarın iki numaralı kişisi durumundaki bir siyasetçinin görevi; hayali ihracattan haksız kazanç elde edenlere, uyuşturucu ticareti yapanlara, gümrüklerde nüfuzunu kullanarak çıkar sağlamak isteyenlere, siyasi gücünü kullanarak yaptıkları yanlışlıkları örtbas etmek isteyenlere, sahte ve çift fatura düzenleyenlere engel olmak değil midir?
Kılıçdaroğlu'nun "Siyasette ahlakı egemen kılmak için bu toplantıyı yapıyoruz" sözleri her şeyi açık ve net ortaya koymuyor mu?
Sözde değil özde; yolsuzluğun, yoksulluğun ve yandaşlığın karşısında olacak bir yönetimi özlüyor Türk milleti...
Eğer hedef Atatürk Türkiyesinin kuruluşunun temel yapı taşları olan "Ulus Devlet- Üniter Devlet- Laik Cumhuriyet'i yüceltmekse...
Eğer hedef demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini korumak, kollamak ve çağın ilerisine taşımaksa...
Eğer hedef, ülkeyi yoksulluk, yolsuzluk ve yandaşlıktan arındırmaksa...
Eğer hedef ahlakı egemen, hayatı bayram kılmaksa...
Duyarlı milletimizin, iş dünyasının, basın ve yayın kuruluşlarımızın, aydınlarımızın, yazarlarımızın, çizerlerimizin... Cumhuriyet Halk Partisi'nin siyasette ahlakı egemen kılma, temiz siyaset-dürüst yönetim anlayışını kurumsallaştırma ve yolsuzluklarla sürekli mücadele etme konularındaki kararlılığına destek vermesi şart.
* * *
Tüm içtenliğimle Şeker Bayramınızı kutluyorum...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)