20 Şubat 2007

DOKUZ ALTIN GÜN KALDI!


Cumhuriyet değerleriyle hesaplaşma yolunun önce seçimlerden, sonrasında ise parçalanmışlığın getireceği bir şans iktidarından geçtiğinin farkına varanlar, son genel seçimlerde yoğun bir katılım ve birlik gösterdiler. Ne yazık ki, cumhuriyet değerlerini içselleştirmiş çoğunluk, aynı kararlılığı tam olarak gösteremedi. Yapay umutsuzluklardan beslenen bir boşvermişlik düşüncesi “popülerleştirildi”. Bu düşünce, cumhuriyet değerlerini savunanların önemli bir kısmını sandık dışında tuttu…

2002 genel seçimlerinde yaklaşık dokuz milyon kişi çeşitli sebeplerden dolayı oy kullanmadı. Büyük ölçüde bu kesim, oy kullanmamalarının neticesinde iktidar olanların uygulamalarıyla mağdurlaşanlar oldu…

2007 genel seçimlerinde ise 18 yaşını doldurmuş milyonlarca gencimiz ilk kez sandık başına giderek oy kullanacak. Bu ilk deneyimleriyle ülkelerinin kaderlerini belirleyecekler…

Değerli okurlarım, 2002 genel seçimlerinden alınacak derslerle, bu seçimlerde oy kullanmamış yurttaşlarımızın bu kez sandık başına gitmelerinin seçim sonuçları üzerinde doğrudan etkisinin olacağını söyleyebiliriz. Bunun kadar önemli bir etki, 2007 seçimlerinde ilk kez oy kullanma hakkı kazanacak gençlerin sandık başına gitmeleri ile oluşacak…

Bu süreçte, yurttaş olarak geleceğimizi şekillendireceğimiz günleri yaşıyoruz. Bir tek oyun bile geleceğimiz için ne kadar önemli olduğunu, yaşadığımız bunca acılardan çıkarttığımız derslerle daha iyi kavrıyoruz..

Amacımız geleceğimizi sağlam temeller üzerinde kurmaksa eğer, bu yol her yurttaşın oy hakkını elde etmesi ve mutlaka o hakkını sandıkta kendi iradesine göre kullanmasından geçiyor. Nasıl bir gelecek istiyoruz? Nasıl bir Türkiye istiyoruz? Nasıl mutlu olabiliriz? Nasıl çocuklarımıza güzel, güvenli ve onurlu bir gelecek bırakabiliriz? Bu geleceğimizi hangi siyasi iktidarda sağlayabiliriz? Demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini sonsuza kadar nasıl yaşatabiliriz?...sorularına cevap aramaktan geçiyor. Siyasete dahil olmaktan geçiyor. En büyük gücümüz olan “oy” gücümüzü doğru ve fire vermeden kullanmaktan geçiyor…

Değerli okurlarım, Türkiye olağanüstü bir süreçte. Bu yüzdendir ki, bu seçim normal, sıradan, alelade bir seçim değildir. Bu seçim iç ve dış politikanın dönüm noktasına geldiği, ülkenin rejimi ve bölünmez bütünlüğü tehlike altında olduğu koşullarda yapılacaktır. Bu seçimde, seçmenin Türkiye’ye, cumhuriyete, laikliğe, demokrasiye sahip çıkması sadece iç politikada değil, küresel bağlamda da birçok oyunu bozucu etki doğuracaktır. Bu seçimde bu yönde bir sahipleniş, ulusal bütünlüğümüze, birlik ve beraberliğimize, barış kültürümüzün yeniden canlanmasına, sevgiye, saygıya, hoşgörüye katkı sağlayacaktır. Onun için bu seçimin önemi olağanüstü büyüktür. Bu seçim ya Lozan’ın pekişmesini sağlayacaktır, ya da Sevr’i özleyenleri yüreklendirecektir. Bu seçim ya Türk milletinin, iç ve dış düşmanlara karşı Türkiye’ye sahip çıktığını tüm dünyaya haykıracağı seçim olacaktır, ya da Büyük Ortadoğu Politikası taşeronlarının hareket serbestilerini arttıracak seçim!

Bu görüşümün yerindeliğini iktidar icraatlarıyla (!) her gün doğruluyor. Kadrolaşmalar ve vekaleten yönetimler devlet kurumlarını görev yapamaz hale getirirken, yolsuzluk ve yandaşlık ağları büyüyor. Kıbrıs’ta taviz üzerine taviz veren, Ortadoğu’da ABD’nin taşeronluğunu “aktif dış politika” adı altında bize yutturmaya çalışan, halkın değil Arap milyarderlerinin avukatlığını üstlenen, medeniyetler ittifakı düşüncesini bile laikliğin altını oymak için araçsallaştıran, PKK sorununu ABD dayatmasıyla Kürt aşiret liderleriyle müzakere etmeyi kabul edecek kadar basiretsizleşmiş bir yönetim görülüyor. Ulusal çıkarlar ve onur ayaklar altına seriliyor. Milletin çıkarı, yandaşlık ağlarının çıkarına feda ediliyor. Aslında bu talihsizlikler, bu anlayışın gelecekte toplumsal destek bulursa neler yapabileceğine ayna tutuyor…

İşte bu sürecin önemi nedeniyle, 26 Aralık 2006 tarihinde “seçmene çağrı” başlıklı köşe yazımda seçme hakkını elde etmek için muhtarlıklara gidip, seçmen listelerini kontrol etmemiz gerektiğini yazmıştım. Şimdi bu çağrımı tekrarlamak istiyorum. Bugün 20 Şubat 2007. Dokuz gün sonra; 1 Mart 2007 tarihinde seçmen listeleri askıdan indirilecek. Sadece dokuz altın günümüz kaldı. Köşe yazarı olarak bir kez daha ulusal ve yerel medyaya, sivil toplum örgütlerine, üniversitelere, derneklere, meslek odalarına, kadın kuruluşlarına… seslenmek istiyorum. Yapmış olduğunuz tüm programlarınızda, yazılarınızda, toplantılarınızda, konferanslarınızda, panellerinizde, oy kullanma hakkına sahip olabilmek için, 1 Mart tarihine kadar tüm seçmenlerin muhtarlıklardan kayıtlarını kontrol etmeleri; kayıtları bulunmayanların kayıtlarını yaptırmaları ve özellikle ilk kez oy kullanacak 18 yaşını doldurmuş gençlerimizin seçmen hakkını elde etmeleri gerektiğini anlatınız, hatırlatınız, duyurunuz. Bu da bir yurtseverlik görevidir. Yurttaşı bilgilendirmek, haberdar etmek birinci görevimiz olmalıdır. Yeni bir döneme gireceğiz. Bu dönemde yediden yetmişe herkesin, tüm kurumlarımızın kucaklaşması gerektiği, devletimizle milletimizin kucaklaşması gerektiği, bunun çimentosunun da barış kültürünün yeşermesi olduğu fikrini anlatınız…

Bu zor günlerde barış kültürünün yeşermesi konusunda CHP lideri sayın Deniz Baykal’ın şu sözleri oldukça ufuk açıcı: Şöyle diyor Baykal: “Cumhuriyeti tartışıyoruz, milliyetçiliği tartışıyoruz, inançları tartışıyoruz, Atatürk’ü tartışıyoruz, birbirimizin etnik kökünü tartışıyoruz….Bu tartışmadan hiçbir şey çıkmaz, ne demokrasi ne insan hakları ne refah ne ilerleme hiçbirisi çıkmaz. Bu tartışmalar yanlış tartışmalar, bataklık bu, bataklık. Yani Türkiye’de yetmiş milyon insan neyi paylaşamıyoruz? Hepimiz kardeşiz, hepimiz aynı bütünün bir parçasıyız. Bunu anlamamız lazım. Her şey bizim, Türkiye de bizim, coğrafyamız da, vatanımız da, milliyetçilik de bizim, Atatürk de bizim, İslamiyet de bizim, hepsi bizim, hepimizin aynı zamanda, bunun ötesinde bir tartışmanın kimseye getireceği bir yarar yok. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin böyle bir barışa ihtiyacı var. Türkiye’de…okul, cami, karakol, kışla, kahve el ele vermelidir. Devlet-millet el ele vermelidir. Devlet-millet kaynaşmalıdır. Millet de, okuluyla, camisiyle, kışlasıyla, karakoluyla ve kahvehanesiyle bütünleşmelidir, bütünleşmelidir. Hepsi bizim bir parçamız, hepsi bizim bir değerimiz, hepsi bizim bir yansımamız, hepsine ihtiyacımız var. Bunları birbirinden ayırmak kadar yanlış bir şey olamaz. Bunların tümüne önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yönetecek olanlar aynı sevgiyle, aynı sıcaklıkla sahip çıkacaklardır. Camiye de sahip çıkacaktır, okula da sahip çıkacaktır, karakola da sahip çıkacaktır, kışlaya da sahip çıkacaktır, kahveye de sahip çıkacaktır, millete de sahip çıkacaktır, devlete de sahip çıkacaktır. Bu da Cumhuriyet Halk Partisinin barış ve kardeşlik projesi.”dir.

Değerli okurlarım, ben de ülkemizin geleceğinin Türk milletini etnik, mezhepsel bölünmelerle değil, yapay bölünmelerle değil, ideal birlikteliğiyle bütünleştirecek bir barış projesiyle aydınlatılacağı görüşüne katılıyorum. Bu projenin temel referans noktasının Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünce yapısı olması gerektiği fikrindeyim.

Yeni dönem barış dönemi olsun. Türk gençliğinin, Türk milletinin oylarına, siyasete, kaderine sahip çıktığı dönem olsun. Oyunların bozulduğu dönem olsun. Yeni dönem ulusal çıkarın yeniden dış politika anlayışının merkezine yerleştiği dönüm olsun. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olacağı bir dönem olsun. Kısacası Mustafa Kemal Atatürk’ün izinde şekillenen bir dönem olsun…

Bir tek oyu bile önemseyerek, değerini bilerek, onu elde ederek ve doğru yönde kullanarak yeni dönemlere ulaşabiliriz. Yeni dönemlerin güzel günlerine Mustafa Kemal Atatürk’ün koltuğuna oturmayı hak eden saygın bir cumhurbaşkanı ile girme ümidiyle…

(Haber Ekspres, 20 Şubat 2007)

Hiç yorum yok: