27 Şubat 2007

YAKINDA GİDİCİLER (Mİ?) - ZAFER YAPICI


Hem dış ve iç politikada, hem de günlük yaşantılarımızda son günlerde ilginç ve büyük ölçüde talihsiz bazı gelişmelere tanık oluyoruz.

Dışarıda “aktif dış politika” yürüttüğünü söyleyen ve bunu Ortadoğu’ya yönelik politikasında aldığı “inisiyatifle” sunan siyasal iktidarın balonu kısa sürede söndü. Aktif dış politikanın aslında Türkiye’den ziyade ABD çıkarlarını savunma adına bir aktiflik olduğu anlaşıldı. İşte size bunun iki belgesi:

Birincisi, başkanlığını ABD’nin eski kongre üyelerinden Lee Hamilton ve eski ABD dışişleri bakanı James Baker’ın yaptığı Irak Çalışma Grubu’nun bir raporu. Irak Çalışma Grubu, Bush yönetiminin Ortadoğu’ya yönelik strateji oluşturulma sürecinde raporlarını dikkate aldığı bir düşünce kuruluşu. Bu grubun önerileri bağlayıcı değil, ancak geçmiş deneyimler ABD yönetimlerinin bu önerileri büyük ölçüde hükümet politikası haline dönüştürdüklerini gösteriyor. Bu noktadan hareketle, 2006 Aralık ayında ilan edilen 79 öneriden oluşan rapor, özellikle Ortadoğu hükümetleri tarafından da incelendi. Hatta bazıları, ABD’ye yandaş olduğunu ilan etme adına bu raporda biçilen rollerin uygulayıcısı olmayı vakit kaybetmeden kabullendi bile…Raporda bizim için önemli nokta şu: Kuruluşun ABD yönetimine önerisi, Irak batağından kurtulabilmek için İran ve Suriye’nin de dahil olduğu Irak’ın bütün komşularının “Uluslararası Irak Destek Grubu” oluşturması. Daha açıkçası, İran ile Suriye’nin “ABD’ye karşı ılımlı” bir noktaya çekilmesi için inisiyatif alınması. Tabii bu noktada inisiyatifin illa ABD yönetimi tarafından doğrudan alınması gibi bir zorunluluk yok. “Müttefik” bazı ülkeler bu noktada kullanılabilirdi. İşte tam bu süreçte, başbakan Erdoğan’ın İran ve Suriye ziyaretleri gerçekleşti. Başbakan, bu ziyaretlerinde “Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığının gereği olarak” İran ve Suriye’nin rapordaki istenilen noktaya çekilmesi için “aktif” arayışlara girişti. Böylelikle ilginç bir konuma sahip olmuş oldu. İç kamuoyuna “ABD’ye karşı gerektiğinde bölge ülkeleriyle işbirliğine girilebileceği” mesajı verilerek, “milli görüş” gömleği giyilirmiş gibi yapılırken, aslında hiç çıkarılmayan ılımlı İslam gömleğiyle, “ABD’ye aslında sizin yanınızdayız” mesajı veriliyordu. Bu geziler, biçim olarak ABD karşıtı gözükse de, içerik olarak akılalmaz bir ABD yandaşlığının tezahürüydüler. Mühim olan da içerikti!

Tıpkı Hamas lideri Meşal’in 2006 yılı başında Türkiye’ye gerçekleştirdiği gezi gibi. AKP yönetimi bu geziyle ABD ve İsrail karşıtı bir “görüntü” sunarak “iç tüketime” yönelik mesajlar verirken, içerik olarak gezi ABD’nin Hamas’a söyleyemediklerini, Türkiye aracılığıyla söyletmesinden ibaretti. Hamas’a ev sahipliği yapıldığında, radikal İslamcı tabana ABD ve İsrail düşmanlığı mesajı verilirken, aslında diğer taraftan ılımlı İslam’ın uygulayıcılığı yapılıyordu…Bu ucuz politikanın sonucu Türk dış politikasının yitirdiği itibar oldu. PKK gibi bir terör sorunuyla yıllar yılı boğuşan bir ülkenin yönetimi, terör örgütü olarak görülen bir başka oluşumu ağırlıyordu…

İkincisi, Kuzey Irak Kürt grupları ile temas kurma konusunda başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde yapmış olduğu açıklamaların ardında da Washington’un isteminin bulunduğunun ortaya çıkması oldu. Kürt gruplarla Türkiye’nin hükümet nezdinde görüşmesi yönünde telkinlerin başbakanla görüşen eski ABD dışişleri bakanı Richard Holbrooke tarafından iletildiği, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’e bizzat Holbrooke tarafından aktarıldı. Böylelikle, AKP’nin “aktif dış politikasının” aslında ne demek olduğu bir kez daha anlaşılmış oldu. ABD, PKK ile mücadeleyi bölgedeki PKK destekçisi aşiret gruplarına havale ederken, Türkiye’yi de bu konuyu o gruplarla istişare etmesi konusunda sıkıştırıyordu. Bu noktada AKP, bahsettiğimiz “açılımlarını” (!) yaptı…

Peki ya Kıbrıs konusu? Siyasal iktidarın AB güdümünde uyguladığı Kıbrıs politikası da benzer “açılımlar” (!) anlamına gelmiyor mu? Küresel çağda Türkiye’nin savunmasının Kıbrıs’tan başlaması gerekirken, Kıbrıs kaderine terk ediliyor. Kıbrıs’taki Türk varlığı bir azınlık olmaya indirgenirken, siyasal iktidar hiçbir karşıt politika üretemiyor. Gerçekten “aktif” olamıyor. Birden edilginleşiveriyor. Bu noktada en büyük siyasi açılım, varolan koşullarda tek gerçekçi çözüm Cumhuriyet Halk Partisi’nden geliyor. CHP, tüm AB ve ABD dayatmalarına karşın, Kıbrıs’ta iki devletli çözüm iradesini net bir biçimde ortaya koyuyor! Oyunları, muhalefetteyken de bozuyor!

Dış politikada siyasal iktidar, biraz da yeniden seçilebilme kaygısıyla yukarıdaki yaklaşımı sergilerken, içeride de Abdülhamit dönemini hatırlatan bir “sansür” kampanyasını başlattı. İktidarın yayın organı olarak çalışmayan ender televizyon kanallarından biri olan Kanaltürk’ü, devlet aygıtını kullanarak sindirme kampanyasına girişti. Maliye bürokrasisi, iktidarın dar siyasi çıkarlarının takipçisi yardımcı unsur hüviyetine sokulmak istendi. Böylelikle, garip bir sansür yöntemiyle tüm medya kuruluşlarına seçimler öncesi gözdağı verilmek istendi.

İktidarın bu baskı yöntemi uygulamaya koyulurken, günlük yaşamda karşılaştığımız ilginçlikler de büyüdü. Bu cumartesi şans eseri rastladığım bir görüntü ne hale geldiğimizin bir örneği değerli okurlarım. “Aydınlık İzmirimizin” merkez ilçelerinden birinde karşılaştım bu görüntüyle. Tarikat bağlarıyla tanınan bir dershanenin ders çıkışında, yine aynı tarikatın yayın organı olarak bilinen bir gazetenin her çıkan öğrencinin elinde olduğu dikkatimi çekti. İlköğretim aşamasındaki bir ufaklığa yanaşıp sordum. Her cumartesi aynı gazetenin tüm öğrencilere bedava dağıtıldığını, ellerine tutuşturulduğunu söyledi. Bir diğer öğrenciye aynı soruyu yönelttiğimde, o minik öğrencinin velisi, öğrencinin cevap vermesini engelleyip, onu yanımdan uzaklaştırdı.

İktidar bir taraftan basın özgürlüğünü engellemeye yönelik girişimlere hız verirken, diğer yanda, tarikat gazeteleri büyük “özgürlüklere kavuşturuluyor”, tarikatların eğitim kurumları, denetimsiz bir biçimde bu yayınların dağıtıldığı merkezler haline dönüştürülüyordu. İşte iktidarın “basın özgürlüğü” anlayışı buydu! Minik beyinler ve aileleri, böylelikle Atatürk değerleriyle hesaplaşma sürecinde programlı bir biçimde yandaş haline getirilmeye çalışılıyordu...Ve tüm bunlar “aydınlık İzmir’de”, belki de sizin de evinizin dibinde gerçekleşiyordu!

Tüm bunlar bana sanıyorum ilk kez CHP Genel Yardımcısı Onur Öymen tarafından dile getirilen şu sloganı hatırlattı. “Bu hükümet dışarıda verici, içeride gerici, yakında gidici…” Siyasal iktidarın dışarıda verici, içeride gerici olduğuna birkaç örnek sunduk bu yazımızda. Yakında gidici olması konusunda ise sorumluluk hepimize düşüyor! Bu zihniyetin yakında gidici olmamasının, Atatürk Türkiyesinin gidici olduğu anlamına geldiğini artık kavramamız gerekiyor.

“Dışarıda verici, içeride gerici” olarak tanımlanan bir zihniyeti iktidardan etmenin yolu ise, Atatürk değerlerini içselleştirmiş bizlerin kaderimize el koymamızdan geçiyor. Klişeleşmiş söylemlerin girdabına kapılarak, hareketsizleşerek, seçim sandıklarından uzak durarak, bölünerek, dağılarak, Atatürk düşmanlarının değirmenlerine su taşımaktan değil! Siyasal alternatif üzerinde buluşmaktan geçiyor...

Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler bu nedenle önemli. Hep söylüyoruz. Bu iki seçim Türkiye’nin kader seçimleri olacak. Ya oyunların daha açıkça oynandığı, ya oyunların bozulduğu seçimler olacak. Ya başkalarının yörüngesine girmiş bir Türkiye’nin, ya tam bağımsız bir Türkiye’nin yaratılacağı seçimler olacak. Ya tarikatlarını düşünenlerin, ya halkını düşünenlerin iktidarını kuracak seçimler olacak…

Verici ve gericilerin, gidici olup olmamaları hiç kimsenin değil; sizin elinizde!


(Haber Ekspres, 27 Şubat 2007)

Hiç yorum yok: